31 Temmuz 2008 Perşembe

@ Ruanda'da Islam rüzgarı...

Batının kışkırtmaları sonucu Tutsilerle Hutuların birbirlerini kırdığı ülke Raunda. 1994'teki kabile savaşında 1 milyon insanını kaybetti. Artık "kabileciliğin" ismini bile duymak istemeyen Ruandalıların İslam'a olan ilgisi ise her geçen yıl artıyor. Ülkedeki Müslümanların imkânsızlıklar içerisindeki azimli çalışmaları da bölgede İslam'ın yayılması adına bizleri umutlandırıyor.

Tarih boyunca büyük acılar, katliamlar, soykırım ve ayrılıkların yaşandığı bin dağlı ülke Ruanda'dayız. Orta Afrika'da Büyük Göller Bölgesi'nde yer alan Ruanda'nın nüfusu 9 milyondur. Komşuları Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Uganda ve Tanzanya'dır. Engebeli olan ülkenin adının anlamı "Bin tepe ülkesi" anlamına gelmektedir.

Ruanda'nın adı 1994'te yaşanan ve 1 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan katliamla hafızalara kazındı. Belçika'nın, emperyalist bir anlayışla, ülke yönetimini kontrolünde elinde tutmak için Tutsilerle Hutular arasındaki kabile ayrımcılığını körüklemesi, fakir Ruandalılar için bedeli çok ağır bir politika oldu.


Bu katliamın neden yaşandığını tam olarak anlamak için geçmişe bir yolculuk yapmak yerinde olacaktır. Raunda, 1890 Brüksel Konferansı'nda, sömürge güçleri tarafından önce Almanların idaresine verildi. Ancak doğal kaynaklar bakımından fakir olması nedeniyle ülke Almanların pek ilgisini çekmedi. I. Dünya Savaşı'nın ardından Ruanda'nın yönetimi Belçika'ya verildi. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar, bu politikayı Ruanda için kontrolün elde tutulmasının garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla onlara ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler.

Sömürgeci güçlere kolaylık olması amacıyla, herkese ırkını gösteren kimlikler dağıtıldı. Tutsi ve Hutuların aslında ortak olan dil-gelenek-etnik geçmişleri ve kültürleri yok sayılarak bir tür yapay ırksal ayrımcılığa gidildi. Böylece ilk fitne tohumlarını eken Belçikalılar, 1950 yılından sonra başlayan özgürlükçü akımlarla bu defa sayıca üstün olan Hutuları desteklemeye başladılar.

1962'de yapılan seçimlerde Tutsiler yönetimi ele geçirdi. Böylece Hutular yönetimden uzaklaştırılmaya başlandı. Bu dönemde başlayan fitne, kabileler arasında birçok katliama sahne oldu. 6 Nisan 1994 yılında Hutulu başkan uçağı düşürülerek öldürüldü. Bu olayla birlikte başlayan başlayan Tutsi katliamı üç ay gibi kısa bir sürede 1 milyon insanın katledilmesiyle sonuçlandı.
Çok büyük acıların ve katliamların yaşandığı bu küçük orta Afrika ülkesi, artık kabile ve kabilecilikle ilgili tek kelime bile duymak istemiyor. Bugün insanlar yokluğa ve hayatın bütün zorluklarına rağmen barış içinde yaşamlarını sürdürüyorlar.

İHH'nın projelerini yerinde görmek ve yeni projelerin startını vermek için gittiğimiz Runda'da başkent Kigali havaalanına ayak bastığımızda Ruanda'nın ne kadar yoksul bir ülke olduğunu hemen fark ediyoruz. Evlerin durumu ve altyapı yokluğu ülkenin ne kadar çaresiz olduğu gösteriyor.

Aynı gün içinde ziyaret etiğimiz Takva Mescidi, Müslümanların bütün imkânsızlıklara rağmen dinlerine nasıl sarıldıklarını bize gösterdi. Cemaatle ikindi namazı kıldığımız Takva Mescidi, 100 m alana sahip. Bakımsızlıktan her tarafı dökülen mescidin bitişiğinde bir odadan müteşekkil bir Kur'an kursu var. Bu odanın durumu da mescitten kötü. Mescidin zemininin yarısı oldukça eski ve yırtık kilimlerle kaplı.

50'den fazla öğrencinin Kur'an eğitimi aldığı kurs odasının ise sadece dörtte birlik bölümü çok eski bir hasırla kaplı. Geri kalan alan ise toprak zemin. Cemaatten öğrendiğimiz kadarıyla ülkedeki birçok Kur'an kursu ve cami bu durumda. İnsanlar, maddi imkansızlıklardan dolayı camilerinin, Kur'an kurslarının içlerini restore edemiyorlar. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen camide 6-7 yaşlarında babalarıyla namaza gelen beyaz takkeli siyah çocukları görüyoruz.

Bu insanlar belki de hayatlarında ilk defa namaz kılan beyaz birilerini görüyorlar. İlk görüşte bizden kaçan çocuklar, babalarıyla kucaklaştığımızı görünce yanımıza geldiler. Gözlerinde bir parıltı var, sanki bir şeylere hasretmişçesine…

Bize eşlik eden müftü yardımcısının anlattığına bakılırsa bu ülkede yaşayan insanların birçoğu sadece yetiştirdiği patates ve fasulye ile hayatlarını idame ettiriyor. Birçoğu hayatlarında et, süt, bal vb. gibi gıdaları hiç yememişler. Daha sonra ziyaret etiğimiz birçok bölgedeki mescit, Kur'an kursu ve Müslüman okulunda da durum bundan farklı değildi. Ama sevindirici olan, tüm imkansızlıklara rağmen buralarda eğitimin bütün hızıyla devam etmesi.

İkinci gün Ruanda müftüsüyle Kigali'nin diğer mahallelerine gittik. Önce bürokratların yaşadığı zengin semtini gezdik. Burada yeni yapılan çok güzel villalar gördük. Ardından Müslümanların yaşadığı mahalleye yöneldik. Daracık evler, altyapıdan mahrum sokaklar ve yüzlerce işsiz genç… Sokak aralarında üstlerinde eski püskü elbiseler ve ayakları çıplak küçücük zayıf çocukları görünce insanın içi burkuluyor. Yine aynı durumda olan ve sokak başlarında oturan yüzlerce genç gördük. Müftü bunların hepsinin iş arayan gençler olduklarını söyledi. Bunların çoğu okuryazar değilmiş.

Ziyaretimizin son gününde 1994 yaklaşık Soykırım Müzesi'ni gezdik. Burada gördüğümüz fotoğraflar ve soykırımda kullanılan silahları görünce tüylerimiz diken diken oldu. Baltalarla, satırlarla, ucu sivri çubuklarla parçalanmış vücutlar… Müzede çeşitli silahlarla katledilmiş insanların kemiklerini gördük, kiminin kafası satırla yarılmış kiminin bacağı baltayla kesilmiş binlerce insana ait kemikler. Bu müzeyi dolaşınca insan buradaki vahşetin boyutlarını daha net görebiliyor.

Yüzlerce insanın katledildiği bir tablonun altında şöyle yazıyor: "Rahat bir ölüm isteyen kurşun parasını vermek zorunda, aksi takdirde en acımasız şekilde işkence ile öldürülecektir."

Bu müzenin dış tarafında açılan toplu mezarda 500 bin ceset var. Hepsi katliam sonrası bulunan kemikler. Tabutlara konulmuş bu kemikler üst üste betondan yapılan büyük depolar şeklindeki yerlerde saklanıyor. Bu depoların üstünü betonla kapatmışlar. Bulunan cesetlerin isimleri büyük tabelalara yazılmış.

Ruanda'da Müslüman nüfus %10 oranında; yani ülkede yaklaşık 1 milyon Müslüman yaşıyor. Ruandalı Müslümanlar kimliklerini korumak için müftülük bünyesinde organize olmuşlar. Müftülük, buradaki Müslümanların uluslararası arenada temsilcisi olduğu gibi aynı zamanda Müslümanların tek danışma organı.

Ruanda'daki Müslümanlar kendi aralarında 10 değişik bölgeye ayrılmışlar ve her bölgenin bir müftüsü var. Müftülerin hepsi merkez müftülüğüne bağlı. Bölgelerde bulunan camiler, okullar ve diğer dini etkinlikler, bu müftülerin sorumluluğunda yapılıyor. Her bölge müftüsü yürüttüğü çalışmaları aylık olarak merkez müftüsüne bildiriyor.

Başmüftülük bünyesinde yaklaşık 600 cami, 600 Kur'an kursu, 12 lise, 7 ilkokul şu anda eğitim veriyor. Bölge Müslümanları kendi aralarındaki herhangi bir sorunu hükümete yansıtmadan müftülük aracılığıyla çözüyorlar ve devlet, müftülüğün verdiği hükmü kabul ediyor.

1994 katliamında tarafsız kalan ve kendilerine sığınan mazlum halkı hiçbir şekilde teslim etmeyen Müslümanlar, bu tavırlarıyla Ruanda hükümetinin güvenini kazanmış ve hükümetle çok yakın ilişkiler geliştirmiş. Ruanda hükümetinin güvenini kazanan Müslümanlar burada belki de birçok ülkede bulamadıkları özgür bir ortam bulmuşlar. Devlet tarafından Müslümanlara tahsis edilen birçok arazide Müslümanlar cami yanlarında okullar inşa etmişler. Bu okullarda hükümetin belirlediği programını yanında kendi belirledikleri programı da uygulayabiliyorlar.

Hatta Müslüman okullarında okuyan öğrencilerin %40'ının gayrimüslim olması ve burada okuyan gayrimüslim kız çocuklarının başörtüsü takmaları ve Hristiyan ailelerin Müslüman okulunu tercih etmeleri Müslümanların bölgede bıraktıkları etki ve güvenin bir göstergesi durumundadır. Müftülüğün yanındaki ilkokulda gördüğümüz başörtülü kızların birçoğunun ismini sorduğumuzda bize Jan, Maria, vb. gayri İslami isimler vermeleri bizleri çok sevindirdi. Hristiyan ailelerin Müslüman okullarını tercih etmelerinin sebebi Müslümanların güvenilir ve ahlaklı çocuklar yetiştirmeleri.

Bütün imkansızlıklara rağmen bölgedeki Müslümanlar çok iyi bir şekilde örgütlenmişler ve Ruanda hükümetinin kendilerine verdiği fırsatları çok iyi değerlendirmişler. Tabii ki Hristiyanlar da boş durmamışlar. Ülkede misyonerlik faaliyetlerinin her türlüsü görülüyor. Özelikle Hristiyanlığın 1994 katliamında bıraktığı kötü intibayı silmek için büyük kiliseler, okullar ve üniversiteler kurulmuş.

Ngatki'den sonra Ruhengeri ve Gisikagi bölgelerine de gittik. Bu bölgelerde Müslümanların okullarını, camilerini ve bölge müftülüklerini ziyaret ettik. Bütün zorluklara rağmen çok iyi örgütlenmişler ve çok çeşitli çalışmalar yapmaktalar. Özelikle cumartesi ve pazar günleri kadınlar ve gençlere yönelik yapılan çalışmalar kiliseye alternatif olmakta. Bunun yanında yeni İslam'a girenlere İslami eğitim, işsiz gençler meslek edindirme kursları, okullar ve Kur'an kurslar vb. çalışmalar da yapmaktalar.

@ Türkleri değil Osmanlıları SOYKIRIMCI ilan edeceklermiş!!!

ABD Yönetimi, 1915’te yaşanan Ermeni olaylarına bakışında son bir yıldır sergilediği "değişim"de yeni bir adım daha attı.

Hürriyet gazetesinden Kasım CİNDEMİR'in haberi:

Senato Dış İlişkiler Komitesi’nin, Erivan’a Büyükelçi adayı olarak gösterilen Marie Yovanovitch’e onay vermesi, Dışişleri Bakanlığı’nın komiteye yolladığı bir mektubun ardından geldi.

Bakanlık, 1915 olaylarının sorumlusu olarak doğrudan Osmanlı yetklilerini gösterdi.

Mektup, Bakan Yardımcısı Vekili Matthew Reynolds tarafından Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Senatör Joseph Biden’e gönderildi.

Biden, Türk ve Ermeni arşivcilerin ABD’ye davet edilmesinin düşünüldüğü bir programla ilgili bir soru sormuştu.

Reynolds, bu programın profesyonel eğitim amacıyla düşünüldüğünü, arşivcilere dökümanların korunması konusunda yardımcı olmayı, Osmanlı’nın 1915’te Ermeniler’e yönelik kitle katliamları ile tehcir belgelerinin gelecek nesillere aktarılmasını amaçladıklarını belirtti.

Matthew Reynolds, "Amaç, bu dehşet verici eylemleri Osmanlılar mı yaptı mı diye bir tartışma başlatmak değil. Amaç, yaşanan olayların gerçekliğini destekleyen dökümanları korumaktır" dedi.

Reynolds, Yovanovitch’in Senatör Robert Menendez’in bir sorusuna verdiği yanıt ile ilgili olarak da şöyle dedi:

"Amerikan Yönetimi, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1.5 milyonu aşkın Ermeni’ye yönelik kitle katliamlarını, etnik temizliğini ve zorla tehcirini tanımaktadır. Biz, gerçekten, Osmanlı yetkililerini bu suçların sorumlusu olarak görüyoruz."

@ Masonluk, Ergenekon'un neresinde?

Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce'nin bugünkü yazısı:

İstanbul Güngören'de masumları kim katletti? PKK mı? Bu katliam Ergenekon'un gözdağı mı? Değilse, hangi terör örgütü? Daha öncekilerde olduğu gibi her terör saldırısında, sanki kararları terör örgütleri alıyormuş gibi, farkında olmadan sığ bir tartışmaya kilitleniyoruz
. Hâlbuki bütün terör örgütleri, devlet içindeki çeteler birer taşerondur. PKK da, DHKP-C de, Hizbullah da, Ergenekon da beyin olamaz. Planları, projeleri başkaları yapar, taşeronlar da ihaleyi alır, uygular. Büyük olayları büyük güçler, onlara bağlı istihbarat birimleri planlar. Uygulamayı da zekâsı, kabiliyeti itibarıyla küçük insanlara yaptırırlar. Mesela, İtalya'da Gladyo'yu açığa çıkaran savcı, bu örgütü kurduranın ABD, İngiltere olduğunu, paraların CIA bütçesinden sağlandığını, fakat beyin takımının P-2 Mason Locası olduğunu daha geçen ay gelip İstanbul'da anlattı. Bu adamlar acımasızca, tren garında yüz kişiyi katlettirdiler, İtalya başbakanını kaçırtıp öldürttüler. Asıl katiller, bu şık giyimli, hümanist görünümlü adamlardı...

Mesela bizde bütün bu olup bitenlerde mason localarının rolü, etkinliği nedir, bu hiç araştırıldı mı? İddianamedeki bir cümle meselâ dikkat çekiciydi. İlhan Selçuk İstanbul'da Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nda darbenin merkezindeki isimlerle görüşmüştü. Buna henüz bir yalanlama gelmedi.

Konuya bir komplo teorisi olarak bakılamayacağını anlatan başka somut örnekler de var.

Gazetemizde Ali İhsan Aydın imzasıyla 16 Şubat 2008'de çıkan haberde, TBMM'den geçen başörtüsüne serbestlik yasasının, Büyük Doğu Locası'nın (Grand Orient) Paris'teki toplantısında da gündeme geldiği yazılıydı. "Avrupa tartışmasında masonlar" konulu toplantıda konuşan Fransa Büyük Üstadı Jean-Michel Quillardet'in değerlendirmesi ilginçti. Türkiye'de, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması için "geriye gidiş" ifadesini kullanan Quillardet, TBMM'den geçen düzenlemenin 'Türk laikliğinin yeniden tanımlanması yolunda açılan tehlikeli bir gedik' olduğunu savundu.

Demokratik bir toplumda, madem masonluk bir dernektir, gizliliği olamaz. O halde bizim, yargı mensupları arasında, üniversite rektörleri arasında, emniyet teşkilatı içinde, iş ve medya dünyasında kimlerin mason olduğunu bilmemiz gerekmez mi? Yasak olmasına rağmen Silahlı Kuvvetler bünyesinde masonlar var mıdır? Masonluğu tespit edildiği için bünyeden çıkarılan generaller var mıdır? Milletin evlatları için, orayı ele geçiriyorlar, buraya sızıyorlar diye dünyayı ayağa kaldıranlar, masonluk konusuna gelince neden suspus oluyorlar?

Bizim millet olarak aramızda ayrılıklar yoktu.

Yarım asırdır içimize zorla, ajanlarla, provokasyonlarla, tahriklerle bir yığın fitne sokuldu.

27 Mayıs askerî darbesiyle milletle ordusunun arası açıldı. Milletin sevdiği bir Başbakan ve iki bakan asker eliyle astırıldı. Bu işin arkasındaki asıl güç kimdi? Hangi devletler işin içindeydi?

Gençlik, kurdurulan sözüm ona öğrenci dernekleri vasıtasıyla bölündü, kardeş kardeşe vurduruldu. 12 Mart 1971 darbesinden, 12 Eylül 1980 askerî müdahalesinden önce her gün onlarca üniversite öğrencisi katledildi. Sonradan öğrendik ki, aynı gün aynı tabancayla bir solcu, bir sağcı öğrenci öldürüldü. "Derin devlet" orada da vardı. Ama asıl azmettiren güçler kimdi? Kim bizim gençliğimizi birbirine kırdırdı?

Türk-Kürt asırlardır birlikte huzur içinde yaşıyorduk. PKK'yı kim kurdurttu? Lideri Öcalan'ı kim yetiştirdi? Kim himaye etti? Ulusalcı geçinen Doğu Perinçek'in, Profesör Yalçın Küçük'ün PKK kamplarında bu katille, canciğer kuzu sarması olmasının asıl anlattığı neydi? Bir Kürt-Türk çatışmasını asıl hangi güçler istiyor? Bu milletin kendi öz değerlerine sahip çıkarak ayağa kalkmasından asıl kim, kimler, hangi ülkeler, hangi mahfiller rahatsızlık duyuyor?

Bizi kim, kimler Sünni-Alevi, laik olanlar-olmayanlar diye bölmeye çalışıyor?

Taşeronlara değil, onları kullananlara kafa yoralım...

30 Temmuz 2008 Çarşamba

@ Allah'ın yarattıkları, bilimadamlarına yol göstermeye devam ediyor...

İki gün önce,Reuters Haber Ajansı'nın verdiği habere göre, Amerikalı araştırmacılar Afrika’nın çamurlu sularında yaşayan Senegal Bişiri (Polypterus senegalus) balığının pullarını inceliyorlar. Balığın pullarından hafif ve sağlam zırhlar yapılabileceği düşünülüyor.

Bilindiği gibi, içinde bulunduğumuz yüzyılda bilimadamları teknolojik ürünler üzerinde çalışırken çoğunlukla doğadaki modellerden faydalanıyorlar. Son yıllarda, doğada bulunan sistemler örnek alınarak yapılan pek çok alet, sistem ve mekanizma insanlığın hizmetine sunuldu. Doğadaki modeller taklit edilerek geliştirilen teknolojik ürünlere pek çok örnek vermek mümkün. Bunlardan biri sağlam zırh sistemleri… Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (Massachusetts Institute of Technology – MIT) araştırmacıları hafif ve sağlam zırhlar üretmek için bir balığın pullarındaki yapıdan ilham alıyorlar.

MIT mühendisleri yaptıkları araştırmalarda 40 santimetre boyundaki Senegal Bişiri adlı balığın pullarının, dışarıdan gelen darbelere karşı oldukça sağlam bir kalkan görevi gördüğünü fark ettiler.

Bunun üzerine balıklardan pul örneği alan MIT ekibi, dört katmandan oluşan bu “kalkanları” bilgisayar ortamında incelemeye başladılar.

Dört katmandan her birinin mükemmel geometrik yapılara sahip olduğunu belirleyen araştırmacılar, katmanların birbirleriyle eklemlenme şeklinin, pulları son derece dayanıklı kıldığını gördüler. MIT ekibinden Christine Ortiz balıktaki yapıyı örnek alarak neler yapılabileceğini şöyle açıklıyor: “Kaya gibi dayanıklı kesişim noktaları ve enerji dağıtan mekanizmalar zırh sistemlerine uyarlanabilir.”

Bilimadamlarının teknolojik çalışmalarında ilham aldıkları doğayı ve tüm canlılığı büyük bir uyum ve kusursuzluk içinde, ihtişamla yaratan sonsuz ilim sahibi Yüce Rabbimiz’dir. Rabbimiz Allah, tüm incelikleri dünyada rahat yaşabilmemiz için biz insanların hizmetine vermiştir.

Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Ey insanlar, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah'ın dışında bir başka Yaratıcı var mı? O'ndan başka İlah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz? (Fatır Suresi, 3)

@ 11 Eylül ve Islam'ın yükselişi

İngiltere İçişleri Bakanı Jackoi Smith’e göre, İngiltere’de her yıl 50 bin İngiliz İslam dinine giriyor.

Bakan, 11 Eylül 2001 olaylarından beri toplam 400 bin İngilizin Müslüman olduğunu söyledi.

İngiltere’de iki milyondan fazla Müslüman olduğunu ve Hıristiyanlıktan sonra ikinci din haline geldiğini bildiren İngiliz bakan, aynı zamanda Müslümanların ihtiyacını karşılayacak bir İslam Üniversitesi kurulması gerektiğini söylüyor.

İslam dininin Avrupa’da yayılma hızı, Avrupalı politikacıları, dini liderleri, araştırmacıları ve basını şaşırtıyor. Avrupalıların İslam dinine girmeleri 11 Eylül olaylarından sonra akılları hayrette bırakacak şekilde bir ivme kazandı.

Araştırmacılar, bunun başlıca sebebinin Batı toplumundaki dini ve kültürel değerlerin erozyona uğraması sonucu, İslam’ın daha kapsamlı ve doyurucu olması; sağlam sosyal ve aile yapısını sunmasına bağlıyorlar.

ABD’nin saygın dergilerinden olan Time dergisi geçenlerde yayınladığı bir raporunda, Batı’da yüzlerce caminin yapıldığını ve artık Avrupa şehirlerinin çoğunda günde beş kez ‘ezan’ duyulmaya başlandığını yazdı.

Geçenlerde yayınlanan BM raporuna göre Avrupa’da 21 milyon Müslüman yaşıyor. Ancak, Avrupa Müslüman Azınlıklar Yönetim Kurulu Başkanı Dr Mahmud Sıddık Said bu sayının 50 milyon olabileceğini söylüyor.

Avrupa’da Müslüman sayısının artması ile birlikte, cami ve İslam merkezlerinin de sayısı hızla artıyor.

1963’de İngiltere’de sadece 13 cami bulunuyordu. Şimdi ise 600 cami ve 1400 İslam organizasyonları var.

6 milyon Müslümanın yaşadığı Fransa’da 1300 cami ve İslam merkezi ile 600 civarında İslam organizasyonu bulunuyor.

Almanya’da 4 milyon Müslüman yaşıyor. 1400 cami ve İslam merkezi var.

İtalya’da ise 1 milyon Müslüman yaşıyor ve 450 cami ve İslam merkezi var. Roma’da 30 milyon dolara mal olacak büyük bir cami yapılıyor.

Kanada’da İslam dinine giren Kanadalı sayısı 1991 ile 2001 arasında yüzde 130 arttı.

İsviçre’de de 11 Eylül olayından sonra 6 bin Hıristiyan Müslüman oldu.

San Diego Üniversitesi’nde çalışan araştırmacı Jan Wax, 2020 yılına kadar her dört Avrupalı’dan birinin Müslüman olacağını söylüyor.

Yine araştırmalara göre, yakın bir zamanda Müslümanların Avrupa işgücünün yüzde 20’sini oluşturacağı ve Avrupa’nın siyasi geleceğini etkileyeceği belirtiliyor.

En çarpıcı haberi ise İtalyan The Journal dergisi veriyor. Önümüzdeki 200 yıl içinde bütün Avrupa’nın İslam dinine gireceğini ve İslam’ın tek din olacağını yazıyor.

@ Dawkins akıllanıyor mu?

Darwin’in Rottweiler’ı olarak tanınan, uzun yıllardan beri Darwin’in en büyük destekçilerinden biri olarak dünya çapında yıkıma uğramış bir teoriyi, evrim teorisini ayakta tutmaya çalışan Oxford Üniversitesi Zooloji Bölümünden Richard Dawkins akıllanıyor mu?

Dawkins, son dönemlerde tüm yazılarında, yaptığı tüm söyleşilerde, tüm röportajlarında tek bir şeyi dile getirir oldu: Canlılık tesadüfen oluşamaz!

Richard Dawkins’in konuyla ilgili çeşitli yayın organlarına yapmış olduğu açıklamalar şu şekildedir:

“Ben şahsen bir köpek ya da bir insan gibi kompleks bir canlıyı salt tesadüfün ortaya çıkarabileceğini düşünemiyorum. . . Eğer bu bir tesadüf teorisi olsa, o zaman bunun işlemeyeceğini en akılsız bir kişi bile bilir. “ (Al Jazeera Televizyonu ile 21 Temmuz 2008 tarihinde yaptığı röportajından)

“Eğer rastgele olsaydı o zaman gördüğümüz fevkalade karmaşık ve mükemmel formların oluşmasına neden olamazdı... Evrimin kendisinin rastgele bir süreç olduğu fikri oldukça gülünçtür. İnsanların gerçekten bu akıl almayacak saçmalığa inanıp inanmadıklarını merak ediyorum. Darwinizm gerçekten tesadüfleri anlatan bir teori olsaydı işe yaramayacağı, ezici, ses getirici ve kesin biçimde açıktır.” (http://richarddawkins.net/mainPage.php?bodyPage=article_body.php&id=170 )

“Bu durum söz konusu donanımların tesadüflerle biraraya gelmiş olamayacağını göstermektedir ve elbette mantıklı hiçbir bilim adamı bunun böyle olabileceğini söylememiştir.” (http://richarddawkins.net/mainPage.php?bodyPage=article_body.php&id=170 )

“Rastgele mutasyonların zürafanın boynu ve elbette diğer her şeyin evrimi için iyi bir açıklama OLMADIĞINI çok doğru söylediniz.”
( http://www.simonyi.ox.ac.uk/dawkins/FAQs.shtml )

19. asırda evrim teorisi ilk ortaya atıldığından beri Charles Darwin’in yegane çıkış noktası olan “tesadüfler”, Darwin’in en ateşli temsilcisi tarafından artık yalanlanmaktadır. Darwinistlerin tüm canlılık için tek açıklamaları, iki yüzyıldan fazla zamandır edindikleri “sahte ilah” bir anda reddedilmektedir. Darwinistlerin asla vazgeçemedikleri “tesadüf putu” artık açıkça terk edilmiştir.

Peki Bu Önemli ve Büyük Değişimin Sebebi Nedir?

Bu büyük değişimin sebebi,

• Darwinistlerin Darwinizm’in yenilmiş olduğunu açıkça ve tüm delilleriyle görmüş olmalarıdır.

• Değil tek bir hücrenin, işlevsel tek bir proteinin bile laboratuvarda oluşturulamayacak kadar kompleks ve üstün olduğunu anlamış olmalarıdır.

• Canlı organizmalara ait hiçbir şeyin kesin olarak tesadüfen meydana gelemeyeceğini artık reddedemeyecek bir konuma gelmeleridir.

• Genetik, biyoloji, mikrobiyoloji bilimlerinin canlıların indirgenemez komplekslikte olduğunu ilan etmesi karşısında çaresiz kalmalarıdır.

• Paleontoloji biliminin, işlevsiz, garip, ucube varlıkların yaşamadığını, milyonlarca yıl boyunca yaşamış olan tüm canlıların mükemmel görünümlü, tam ve kusursuz canlılar olduğunu 100 milyondan fazla fosil ile ilan etmesi sonucunda, bunu kabullenmeye mecbur kalmalarıdır.

• Fosil kayıtlarında tek bir ara fosil bile olmaması karşısında izah ve iddialarını değiştirmek zorunda kalmalarıdır.

• Allah’ın üstün ve kusursuz yaratmasını açıkça görmeleri, fakat bunu resmen kabul etmek yerine ifade değiştirmeleridir.

Şu anda 200 yıldır tüm dünyayı aldatan bu sahte teorinin en sadık takipçilerinin artık Darwin’in temel iddialarını reddediyor olmaları, Darwinizm’in temelden, geri dönüşü olmayacak şekilde çöküşünün en açık, en kesin ve en görünür kanıtıdır. Dünyanın artık bu yalana inanmadığını gören Darwin destekçileri, tesadüf iddiasıyla, değil güçlü ve akıllı beyinleri, çocukları bile aldatamayacaklarını fark etmiş bulunmaktadırlar. Darwinizm’in dünya çapındaki yıkılışının etkilerini görmek ve Darwinistlerin de Darwinizm’i terk etmeye başladığını izlemek kuşkusuz ki sevindiricidir.

Tesadüfe “doğal seleksiyon” gibi isimler koymak Darwinistler için bir çözüm değildir. Doğal seleksiyonda bilinçli bir seçilim durumu söz konusu değildir. Tesadüf yerine doğal seleksiyon gibi kör bir mekanizmayı sahte ilah edinmek, “tesadüf değil ama şans” demekten farklı bir şey değildir. Doğal seleksiyon denen kör sürecin bilinçli, şuurlu ve akılcı dizaynlar, organlar, yapılar, canlılar meydana getirmesi imkansızdır. Doğal seleksiyonun yoktan bir organ meydana getirdiği veya bir organı bir başkasına dönüştürdüğü hiçbir şekilde gözlemlenememiştir, bunun biyolojik açıklaması yapılamamıştır. Yapılması da kuşkusuz mümkün değildir. Doğal seleksiyon isimli sahte mekanizma hiçbir zaman bir türü bir başka türe dönüştüremez. Örneğin bir geyik sürüsünde hızlı koşan geyikler kaplanlardan kaçıp hayatta kalabilirler ama bu yolla hiçbir zaman zürafalara dönüşmeyeceklerdir. Doğal seleksiyonda akıl yoktur, bilinç yoktur, olayları tasarlayan, organları dizayn eden, doğruyu yanlıştan ayırt eden hayali bir güç yoktur. Doğal seleksiyon rastgele gerçekleşir ve geliştirici bir gücü de olmadığı için, “tesadüf yoktur ama doğal seleksiyon vardır” iddialarıyla ortaya çıkmak insanları başka bir yalanla aldatmaya kalkışmaktan başka bir şey değildir. (Detaylı bilgi için bkz. http://www.dogalseleksiyon.com/)

28 Temmuz 2008 Pazartesi

@ Güneş tutulması 1 milyar kişi tarafından izlenecek...

21. asrın beşinci tam güneş tutulması, 1 ağustosta yaklaşık 1 milyar kişi tarafından seyredilebilecek.
Bilim adamlarının açıklamasına göre, olimpiyatlardan bir hafta önce Çin'i alacakaranlığa gömecek olan güneş tutulması, cuma günü TSİ 12.30'da Kanada'nın kuzeydoğusundan başlayıp Grönland'ın kuzeybatısı, Kuzey kutbu denizi, Sibirya'nın kuzeyi, Moğolistan'ın batısı ve Çin güzergahını takip edecek. Tutulma Çin'de TSİ 14.20'de sona erecek.

Tutulma en fazla 2 dakika 27 saniye sürecek.

Güneş tutulması; güneş, ay ve dünyanın aynı hizaya gelmesinden kaynaklanıyor. Güneş aydan 400 kat büyük, ama aynı zamanda 400 kat uzak. Ay, güneşle dünyanın arasına girdiğinde güneşi kapatıyor. Güneş ayın çevresinde hare oluşturuyor. Tutulma buna deniyor. Bu esnada yeryüzü sanki alacakaranlığa gömülüyor, kuşlar ötmeyi kesiyor.

Çoğu Asya'da olmak üzere yaklaşık 1 milyar kişi, cuma günü güneş tutulmasının alacakaranlığında kalacak.

11 ağustos 1999'daki tutulma hadisesi, batı Avrupa'dan Hindistan'a uzanan geniş ve kalabalık nüfusa sahip bir bölgeden izlenebilmişti.
2009'un 22 temmuzunda meydana gelecek tam tutulma ise Hindistan'dan Çin'e çok daha fazla insan tarafından seyredilebilecek.

@ 3. Meşrutiyet ?!

Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk'la ilgili notlar, örgütün 28 Şubat'taki rolüne ışık tutuyor. Selçuk'un mason locasında darbeci isimlerle görüştüğü belirtilirken, "Güneşin mağripten doğması yakındır" yazısının 1998'deki darbe girişimini haber verdiği vurgulanıyor. Bir belgede 28 Şubat için yapılan tanımlama ise ilginç: Üçüncü Meşrutiyet.


Ergenekon iddianamesinin ayrıntılarında 28 Şubat'la ilgili önemli bilgiler var. İlhan Selçuk'la ilgili notlar, Ergenekon'un 28 Şubat'taki rolüne de ışık tutuyor. Tutuklu sanıklardan Aydınlık Dergisi yazarı Adnan Akfırat'ın bilgisayarında, Çevik Bir ekibinin 21 Aralık 1998'de bir darbe girişiminde bulunacağı iddiasına yer veriliyor. Darbe girişimi içerisinde bulunan bazı isimler, İlhan Selçuk'un 26 Kasım 1998 tarihinde Cumhuriyet'te yazdığı "Güneşin mağripten doğması yakındır" başlıklı yazının da bu darbeyi haber verdiğini belirtmiş. Selçuk'un Nuruziya Sokak'taki Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nda darbenin merkezindeki isimlerle görüştüğü bilgisi de savcılıkça hazırlanan metindeki iddialar arasında. Ergenekon sanıklarından ele geçirilen "Devletin Yeniden Yapılanması Üzerine 25 Kasım 1999" isimli belgede de 28 Şubat postmodern darbesi için ilginç bir tanımlamada bulunuluyor: Üçüncü Meşrutiyet. Belge, Kuddusi Okkır'da ele geçirildi.

Ergenekon terör örgütü sanıkları, 20 Ekim'den itibaren yargılanmaya başlanacak. Ancak Ergenekon'un '1 numaralı' ismine hâlâ ulaşılamadı. '1 numara'nın adı iddianamede yer almadı. Bazı çevrelere göre emekli Tuğgenerel Veli Küçük, örgütün lideri olarak gösteriliyordu. Yazar Zihni Çakır, Ergenekon savcılarına verdiği ifadesinde örgütün bir numarası ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Çakır, '1 numara'nın Ülkü Ocakları yönetiminde olduğunu, sık sık Vatanseverler Güç Birliği Genel Başkanı Taner Ünal ile de görüştüğünü ifade etti. Çakır, ayrıca avukat olarak görev yapan İbrahim Gül ve Tarkan Toper'in de belli aralıklarla 1 numara ile görüştüğünü iddia etti. Çakır'ın en dikkat çeken tespiti ise 1 numara olarak bildiği kişinin etkinliklerini ve nüfuzunu 28 Şubat döneminde göstermiş olmasıydı. Yazar, ayrıca örgütün lideri olarak gösterilen şahsın 60- 62 yaşlarında, sarışın ve zayıf olduğunu, medyada resmine hiç rastlamadığını ifade etti.

Ergenekon terör örgütünün Kemalizm ve Atatürk'ü kalkan olarak kullandığı ortaya çıktı. İddianamede, 'Örgütün 'Kemalizm'i kendi çıkarları doğrultusunda bir kalkan olarak kullandıkları görülmektedir. Kemalist Hareket Derneği adı altında oluşturacakları yapıda bile örgütün gizlilik prensiplerini uyguladıkları, derneğin tamamen kendi kontrol ve yönlendirmeleri ile çalışmasını istedikleri, bu nedenle de derneği yönlendirecek gizli bir komite oluşturmayı planladıkları anlaşılmıştır." ifadelerine yer verildi. İddianamenin bir başka bölümünde ise '21. Yüzyıl Kemalist Hareket' isimli dokümanın içeriğinde 'yakın tarihin en radikal sol örgütleri Kemalist olmuştur' deniliyor. Ardından devam eden belgenin içeriğinde "Türk/Kürt kardeşliği sloganı ile PKK'nın Kemalizm'e kaydırılmaya çalışıldığı' ifadelerine yer veriliyor.

25 Temmuz 2008 Cuma

@ Obama'dan birlik çağrısı...

ABD'nin Demokrat Partili başkan adayı Barack Obama, Almanya'nın başkenti Berlin'de halka hitaben yaptığı konuşmada, 21. yüzyılda ortaya çıkan tehditlere karşı ABD ve Avrupa'nın birlik olması çağrısında bulundu.

Obama, Zafer Anıtı'nın (Siegessaeule) önünde toplanan yaklaşık 100 bin kişiye hitaben yaptığı konuşmada, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra 60 yıl önce Batı Berlin'i eski SSCB'nin kuşatmasından kurtarmak amacıyla kurulan hava köprüsünün ABD ve Almanya arasında bir ortaklık başlattığını belirterek, ''20. yüzyıl bize kaderimizin ortak olduğunu gösterdi'' dedi.

Berlinlilerin o ''karanlık dönemde'' bile pes etmediklerini, bu nedenle özgürlük hayalini iyi bildiklerini ifade eden Obama, 60 yıl önce başlayan ortaklığın 21. yüzyılda yeni tehlikelerle karşı karşıya bulunduğunu, tüm bu sorunların çözülmesi için birlik içinde hareket edilmesi gerektiğini, günümüzde hiçbir ülkenin tek başına bu sorunları çözebilecek durumda olmadığını söyledi.

Dünyada yaşanan terör olaylarına, açlık ve sefalete, Orta Doğu sorununa dikkati çeken Obama, ''Bu nedenle bölünmeye hakkımız yok. Birlik içinde olmalıyız'' dedi.

ABD ile Avrupa ülkeleri arasında zaman zaman görüş ayrılıkları olduğunu, bunların gelecekte de olacağını, ancak kaderlerinin ortak olduğunu ifade eden Obama, ''Güvenliğimizi ancak birlikte sağlayabiliriz, bu nedenle uluslarımız arasında, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında duvarlar olmamalı. Bu duvarları yıkmalıyız'' dedi.

Tarihin duvarların yıkılabileceğini gösterdiğini, ancak bunun kolay olmadığını, bunun için gerçek ve güvenilir ortaklara ihtiyaç olduğunu kaydeden Obama, bu nedenle ne ABD'nin, ne de Avrupa'nın kendisini izole edebileceğini, arada güçlü bir köprü kurarak ve zaman zaman fedakarlıklarda bulunarak, özellikle terörizme karşı başarılı olmak zorunda olduklarını, bu sorumluluktan kaçınamayacaklarını sözlerine ekledi.

Hiç kimsenin savaştan yana olmadığını, ancak Afgan halkının El Kaide örgütünün yok edilebilmesi ve ülkenin yeniden imarı için ABD'nin ve Avrupa'nın yardımına ihtiyacı olduğunu belirten Obama, ''Komünizme karşı başarılı şekilde mücadele edebildiysek, nefretten değil, ümitten yana olan Müslümanların çoğuyla da bu yolda başarılı olabiliriz'' diye konuştu.

Obama, dünyanın nükleer silahlardan arındırılması gerektiğini, daha önce iki süper gücün bu silahlar nedeniyle felaketin eşiğine geldiğini ifade ederek, ''Nükleer silahlar olmadan barış için çaba harcamalıyız'' dedi.

Obama, Soğuk Savaş dönemi mentalitesinden vazgeçerek tüm Avrupa çapında ortaklık ve işbirliği için çaba harcanması gerektiğini belirterek, ''İran'ın nükleer isteklerinden vazgeçmesi için çaba harcamalıyız'' diye konuştu.

İsrail ve Filistinliler arasında yakınlaşma sağlamak için de çabalarını sürdüreceklerini, Irak'ta da mümkün olan en kısa zamanda yönetimi tümüyle Irak hükümetine devrederek savaşı sonlandırmak istediklerini ifade eden Obama, ayrıca dünyada emisyonu (başta kara yolu taşıtları olmak üzere atmosfere zararlı tüm sanayi ürünü gazlar) azaltacaklarını, insan hakları ihlallerine ve işkenceye izin vermeyeceklerini, ülkesine gelen göçmenlere de hiçbir şekilde ayrımcılık yapmadan eşit imkanlar tanıyacaklarını söyledi.

ABD'nin geçmişte bazı vaatlerini yerine getirmekte zorlandığını ve hatalar da yaptığını ifade eden Obama, yine de özgürlük içinde yaşayabileceklerini, demokrasi ve özgürlük için mücadele etmeyi sürdüreceklerini belirtti.

Obama konuşmasının ardından anıt önünde kurulan sahneden aşağıya inerek, kendisini dinleyebilmek için yerel saat ile 16.00'dan itibaren anıt çevresindeki meydanı dolduran hayranlarından bazılarına imza dağıttı.

Obama yarın da Rheinland-Pfalz eyaletine geçerek, Ramstein kentindeki Amerikan hava üssünü ziyaret edecek ve ardından Paris'e geçecek.

24 Temmuz 2008 Perşembe

@ Dini liderler, yoksulluk için yürüdü...

İngiltere'nin başkenti Londra'da toplanan Müslüman, Hristiyan ve Musevi dini liderlerin başını çektiği yaklaşık 600 kişi, yoksulluğu azaltmak için 2000 yılında söz veren dünya liderlerini protesto etti.

2000 yılında Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelen başta gelişmiş sekiz ülke (G8) olmak üzere birçok dünya ülkesi, dünyada yoksulluğun 2015 yılına kadar önemli derecede azaltma yönünde söz vermişti. Ancak bu ülkelerin sözlerini yerine getirmedikleri için yoksulluğun öngörüldüğü gibi azalma yönünde ilerleme kaydedemediği görüşünde olan başta Anglikan Klisesi Başpiskoposu Rowan Williams olmak üzere, Müslüman ve Musevi dini temsilcileri ve din adamlarının eşleri de yürüyüşe katıldı.

Yaklaşık bir saat süren yürüyüş sonunda dini liderler ve katılımcılar Başpiskopos Rowan Williams'ın Londra'daki tarihi çalışma binasında bir araya geldi.

@ Derin Devlet ile ilgili bir kitap: Teşkilat

Hepimizin diline pelesenk olan, herkesin üzerinde kolaylıkla söz söylediği, fikir ürettiği bir kavramdır derin devlet. Ne zaman Türkiye'de çözemediğimiz bir olay, cinayet, eylem olsa, "Kesin derin devletin işidir" diyerek suçu ona ihale eder, üstüne gitmeyiz. Peki ne menem birşeydir bu derin devlet? Var mıdır yok mudur diye millet tartışadursun genç bir yazar Selman Kayabaşı onun romanını yazdı bile. Hem de ideal derin devletin. Derin devletin de ideali olur mu demeyin. Selman Kayabaşı 'TEŞKİLAT' adlı romanında ideal derin devleti yazdı. Hem de en kallavisinden...

İşte kurgu ile tarihi tezlerin iç içe geçtiği, Kurtuluş Savaşı günlerine yönelik önemli iddiaların yer aldığı TEŞKİLAT romanının yazarı Selman Kayabaşı ile Staratejikboyut'un yaptığı röportaj...

Stratejikboyut: Teşkilat nasıl bir roman? Neyin romanı?

S.K: Oğuz Kağan'dan bu yana kurulmuş bütün Türk devletlerinde görünen iktidarın dışında yine Türkler tarafından kurulan görünmeyen bir Teşkilat var. Bu romanda, var olduğunu iddia ettiğimiz Teşkilat'ın Türkiye'de son 2-3 yıl içinde tekrar aktif hale gelmeye başladığını, Amerika ile Türkiye arasındaki çatışmanın da bu Teşkilat'ın Ortadoğu'da ve Orta Asya'da yaptığı faaliyetler neticesinde ortaya çıktığını anlatıyoruz. Bu roman hem tarih tezini işleyen hem de bugüne dair bir kurgu ortaya koyan siyasi bir romandır.

Stratejikboyut: Teşkilat, derin devlet romanı mıdır?

S.K: Eğer derin devleti hakkı ile tanımlayabililirsek o zaman bu romana derin devlet romanı diyebiliriz.

Stratejikboyut: O zaman derin devleti hakkı ile tanımlayalım

S.K: Derin devlet, Türkiye'de tanımlanması gerektiği gibi değil, tanımlanmak istediği gibi tanımlanmış bir kavramdır. Bazı insanlar haketmedikleri bir şekilde kendilerini derin devletin ya da derin aklın içine yerleştirmeye çalışıyor. Maalesef bu kişiler mafyayla, çıkar ilişkileriyle, rantla, parayla, uyuşturucuyla ilişkide oldukları için derin devlet, toplumda kötü bir kavram olarak tanınmıştır. Aslında bu kitap derin devlet romanıdır. İdeal bir derin devlet nasıl olmalıdır? İdeal derin akıl nasıl hareket eder? İşte Teşkilat bu sorulara cevap veren bir derin devlet romanıdır.

Stratejikboyut: Kürt siyasetçi Altan Tan, bundan bir ay önce verdiği bir röportajda Türkiye'nin en büyük şanssızlığı ciddi bir derin devletin olmamasıdır demiş ve ülkenin önümüzdeki 300-500 yıllık geleceğini planlayan Alman, Fransız veya İsrail derin devleti tarzı bir yapılanmanın şart olduğunu söylemişti. Sizin romanınız bu kriterlere çok uyuyor? Ne diyorsunuz?

S.K: 300-500 yıl diyemeyiz ama Türkiye'nin gelecek 20 yılına dair planını ortaya koymuş bir derin devletin varlığından sözedebiliriz. Bu planı ortaya koymak yeterli değil. Ben bu romanda Teşkilat'ın aynı zamanda bu planı uygulamak için harekete geçtiğini de anlatıyorum. İş, sadece plan boyutunda kalmadı. Uygulama konusunda da Teşkilat'ın bugünkü liderleri hareket geçtiler.

Stratejikboyut: Teşkilat ne zaman tekrar aktif hale geldi?

S.K: Dönüm noktası 2000 yılı. Burada da Süleyman Demirel'in 5+5 formülü ile seçilmesine yönelik çalışmaları Teşkilat'ın engellediğini ve Süleyman Demirel'in de bu nedenle tekrar seçilemediğini söylüyoruz. Burada görünmeyen bir operasyon var. Görünmeyen bir el seçime müdahale etti. 2000 yılından sonra bu Teşkilat'ın tekrar aktif hale geldiğini söylüyoruz. Burada AKP iktidarı ile sınırlandırılabilecek bir Teşkilat'tan bahsetmiyorum.

Stratejikboyut: Peki bu Teşkilat AKP ile uyumlu çalışıyor mu?

S.K: AKP'nin, MHP'nin, CHP'nin, DP'nin içinde Teşkilat'ın elemanları vardır. Teşkilat, tek başına AKP'den oluşmuyor. Tek başına istihbarat teşkilatı, Teşkilat olamaz. Tek başına ordu, Teşkilat olamaz. Bütün bu kurumların içinde, bürokrasinin içinde Teşkilat'ın vizyonuna ve misyonuna sahip insanlar vardır.

Stratejikboyut: Ne zaman kuruldu bu Teşkilat?

S.K: Teşkilat ilk olarak Oğuz Kağan döneminde kuruldu. Teşkilat ismini verdiğimiz genel bir yapı var. Bu kadrolar Selçuklularda farklı, Osmanlılarda II. Beyazıt dönemine kadar farklı isimlerle anılıyordu. Mesela Fatih Sultan Mehmet zamanında, Kanuni Sultan Süleyman zamanından farklı isimlerle alabiliyor. Osmanlı Devleti'nin son döneminde Teşkilat-ı Mahsusa olarak anılıyor. Türkiye Cumhuriyeti'nde hangi ismi aldığını bilmiyoruz. Biz genel itibari ile Oğuz Kağan'dan bu yana kimi zaman çok aktif, kimi zaman uykuda olan bu teşkilatın ismine genel anlamda Teşkilat diyoruz.

Stratejikboyut: Peki Teşkilat'ı ilk kim kurdu?

S.K: Türklerin ilk devletini hangi kadro kurmuşsa bu teşkilatı kuranlar da onlardır. Çünkü devlet kurmaya karar veren irade bu Teşkilattır.

Stratejikboyut: Teşkilat'ın asıl görevi ne?

S.K: Teşkilat'ın ası görevi nizam-ı alem ülküsü etrafında Devlet-i Ebed Müddet fikrini yaşatmak. Peki Devlet-i Ebed Müddet niçin gerekli? Nizam-ı alem için gerekli. Nizam-ı alemle kastettiğimiz; yaşadığımız coğrafyanın kaostan uzak, savaştan uzak, çatışmadan uzak, fitne fesattan uzak, huzur ikliminin, kardeşlik ikliminin yayılmasıdır. Yani nizam-ı alem, Teşkilat için huzurlu bir iklim demektir.

Stratejikboyut: Devlet-i Ebed Müddet ne demek?

S.K: Nizam-ı alemi kuracak ve kurduğunu da koruyacak bir yapı. Nedir o yapı? Bir devlettir. Bir güçtür. Yani bu Teşkilat, bir devleti yaşatmak için uğraşıyor. O devletin amacı da Nizam-ı alemi sağlamak ve korumak.

Devlet-ı Ebed Müddet, nizam-ı alemi sağlacak olan bir devletin her zaman bağımsız ve özgür olarak kendi kararını verebilen, kendi operasyonlarını kendi isteği ile yapabilen ve kendisi bağımsız karar alabilen bir devletin her zaman dünya üzerinde yaşamasıdır. Bu devlet illa ki Türkiye'de ya da Anadolu'da yaşayacak diye bir şart yok. Eğer bu devlet gerekli şartları Irak'ta sağlayacaksa Irak'ta da kurulabilir, Endonezya'da da kurulabilir, Özbekistan'da da kurulabilir.

Stratejikboyut: Romanınızda Selçuklu Devleti'ni, Osmanlı Devleti'ni, Türkiye Cumhuriyeti'ni bu Teşkilat kurdu diyorsunuz...

S.K: Tarihteki tüm Türk devletlerini bu Teşkilat kurdu. Mesela bugün Bosna-Hersek, Türk devleti olarak görülmez. Boşnak müslüman devletidir ama Bosna-Hersek'i de Teşkilat'ın kurduğunu söylüyoruz. Mesela Pakistan'ı da Teşkilat'ın kurduğun söylüyoruz. Keza Libya'da öyle. Ama bunlar Türk devleti değil.

Stratejikboyut: Teşkilat ne zaman Müslümanların da lideri oluyor?

S.K: Abbasi halifesi saldırıya uğruyor. Tuğrul Bey de bu saldırıyı duyuyor ve bir orduyu Abbasi halifesini kurtarmak için gönderiyor. Bozgundan kurtulan Abbasi halifesi Tuğrul Bey'i Doğu ve Batı'nın hükümdarı olarak ilan ediyor. İşte bu tarihten itibaren Teşkilat, yalnızca Türkler için değil, müslümanlar için de Ebed-i Müddet' fikriyle vazifeli kılınıyor. Yani bu tarihten sonra Teşkilat, müslüman devletlerin lideri ve koruyucusu oluyor.

Stratejikboyut: Tabiki bunu hiçbir zaman istemeyiz ama Türkiye'nin parçalanması, yıkılması durumunda yeni devleti yine bu Teşkilat mı kuracak?

S.K: Haritalar baki kalmak üzere çizilmez, değiştirilmek üzere çizilir. Dünya üzerinde bugüne kadar sabit kalmış ve kıyamete kadar da sabit kalacak bir harita göstermek çok zor. Hele hele bizim bölgemizde bu imkansız gibidir. Her 50 yılda, 100 yılda bir haritalar değişir. Türkiye'nin de haritası önümüzdeki yıllarda muhtemelen genişleyecektir, büyüyecektir. Sınırların öneminin çok fazla olmadığını ve sınırların önemini yavaş yavaş kaybettiğini, farklı şeylerin perde arkasının daha kıymetli hale geldiğini söylüyoruz. Eğer günün birinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığı tehlikeye girecek olursa, dış güçlerin saldırısına uğrarsa tabiki Türkler yeni bir devlet kurmak için kollarını sıvayacaktır.

Stratejikboyut: Peki o devleti de bu Teşkilat mı kurar?

S.K: Bu Teşkilat kurar, bu Teşkilat'ın görevlendirdiği insanlar kurar.

Stratejikboyut: Mustafa Kemal de bu Teşkilat'ın üyelerinden birisi mi?

S.K: Kesinlikle. Bu Teşkilat'ın üyeleri arasında en belirgin isimler kimler derseniz bunlar birisi Enver Paşa, diğeri de Mustafa Kemal Paşa'dır. Tarihi belgelerle de kayıtlıdır. Mustafa Kemal Paşa ve Enver Paşa Teşkilat-ı Mahsusa'nın görevi ile Trablusgarp'a gitmişlerdir.

Stratejikboyut: Başka kimler var bu Teşkilat'ta?

S.K: Kuşçubaşı Eşref, Şekip Arslan, Şeyh Sunusi. Bu Şeyh Sunusi Sivas Kongresi'ne de katılıyor. Ömer Muhtar, Süleyman Askeri Bey, Kazım Karabekir, Celal Bayar. Bunların hepsi Osmanlı'nın son döneminde Teşkilat-ı Mahsusa'nın liderleridir.

Burada belgelere dayanan birkaç önemli detayı anlatmak istiyorum.

Mustafa Kemal Paşa Teşkilat-ı Mahsusa'da önemli görevleri olan bir liderdi. Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkmasından bir ay önce, Kazım Karabekir Paşa'nın Edirne'deki ordu görevinden tayini çıkarılır ve Erzurum'a gönderilir. Peki bunun nedeni nedir? Mustafa Kemal Paşa, 3 Nisan'da arkadaşlarıyla yaptığı bir sohbette 'Keşke Kazım Bey Doğu'ya gitse de bizim orada yapacağız faaliyetlere yardımda bulunsa' der. Demek ki 3 Nisan'da Mustafa Kemal Paşa Doğu'ya gönderileceğini biliyordu. Bu olaydan sonra 10 ya da 12 Nisan'da Kazım Karabekir Paşa'nın tayini Sultan Vahdettin tarafından Erzurum'a çıkarılmıştır.

Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a tayini çıktığı gün 2 tane İngiliz subayı Sivas'a, 2 tane İngiliz istihbarat subayı da Samsun'a gönderilir. İngilizlerin Karadeniz Ordu Komutanı General Milne, Mustafa Kemal Paşa Bandırma Vapuru ile yoldayken Osmanlı Devleti'nin Dahiliye Nazırlığı'na bir telgraf çeker. Telgrafta şöyle bir not yazar: 'Mustafa Kemal isminde bir komutanı Samsun'a 9. Ordu müfettişi olarak gönderiyormuşsunuz. Yanında da bir kurmay heyeti varmış. 9. Ordu, İngilizler ve Türkler arasında yapılmış bir anlaşmayla lağvedilmişken 9. Ordu'ya bir kurmay başkanı ve bir kurmay heyeti tayin etmeniz sebebi nedir? Mustafa Kemal Paşa Sivas'a neden gidecektir ve neden orada bir toplantı yapacaktır?' Bu çok ilginç bir olay. Çünkü biz 9. Ordu'yu daha önce lağvetmişiz ama daha sonra Mustafa Kemal Paşa'yı 9. Ordu Müfettişi olarak göndermişiz. Halbuki ortada öyle bir ordu yok.

İstanbul Hükümeti General Milne şöyle cevap gönderiyor: "Anadolu'da bize bağlı üst düzey bir komutanın gezmesi ve bağımsızlık için bazı faaliyetlerde bulunması sizi ilgilendirmez, bizi memnun eder." Çekilen telgraf bu. Genelkurmay arşivlerinde bu belge mevcut.

Burada dikkat çeken diğer önemli bir husus ise şu: İngilizler, Mustafa Kemal Paşa'nın daha Samsun'a gelmeden Sivas'a gideceğini ve orada bir kongre toplayacağını biliyorlar. Demek ki bu karar, Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gitmeden önce İstanbul'da alınmış. Kim tarafından alınmış? Mustafa Kemal Paşa'yı oraya gönderenler tarafından alınmış. Demek ki bu kongre planları daha İstanbul'da alınmış.

Mustafa Kemal Paşa'yı Samsun'a Sultan Vahdettin gönderdi. Dönemin Sadrazamı Damat Ferit Paşa'nın bizzat Hazine-i Messure'ye gönderdiği telgraf var. Hazine-i Messure, bugünkü anlamıyla Başbakanlığa bağlı olan Örtülü Ödenek'tir. Bu belgelerin hepsi bende mevcuttur. İstenildiği takdirde gösterebilirim. Sadrazam Damat Ferit Paşa, bu telgrafta şöyle diyor: Mustafa Kemal Paşa'ya muktezi meblağ'da -yani istediği miktarda, bizim tayin ettiğimiz değil O'nun istediği miktarda- yardımın yapılması benim emrimdir' Mustafa Kemal Paşa Samsun'a gitmeden önce şöyle bir talepte bulunuyor: Benim görevli olarak gönderildiğim birliklerin hepsi seferi birlik olsun. Yani savaş yapabilecek, karşı tarafa saldırıda bulunabilecek birlikler olsun diyor.

19 Mayıs'ta Samsun'a gelen Mustafa Kemal, birkaç gün sonra hemen Doğu ve Batı'daki illere telgraf çekiyor. Doğu'daki illere telgraf çekerken, Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak imza atıyor. Balıkesir ve Manisa'daki birliklere telgraf çekerken de Fahr-i Yaveri Mustafa Kemal ünvanını kullanıyor. Bu da padişahın yardımcısı Mustafa Kemal demektir. Tüm bunlar Genelkurmay'ın arşivlerinde mevcut.

Stratejikboyut: Teşkilat sadece bir roman mı? Gerçek tarafları var mı? Yoksa tamamen kurgu mu?

S.K: Tarihi gerçeklerin olduğu bölümler de var -bunlar tarihi kaynaklara dayanıyor- kurgu olan kısımlar da. Burada verilmek istenen bir mesaj var. Bugüne ilişkin kurgulanmış olan bölümlerde, İran'la Amerika arasında gelişen olaylara ilişkin tespitlerde bulunduk. Özelliklede arrov füzelerine yönelik. Ve bu gerçekleşti.

Stratejikboyut: Neydi o arrow füzeleri olayı?

S.K: Bizim kitap çıktıktan bir hafta sonra İsrail Gazatesi Jeruselam Post'ta bir haber çıktı. Hatta bu haberi Hürriyet Gazetesi manşet yaptı. İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres geçtiğimiz günlerde Ankara'daydı. Jeruselam Post, bu ziyarette Türkiye ile İsrail arasında arrow füzelerinin satışına yönelik üst düzey görüşmelerin yapıldığını söyledi. Bizim kitabımızda da şöyle bir sahne var. Pentagon'da toplantı yapılıyor. Amerikan Başkanı, Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve CIA Başkanı var. Bunlar diyorlar ki "eğer İran'a bir harekat düzenleyeceksek İran, İsrail'e füze atacaktır. Bizim bu füzeleri İran sınırları içerisinde vurmamız gerekiyor. Eğer bu füzeleri İsrail üzerinde vurursak bu büyük bir felaket olur. Çünkü füzenin başlığında nükleer silah ya da kimyasal silah olabilecek ve bu da İsrail halkının üzerine düşecektir. Dolayısıyla ne yaparsak yapalım, aradaki mesafe nedeniyle İran'dan atılan füzenin atıldığına dair sinyal almamız ve İsrail'deki füzeyi ona göre ateşlememiz mümkün değil. Bu füzeyi İran üzerinde vuramıyoruz. Peki ne yapmalıyız? Bu arrow füzelerini Hakkari'ye kurmalıyız. Sinyalizasyon sistemini de oraya kurmamız gerekiyor. O zaman İran'dan atılan füzenin sinyalizasyonunu çok erken alırız ve Hakkari'den attığımız füze ile İran füzelerini İran sınırında vurabiliriz" diyorlar. Bunun için de Türk hükümetini buna ikna etmenin gereğini vurguluyorlar. Bu olay benim kitabımda kurguydu ve bizim kitabımız da Jereselam Post'ta yayınlanan bu haberden bir hafta önce çıktı.

Keza PKK terör örgütü ile ilgili romanda geçen bir kurgumuz da yine gerçek oldu. Artık onu okuyucularımız kitabı okuduklarında görürler. O da süpriz olsun.

Stratejikboyut: Son günlerin en çok tartışılan konularından birisi şu: Vahdettin vatan haini miydi? Siz aynı zaman bir tarihçisiniz. Romanınızın bir bölümünde Vahdettin, Mustafa Kemal'e yeni bir devlet kurma, kendisine de Osmanlıyı tasfiye etme görevi verildiğini söylüyor. Size göre Vahdettin vatan haini miydi?

S.K: Sultan Vahdettin'in hain olmasını gerektiren herhangi bir belge, herhangi bir bilgi, tarihi bir vesika ortaya koyabileceklerse buyursunlar. Ama biz bu belgeyi ortaya koymadığınız takdirde Sultan Vahdettin'e haindir diyemezsiniz demiyoruz. Biz Sultan Vahdettin'in vatan haini olmadığını belgelerle ortaya koyuyuruz.

Stratejikboyut: Romanınızdaki dikkat çeken bölümlerden birisi de şu: Vahdettin, Mustafa Kemal'e 'Bir gün İngiliz Hükümeti bize fazla baskı uygular ve seni İstanbul'a geri çağırmak zorunda kalırsak sakın yanlış anlama, mecburiyettendir' diyor. Bu iddianızı neye dayanarak söylüyorsunuz...

S.K: Bu görüşme Nutuk'da da yazar. Ama romanda bizim kullandığımız, sizin az önce söylediğiniz sözler bizzat kullanılmış mıdır bilmiyoruz. Ama o görüşme içerisinde kullanılan cümlelerin yüzde 80'i zaten Nutuk'da Mustafa Kemal Paşa tarafından anlatılıyor. "Sultan Vahdettin'le diz dize oturduk. Dizlerimizin bu kadar yakın olmasına önce bir anlam veremedim." Bunlar Nutuk'da yazan şeyler.

Enver Paşa'yı saltanat düşmanı bir insan olarak değil ama bazı padişahlara karşı bir isim olarak görüyoruz. Enver Paşa aslında saltanatı kaldırmak ve yerine cumhuriyeti getirmek isteyen bir kişi değil. Ancak Enver Paşa'nın Sultan Vahdettin tarafından tasfiye edildiğini yerine de Mustafa Kemal Paşa'nın geçtiğini görüyoruz. Hatta Enver Paşa, Milli Mücadele yıllarında Anadolu'ya girmek istiyor ancak Mustafa Kemal Paşa buna izin vermiyor. Bu aslında Teşkilat'ın bir kararıdır. Sultan Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı görüşmeden O'ndan iki şey rica eder: Birincisi Enver Paşa'yı Anadolu'ya sokma, ikincisi de Milli Mücadeleyi organize et. Burada saltanatçı bir komutanın tasfiye edilip, yerine Mustafa Kemal gibi daha öğrencilik yıllarında cumhuriyet yanlısı olduğu bilinen, saltanatı devirmek istediği çok önceleri istihbari belgelerle ispatlanan bir kişinin başa geçirilmesi, Osmanlı Devleti'nde ciddi bir kararın alındığının göstergesidir. Saltanatçı bir kişinin yerine cumhuriyetçi bir paşanın Anadolu'ya gönderilmesi artık Osmanlı Devleti'nde tasfiye kararının alındığının bir göstergesidir.

Stratejikboyut: İnönü'nün cumhurbaşkanlığı döneminde Teşkilat'ta bir kopukluk oldu diyorsunuz. İnönü Teşkilat'tan değil miydi?

S.K: Teşkilat-ı Mahsusa kayıtlarında İsmet Paşa'nın ismi görünmüyor. Celal Bayar var ama İsmet Paşa yok.

Stratejikboyut: Baykal'ın o çok tartışılan Kuzey Irak açılımı da mı Teşkilat'ın işi?

S.K: Kesinlikle var. Teşkilat, bölgede kardeşlik ikliminin tesis edilmesini istiyor. Misak-i Milli dediğimiz sınırlar, oradaki toprak parçasını, toprağın üzerinde ya da altındaki madenleri ele geçirmek için değil, öncelikle ve ehemmiyetle oradaki kardeşlerimiz için çizilmiştir. Oradaki Kürt kardeşlerimizin bizlerden ayrılmaması için çizilmiştir. Biz Musul ve Kerkük'e petrol deposu olarak değil, kardeşlerimizin orada yaşadığı bir bölge olarak bakıyoruz. Teşkilat'ın vizyonuna sahip devlet yöneticileri de -ordu içinde var, hükümet içinde var, muhalefetin içinde var, bürokrasinin içinde var- Kuzey Irak'la diyalog kurulması taraftarıdır. Sayın Baykal'ın son yaptığı açıklamaları ben, Baykal'ın hür iradesi ile yaptığına inanmıyorum. Birilerinin Deniz Baykal'ın kulağına birşeyler üflediğini ve böyle bir açıklama yaptırdığını düşünüyorum.

Stratejikboyut: Bu romanı yazma fikri ne zaman ortaya çıktı?

S.K: 2005 yılı Ekim ayında bu fikir ortaya çıktı. Böyle bir tarih tezi vardı ama ilk metinde bunu çok yüzeysel anlatmıştım. Birkaç değerli arkadaşıma okuttum ama vermek istedimiz bu mesajı veremediğimi anladım. Daha açık yazmam gerektiğini düşündüm. 2005'in Ekim ayından beri yazma süreci devam etti.

Stratejikboyut: Okuyucu bu romanı neden okumalı?

S.K: Türkiye'ye ve bölgedeki ülkelere karşı yapılan çok ciddi operasyonlar var. Bizim gördüğümüz tankla tüfekle yapılan operasyonların dışında, çok daha vahim neticelere neden olacak ciddi operasyonlar var. Okuyucu bu romanı bu operasyonların kurmuş olduğu tuzağa düşmemek için okumalı. Bu operasyonların Türkiye için en büyük amacı bir Türk-Kürt çatışmasını çıkarmaktır. Biz bu kitapta verdiğimiz bazı mesajlarla Türk-Kürt çatışmasının hiç yaşanmamasını gerektiğini, yaşanması için sebep olmadığını söylüyoruz. Eğer varsa da yine bunları kendi içinde çözebiliriz mesajını veriyoruz. Bunun yanında İran, Irak, Suriye'de, yani bu bölgede yaşanan bazı olaylar var. Bu olayları tetikleyecek, Türkiye içinde kurulmuş tezgahlar var. Bu tezgahlara düşmemek için bu romanı okumalıyız. Ve en önemlisi de kendi tarihine şanla ve gururla bakması için bu kitabı okumalıyız.

Röportaj: Yetkin YILDIZ

Türk-Islam Birliğine bir adım daha...

Demir İpek Yolu'nun temeli Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'in de katılımıyla törenle atıldı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül törende yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Bugün gerçekten çok mutlu bir günü hep beraber yaşıyoruz. Büyük bir projenin Türkiye tarafının temel atma merasimini icra ediyoruz. Aslında bu herkesin bildiği gibi tarihi ipek yolunun canlanmasıdır. Eskiden hayvanlar üzerinde bu ipek yolu faaliyetteyken, bugün demirler üzerinde yeniden faaliyete geçiriyoruz. Bu proje sadece üç ülkeyi birbirine bağlamıyor. Bu proje Çin'i Londra'ya kadar bağlayan demiryoludur. Onun için projenin büyüklüğü gerçekten çok anlamlıdır. 3 ülkenin siyasi iradesiyle yeni projeler gündeme gelecek."

@ Müslümanlar zor durumda...

Güney Asya ülkelerinden Myanmar yönetiminin baskıcı tutumlarından kaçan Arakan Müslümanları açlıkla pençeleşiyor.

İHH İnsani Yardım Vakfı'nın yaptığı açıklamaya göre, Myanmar'daki cunta askeri yönetimin baskıları sebebiyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan Arakanlı mülteciler, Bangladeş'e sığındı. Ancak, Bangladeş'in Cox's Bazaar şehrinde bulunan Teknaf kampında yaşayan 12 bin Arakanlı mülteci açlıktan ölümle karşı karşıya.

Açıklamada, Naf Nehrinin kıyısında bataklık alan üzerine hasırdan yapılan baraka kulübelerde yaşamlarını sürdürdükleir belirtilen mültecilerin yiyeceklerinin tükenmiş durumda olduğu belirtildi.

Tüm dünyada yaşanan gıda fiyatları Bangladeş'te de iki katına çıktı. Pahalılık sebebiyle hiçbir şey alamayan mülteciler, Türkiye'den yardım istediler.

İHH, bölgedeki Müslümanlardan yardım mektubunu aldığını açıklarken, mektupta "Yağ, soğan, et, sebze istemiyoruz. Sadece pirinç istiyoruz. Biz çocuklarımızın hayatını kurtarmak istiyoruz" ifadelerinin kullandığını bildirdi.

Mektupta ifade edildiğine göre, 7 bin çocuğun olduğu kampta okul ve hastane yok. Kamplar yarı bataklık bir arazi üzerine kurulmuş. Özellikle Muson yağmurları başladığı zaman mülteciler, büyük sıkıntı yaşıyor. Hiçbir geçim kaynakları olmayan mülteciler, nehirden tuttukları balıklarla ve çevreden topladıkları otlarla, yapraklarla hayatlarını sürdürmeye çalışıyor.

Birleşmiş Milletler (BM) mülteci statüsünde kabul etmediği için sınırlı sayıda yardım yapıyor. Bu kampın yanı sıra Kutupalong kampında kalan Arakanlı mülteciler de açlık ve sağlık sorunu yaşıyor.

Vakıf, bölgeden gelen yardım mektubuna yardım eli uzatacağını açıkladı. Mültecilere belli periyotlarla yardım götürüldüğünü belirten İHH, bölgeden gelen olumsuz haberler üzerine yeni bir yardım çalışması başlattı.

Arakanlı çocuklar yaprak satarak geçinmeye çalışıyor. Ancak yapraklar için alıcı bulmak imkansız gibi...

Yardımların, en kısa sürede mültecilere ulaştırılacağı ifade edildi.

Arakanlı kadınlar, evlerinde çocuklarına yedirecekleri yemeklerinin olmadığını söylüyor.

Arakan Müslümanlarının yaşadığı kamp, resimde de görüldüğü gibi bataklığın ortasına kurulmuş durumda. İnsanlar burada hayat mücadelesi veriyor.

22 Temmuz 2008 Salı

@ Sırp kasabı Radovan Karaciç yakalandı...

Sırbistan Devlet Başkanı Boris Tadiç'in bürosundan kaçak savaş suçlusu Radovan Karaciç'in tutuklanması hakkında yapılan açıklamada, Karaciç'in Sırp güvenlik güçlerince dün düzenlenen bir operasyon sonucu tutuklandığı bildirildi.
Eski Yugoslavya'daki savaş suçlularını yargılamak amacıyla Hollanda'nın Lahey kentinde oluşturulan uluslararası savaş suçları mahkemesinde başsavcılık görevini yürüten Serge Brammertz de konuya ilişkin açıklamasında Karaciç'in tutuklanmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

Sırbistan Cumhuriyeti eski devlet başkanı olan Karaciç, Sırbistan Demokratik Partisi başkanlığı ve Bosnalı Sırp Ordusu Yüksek Komutanlığı görevlerini bir süre yürütmüştü. Karaciç, Srebrenitsa'da 8 bin Müslümanın 1995 yılında katledilmesini organize etmek ve 1992-1995 yılında yapılan Bosna savaşında işlenen diğer savaş suçları nedeniyle aranıyordu.

İlk kez 24 Temmuz 1995'te hakkında suçlamada bulunulan Karaciç, 13 yıldan beri adaletten kaçıyordu. Karaciç'e yöneltilen suçlamalar arasında; "soykırım yapmak", "soykırıma suç ortaklığı yapmak", "yoketme", "cinayet", "kasıtlı adam öldürme", "insanlara eziyet etme", "zorla göç ettirme", "insanlık dışı fiilleri işleme" ve "1992-1995 yılları arasında Bosna Hersek'te, Bosnalı Müslümanlar, Bosnalı Hırvatlar ve Bosna'daki Sırp olmayan diğer sivillere karşı diğer suç fiillerini işleme" bulunuyor.
Radovan Karaciç, eski Yugoslavya'daki savaş suçlularını yargılamak amacıyla oluşturulan özel uluslararası savaş suçları mahkemesine iade edilmesi durumunda mahkeme tarafından yargılanacak 44. Sırp savaş suçlusu sanığı olacak.

RADOVAN KARADZİÇ'İN KATILDIĞI SREBRENİÇA KATLİAMININ KRONOLOJİSİ

Srebreniça katliamına kadar olaylar şöyle gelişti:

NİSAN 1992 - Bosna-Hersek'te savaş başladı. Sırp ordusu doğuya doğru hızla ilerledi ve nüfusunun yüzde 75'ini Müslümanların oluşturduğu 36 bin nüfuslu Srebreniça'yı ele geçirdi. Birkaç ay sonra Boşnaklar kasabayı geri aldı.

OCAK-MART 1993 - Sırplar Boşnakların elindeki bölgelere karşı saldırıya geçti. Srebreniça ve Zepa, Sırpların elindeki bölgenin oldukça içlerinde, düşman birlikler tarafından kuşatılmış bölgeler haline geldi. Çevre bölgelerden kaçan Boşnakların göçü sonucu Srebreniça'nın nüfusu 60 bine çıktı. Su, gıda ve tıbbi malzeme kıtlığı başladı.

NİSAN 1993 - Birleşmiş Milletler, Srebreniça, Zepa ve Gorazde'yi, diğer 3 bölge ile birlikte BM koruması altındaki "güvenli bölge" ilan etti. BM Barış Gücü, bu bölgelere asker sevk etti ve Sırp saldırıları durdu. Ancak Srebreniça etrafındaki Sırp kuşatması devam etti ve sonraki 2 yıl içinde çok az sayıda insani yardım konvoyunun kasabaya girmesine izin verildi.

MART 1995 - Karaciç, Srebreniça ve Zepa'nın tamamen dış dünyadan koparılmasını emretti ve yardım konvoylarının bu kasabalara ulaşması engellendi.

9 TEMMUZ 1995 - Karaciç, Srebreniça'nın alınması emrini verdi. Sırplar kasabayı ele geçirmek için "Krivaya 95 Operasyonu"nu başlattı. Srebreniça'yı kuşatan Sırplar, BM Barış Gücü'ndeki Hollanda askerlerinin gözetleme mevzilerine saldırdı ve 30 kadar Hollanda askerini rehin aldı.

10 TEMMUZ 1995 - Sırp ordusu Srebreniça'ya top ateşine başladı. Hollanda güçleri Sırplara, sabaha kadar geri çekilmezlerle NATO'nun hava saldırısı düzenleyeceği tehdidinde bulundu.

11 TEMMUZ 1995 - NATO savaş uçakları Srebreniça etrafındaki Sırp tanklarını bombaladı. Sırp ordusu kasabaya bombardımana yeniden başlayacağı ve rehin Hollanda askerlerini öldüreceği tehdidinde bulundu. Aynı gün akşam Sırp Genelkurmay Başkanı Ratko Mladiç Srebreniça'ya girdi.

11-18 TEMMUZ 1995 - Aynı akşam 15 bin kadar Boşnak askeri ve sivil, dağları aşarak Srebreniça'yı terk etti. Birçok Boşnak bu sırada topçu ateşi ve keskin nişancı ateşiyle öldürüldü. Sırp askerleri yakalayabildiklerini de öldürdü. Srebreniça içindeki Sırp askerleri ise kadın ve çocukları ayırarak, otobüsler ve kamyonlarla Boşnakların elindeki bölgelere gönderdi. 16 yaş ile 70 yaş arasındaki yaklaşık 8 bin Boşnak erkek, depolara, okullara ve ambarlara dolduruldu ve kurşuna dizilerek toplu mezarlara gömüldü.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

@ Elebaşından, Ergenekon açıklaması...

İmralı'da tutuklu bulunan terör örgütü PKK'nın elebaşısı Abdullah Öcalan, Ergenekon operasyonu kapsamında cezaevine konulan generallerin kendisiyle görüştüğünü ileri sürdü. PKK'nın ve kendi adının Ergenekon terör örgütüyle ilişkilendirilmek istendiğini iddia eden teröristbaşı Öcalan, "Benim ismimi kirletmeye çalışıyorlar." diyor.

Ergenekon'un terör örgütü PKK'yı ele geçirme planının olduğunun ortaya çıkması Abdullah Öcalan'ı kızdırdı. İmralı'da tutuklu bulunan PKK'nın elebaşısı Öcalan, Ergenekon'un kökünün 1930'lu yıllara dayandığını savundu. Öcalan, avukatları aracılığıyla 18 Temmuz'da yaptığı açıklamada, ulusalcı grupla M. Kemal'in bile baş edemediğini ileri sürerek, "1930'larda etrafını kuşatarak etkisizleştirdiler. Mustafa Kemal bunlara teslim oldu. Cumhuriyetçileri tasfiye ettiler. Amerika ile birlikte Ergenekon'un geçmişi 1950'lere dayanıyor. Ergenekon aslında tasfiye edilmedi, kadroları değiştiriliyor. Ulusalcılar tasfiye ediliyor, yerlerine daha profesyonel bir kadro getiriliyor. Amerika her iki grubu da çatıştırıyor." iddiasında bulundu. Ergenekon'un DHKP-C, İBDA-C, Hizbullah ve PKK bağlantılarının tartışıldığını hatırlatan Öcalan, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan Hurşit Tolon ve birkaç komutanın da İmralı'da kendisiyle görüştüğünü aktardı. Öcalan, şunları anlattı: "Beni ve PKK'yı da Ergenekon'la ilişkilendiriyorlar! Bununla ne amaçlanıyor? Tutuklanan generallerin İmralı ile bir şekilde ilgileri olmuştu. Hurşit Tolon ve birkaçı bir dönem burada komutanlık yaptılar. Ergenekon'u bizimle ilişkilendirmeye çalışıyorlar. Bunlar, boş iddialardan ibaret. Benim ismimi kirletmeye çalışıyorlar. İmralı'ya geldiğimde gelip benimle görüştüler. Kıvrıkoğlu'nun adamları da vardı. Onlara, 'benimle böyle konuşuyorsunuz ama gücünüz var mı' dedim. 'Gücümüz var ki böyle konuşuyoruz' dediler. Ben onlara da 'beni bu şekilde kullanamayacaklarını, beni bu şekilde kandıramayacaklarını' söyledim. 'Ya kendilerini kandırıyorlar ya da beni kandırmaya çalışıyorlar' diye düşünüyordum. Zaman gösterdi ki bunlar kendilerini kandırmış."

@ The Daily Telegraph'ta beynin evrimi masalı...

The Daily Telegraph gazetesinin internet sitesinde, beynin sözde evrimiyle ilgili Darwinist masala yer verildi. Sözkonusu masalı içeren yazı, "Study traces the evolution of the human brain- Çalışma, insan beyninin evrimini araştırıyor" başlığını taşıyordu ve Wellcome Trust Sanger Enstitüsü araştırmacılarının İngiliz bilim dergisi Nature’da yayımlanan yeni bir çalışmalarını konu ediyordu. Bu yazıda yer verilen Darwinist masal cevaplanarak evrimi iddiasının açmazları ortaya konmaktadır.

Beynin evrimi iddiasıyla ilişkilendirilen karşılaştırma çalışmaları genellikle sinapsların sayısına dayandığı halde, bu çalışmada sinapsların protein bileşenleri inceleme konusu edilmişti. Araştırma ekibinden Seth Grant, Telegraph.co.uk yazısında aktarılan sözlerinde çalışmanın bu özelliğini şu sözlerle ifade ediyordu:

Birçok çalışma sinapsların sayısına baktığı halde hiçbiri sinapsların moleküler bileşimine bakmamıştı. Farklı türlerin sinapslarındaki protein sayısında büyük farklılıklar bulduk. Memeli sinapslarında bulunan 600 proteini inceledik ve (sinekler gibi) omurgasızların sinapslarında bunların sadece yüzde ellisinin ve kesinlikle beyni olmayan tek hücreli canlılarda yaklaşık yüzde yirmibeşinin bulunduğunu ortaya çıkardığımızda şaşırdık

Görüldüğü gibi, Grant ve ekibinin çalışmasında memeli, omurgasız ve tek hücreli canlılarda sinapsların barındırdıkları proteinler açısından bu canlıların ne dereceye kadar benzer oldukları ortaya konmuştur. Bunun ise benzerliğin sadece bir tespiti olduğu, beynin sözde evrimine dair hiçbir bilimsel açıklama getirilmediği ortadadır. Buna rağmen Telegraph yazısında sadece önyargı ve spekülasyona dayalı olan bir beyin evrimi masalı aktarılmaktadır.

Telegraph yazısının sonunda, araştırmanın yazarları arasında yer alan ve Keele Üniversitesi’nde Biyoinformatik araştırmacısı olarak görev yapan Richard Emes’in konuyla ilgili yorumuna, daha doğrusu bilimdışı Darwinist masalına yer verilmektedir. Emes, beynin kökenini körükörüne inandığı Darwinizm’le açıklamaya çalışmaktadır ve şöyle söylemektedir:

Darwinci evrim sürecinin, bira mayasındaki bir grup duyusal proteinden memelilerde öğrenme ve bilmeyle ilgili olan kompleks sinapsları küçük oynamalar ve geliştirmelerle meydana getirmiş olması hayret verici.

Emes’in buradaki iddiasının, desteğini gerçekleştirdikleri çalışmadan değil, dogmatizmden aldığı görülmektedir. Günümüzde yaşamakta olan tek hücrelilerle omurgasızlar ve memelilerin beynindeki sinapsların protein yapısına bakarak bundan 1 milyar yıl öncesini kapsayan ve tümüyle hayali olan bir masal çıkarsamak akla, mantığa ve bilime tam olarak aykırıdır.. Bu açıkça “bilimsel materyalizm” adı verilen ve bilime materyalist düşüncenin kurallarını dışarıdan empoze eden taraflı bir bakış açısından kaynaklanmaktadır. Çalışmada incelenen canlılar, mükemmel komplekslikteki yapılarıyla yaratılışın açık delillerini oluşturdukları halde Emes bunları körükörüne bir inançla evrimsel bir sürecin ürünü olarak yorumlamaktadır. Emes’in bu bilimdışı bakış açısını kendisi de bir materyalist olan biyolog Richard Lewontin şu sözlerle itiraf etmektedir:

Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s. 28)

Beyin, son derece ileri komplekslikte bir yaratılış harikasıdır, evrimi kesin olarak reddetmektedir.

İnsan beyni günümüz teknolojisinin çok ilerisinde kompleks bir tasarıma sahiptir. Dünyaca ünlü bilgisayar firmaları, mühendislerine beyindeki organizasyon hakkında seminerler vererek onları yeni tasarımlarında beyinden ilham almaya yöneltmeye çalışmaktadır. Ünlü biyokimyager ve bilim yazarı Isaac Asimov beyin hakkında şunları söyler:

Bir insanın bir buçuk kilo ağırlığındaki beyni bildiğimiz kadarıyla evrendeki en düzenli ve kompleks ayarlamadır.(Isaac Asimov, "In the Game of Energy and Thermodynamics You Can’t Even Break Even," Smithsonian, August 1970, s. 10)

Beyindeki bu tasarımın mükemmelliği gözönüne alındığında beynin kör rastlantıların bir ürünü olduğu iddiasının saçmalığı açıkça ortaya çıkar. Nitekim bunu bir dogma olarak savunmayı bırakıp kendilerine "nasıl" sorusunu soran hiçbir evrimci buna verecek mantıklı bir cevap bulamamış, bu senaryoyu kabul edilir bulmadıklarını itiraf etmişlerdir.

Örneğin Amerikan Bilimi Geliştirme Derneği toplantısında konuşan Henry Fairfield Osborn, beyin hakkındaki bilgilerimizin günümüzle kıyaslanamayacak kadar az olduğu 1929 yılında bile, kendisini şunları söylemek zorunda hissetmiştir:

Bana göre insan beyni bütün evrendeki en harika ve gizemli obje. Ayrıca hiçbir jeolojik dönem bunun evrimle ortaya çıkmasına izin verecek kadar uzun görünmüyor.(Henry Fairfield Osborn, American Association for the Advancement of Science Aralık 1929 toplantısındaki konuşmasından, Roger Lewin, Bones of Contention (New York: Simon and Schuster, Inc., 1987), s.57)

Bir evrimci açısından elbette bu sözler bir itiraf niteliğindedir. Fakat asıl gerçek şudur: İsterse jeolojik dönemler milyonlarca yıl sürsün, beynin evrimi adı verilen hayali olayın hiçbir şartta tesadüfen, kör aşamalar ve bilinçsiz olaylarma meydana gelesi mümkün değildir.

Ünlü biyolog Jean Rostand, zaman ne kadar uzun olursa olsun insan beyninin evrimle ortaya çıktığı senaryosuna kendisini inandıramadığını söyler:

Hayır, kesinlikle, kendimi inandıramıyorum. Böyle kalıtımsal yanlışlıkların, doğal seleksiyonla işbirliği içinde olsa bile; çok uzun zamanların evrime yaşam üzerinde çalışmada sağlayacağı avantajlarla bile; yapısal cömertliği ve güzellikleriyle, şaşırtıcı uyumlarıyla bütün dünyayı inşa ettiğine inanmıyorum, ...kendimi göz, kulak ve insan beyninin bu şekilde ortaya çıktığına ikna edemiyorum. (Jean Rostand, The Orion Book of Evolution, New York: The Orion Press, 1960, p. 17)

Aslında durum, tüm Darwinistler için aynıdır. Rostand, bunu itiraf edenlerden biridir o kadar.

20 Temmuz 2008 Pazar

@ Atatürk'e büyük ayıp!

Atatürkçü Düşünce Derneği Kadıköy şubesi tarafından düzenlenen 'Atatürk ve Demokrasi' mitingine yaklaşık 2 bin kişi katıldı.

CHP ve Kadıköy Belediyesi’nin destek verdiği İskele Meydanı’ndaki mitingde Lenin ile Atatürk resimlerinin yan yana bulunduğu bir pankart açıldı. Mitinge katılanlar, “Hainler Meclis’te yurtseverler hapiste. Millet ordu el ele milli cephede” gibi sloganlar attı.

Sovyetler Birliği’nin eski liderlerinden Lenin ile Atatürk’ün aynı pankarta yer alması, gerginlik yarattı. Bazı katılımcılar, “Atatürk’ü nasıl olur da katil bir diktatörün yanına yakıştırırlar” tepkisini gösterdi.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

@ PKK, Ergenekon'un bir koludur!

Harun Yahya ismiyle Darwin’in evrim teorisini çürüten adam olarak bilinen Adnan Oktar Ergenekon hakkında çarpıcı açıklamalar yaptı. Ergenekon çetesi ortaya çıkmadan önce kendisinin bu çeteyi isim vermeden aylarca haber verdiğini anlatan Oktar, www.haberaktuel.com sitesinin sorularını yanıtladı.

“Masonluğun elinin olduğu birçok terör örgütü vardır.” diyen Oktar, Ergenekon çetesinin de masonluğun bir kolu olduğunu savundu. Ergenekon’un bir kolu da PKK olduğuna dikkatleri çeken Oktar şunları söyledi: “Ergenekon’un bir kolu da PKK’dır. PKK da terör örgütüdür. Fakat bunun üst yapısını masonluk oluşturur. Yoksa bu tür örgütler hiçbir şekilde ne disiplinli olabilir, ne güçleri olur, ne de aktif görev alabilirler. Ancak böyle gizli, şeytani, organize güçlerin etkisiyle hareket edebilirler. Masonluk, canı istemediğinde kafalarını ezer.

Yani etkisiz hale getirmek istediklerinde lağveder ve etkisiz hale getirirler. Fakat masonluğun Türkiye üzerindeki düşüncesi çok karanlıktır. Çünkü Türkiye adeta İslam’ın kalesidir. İslam’ın bayraktarı olan bir millet Türk milletidir. Uzun vadede bütün dünyaya İslam’ın hâkimiyetine vesile olacağını anladıkları için Türkiye’yi bölmek, parçalamak ve komünizmin pençesine düşürmek istediler. PKK hareketi, Cumhuriyet tarihinin en büyük komünist kalkışmasıdır.”

Ergenekon yapılanmasının hedefinin Doğu Komünist Türkiye ve Batı Komünist Türkiye diye Türkiye’yi ikiye bölmek olduğunu anlatan Oktar, “Biz bu yapılanma ortaya çıkmadan önce aylarca Ergenekon ismini vermeden söyledik. Ben buna “KDD” diyorum. Yani Komünist Derin Devleti. Sürekli söyledik bunu. Kaydettiğimiz buydu, Ergenekon derin devletiydi. Ama çok şükür Allah bu komiteyi Sait Nursi’nin ifadesiyle dağıttı. Kahraman ordu ve imanlı millet bu gerçeği gördü ve gereken müdahaleyi yaptı. Ama içlerinde suçsuzlar da vardır. Suçsuz olup da yakalananları tenzih ederim. İçlerinde milliyetçi, mazlum insanlar olabilir. Yaşın yanında kurularda yanar. Biz örgütün fikir sistemini söylüyoruz” dedi.

Oktar röportajda internet haberciliğinin gücüne de değindi. Onlarca web sitesi olan Oktar, internet haber sitelerinin ulusal gazetelerden daha etkili olduğunu söyledi. Oktar, ilerleyen yıllarda televizyon ya da gazete kurmayı düşünmediğinin altını çizdi. İnternetin Hz. İsa’nın inişi için hazırlandığı tespitini yapan Oktar, “İnternet, ahir zamanda İslami ahlakın dünyaya hâkim olması için yaratılmış özel bir kanun, özel bir fizik sistemdir. Özel bir elektronik sistemdir. Bu sırf İslam’ın hâkimiyeti için yapılmıştır. Allah tarafından yaratılmıştır. Hz. İsa’nın inişi için hazırlanmıştır. Çünkü bu Hz. İsa’nın düşüncelerini, inançlarını, anlatımını bütün dünyaya anında duyuracak bir sistemdir” şeklinde konuştu.

18 Temmuz 2008 Cuma

@ 314 kişi?

Ülke TV'de Turgay Güler'in sunduğu Sıradışı programına katılarak, Mehmet Ali Bulut ile birlikte güncel meseleleri yorumlayan ve Ergenekon sürecinde Türkiye'yi değerlendiren Ömer Lütfi Mete program esnasında ilginç bir kurtuluş formülü önerdi ve "Bana sözünün eri, 314 tane Türk bulun ben bu ülkeyi kurtarırı merak etmeyin" dedi. Bu toplumun şu anda içinde bulunduğu keşmekeşten fazlasını hak etmediğini savunan Mete, eğer haksızlığa uğramayı, haksızlık yapmaya tercih eden 314 kişi bulabilirseniz ülke kurtulur" dedi.

İşte Mete'nin formülü ve neden 314 rakamını kullandığının izahı:

Yaşanan süreçten kurtulmayı hak edecek bir davranış geliştirmek zorunda olunduğunu savunana Mete, "Önce bir ahireti hak edelim, dünya iyi olmasa da olur. Umurumda değil. Yani bu toplum karamsar. Ne olacak yahu! Dünya 200 sene daha yaşamış 3000 sene daha yaşamış, daha kötü olmuşuz, esir olmuşuz! Eğer hakkaniyete teslim olmuş 314 insan yoksa, haksızlığa uğramayı haksızlık yapmaya tercih edecek kadar fedakâr 314 tane adam yoksa, orası bir şey beklemesin. Biz bence bunu anlatalım bu toplum şu anda yaşadığımız keşmekeşten daha iyisini haketmek için ne yapıyor acaba? Bu da gelir, bu da geçer. Bunun türküsünü yapmış bir millete bu yakışmaz, onlar hikâye bakma sen. Allah ayette "Allah bir toplumu onlar kendilerini değiştirmek istemedikleri sürece değiştirmez." diyor." şeklinde konuştu.

NEDEN 314 KİŞİ?

"Türk milleti tarih sahnesinde bilindiği andan itibaren sözünün eri olmakla maruftur" diyen Mete, sözlerini şöyle sürdürdü; "Hatta bir Türk’ten söz aldıysan başka bir teminata ihtiyacın yoktur. Sözünün eri olmak bizde var olan en önemli değerdir. Bugün bana 314 tane sözünün eri Türk bul, ben Türkiye’yi kurtarırım hiç merak etme! Tabi ki bir insanın kanından ne kadar Türk olduğunu ölçüyor değiliz. Türkler böyledir diyenlerin beyanı üzerine sözünün eri olduğunu söylüyorum. Bu coğrafya içerisinde yaşayan insanlar, Anadolu insanı sözünün eridir diyorum yani… Bana sözünün eri 314 tane adam bul, gerisin merak etme diyorum. Bu rakam Bedr savaşına 314 giden mübarek insanların sayısıdır. Bu kadar samimi, sözünün eri, haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramayı tercih eden insan bulabilirsek, biz yine eski günlerimize döneriz" dedi.

Mete, herkesin kendisine "ne kadar sözümün eriyim" diye sorması gerektiğini hatırlattı ve sözünün eri insan sayısı ile içine düşülen illetin bağlantısı olduğunu ifade etti.

17 Temmuz 2008 Perşembe

@ Patani'de müslümalara yapilan zulüm...

Bugün Tayland ordusunun yayın organı olan bir tv kanalında, direnişçi Müslüman guruplar adına konuştuğunu söyleyen bir şahıs, ateşkes ilan ettiklerini açıkladı. Tv kanalında banttan yapılan yayında açıklamayı yapan şahsın yüzünün görünmemesi açıklamanın inandırıcılığı açısından kuşku doğurdu.

Tayland ordusunun desteklediği TV–5 kanalında, 11 Müslüman grup adına konuştuğunu söyleyen kişi, kayıtta, 14 Temmuz Pazartesi gününden itibaren ateşkes yapmak istediklerini bildirdi. Kimliği belirlenemeyen kişi konuşmasını, "Her türlü saldırı sona ermeli" diyerek sürdürdü.

Kayıtta Pazartesi denmesine rağmen kasetin, Perşembe günü yayınlanması ve bahsedilen tarihten sonra da çatışmaların devam etmesi nedeniyle ateşkesin doğruluğu ve sözcünün gerçek kişi olup olmadığı şüpheyle karşılandı.

Direnişçi gruplarla daha önce barış görüşmeleri için temasa geçtiğini söyleyen eski genelkurmay başkanı General Chetta Thanajaro da "Yüzde yüz kesin bir şey yok" şeklinde konuştu.

İnsan Hakları gözcüsü Sunai Phasuk, "Ortada direnişçilerin faaliyetlerini yumuşatacaklarına dair hiçbir belirti yok" diye konuştu.

"Askeri ya da politik tüm gruplarımız bundan sonra güneyde barışı destekleyecekler" şeklinde konuşan direnişçilerin sözcüsü ise güvenlik güçleri tarafından suçlu olarak görüldükleri taktirde silahlarını bırakmayacaklarını belirtmişti.

Eski başkomutan Chetta, Reuters'a geçen yılın başlarında 11 direnişçi grupla, çoğunluğu Almanya'da olmak üzere pek çok kez gizlice görüşme yaptığını söyledi. "Şayet gelecek hafta çatışma olmazsa devlet onlarla görüşmeye başlamalı" dedi.

Son yıllarda artan çatışmalarda direnişin çok parçalı hale gelmesinin de etkisi olduğu belirtiliyor.

Dünya Bülteni'nin konuştuğu Patanililer, Tayland yönetiminin hareketi provoke edecek eylemler yaparak, direnişe olan desteği kırmaya ve marjinalleştirmeye çalıştığını belirttiler. Daha önceki çatışmalarda yapılan eylemleri, direnişin açık biçimde üstlendiğini ancak son yıllarda direnişe mâledilen bazı eylemleri, kimin gerçekleştirdiğinin belli olmadığını belirterek dolaylı olarak hükümeti sorumlu gösterdiler.

Binlerce insanın hayatımı kaybettiği Tayland işgaline karşı verilen mücadelede, Müslüman azınlığa karşı insan hakları ihlalleri üst düzeye çıkmıştı. Müslümanlar, Budist çoğunluk karşısında açık bir ayrımcılığa maruz kaldıklarını belirtiyorlar.

@ Fransa Türkiye'den korkuyor!

Osmanlı Hanedanı üyelerinden gazeteci-yazar Kenize Murad, Fransa'nın, Türkiye'nin 70 milyonu bulan nüfusuyla Avrupa Birliği'nde önemli bir konuma sahip olmasından endişe ettiği için Ankara'nın AB sürecine karşı çıktığını belirtti. Murad, "70 milyonluk nüfusuyla Türkiye o kadar büyük bir nüfus gücü oluşturuyor ki insanlar, Türkiye'nin Avrupa'nın en büyük gücü olmasından korkuyorlar" dedi.

Halk arasında yer bulan endişelerde İslamofobinin de katkısı olduğuna işaret eden Murad, "Türkiye, Müslüman bir ülke. 11 Eylül'den beri o kadar büyük İslam karşıtı propaganda var ki; şu anda Avrupa'da İslam dediğiniz vakit insanlar fanatizm diyorlar" diye konuştu. Sultan 5. Murad'ın torununun kızı olan Murad, Türkiye ile Fransa arasında AB sürecinde yaşanan bir diğer anlaşmazlığın, sözde Ermeni soykırımı olduğunu belirterek, "Türkiye, sözde Ermeni soykırımı denen yalanı tanımadıkça Fransızlar kabul etmeyecekler. Ermeni soykırımı diye bir şey yoktur. Pek çok belki de bir milyona yakın Ermeni'nin öldüğü sivil bir savaş vardı. Bunların bir kısmı açlıktan, soğuktan ve salgın hastalıktan ölmüştü. Umarım, hiç bir Türk hükümeti Avrupa'ya girmek için bu yalanı kabul etmez" diye konuştu. Paris'te düzenlenen Akdeniz Birliği zirvesine de değinen Murad, Sarkozy'nin Türkiye'yi Akdeniz Birliği'nde görmeyi tercih ettiğini ancak bunun iyi bir alternatif olup olmadığını konuşmak için çok erken olduğunu vurguladı. Osmanlı padişahlarından Sultan 5. Murad'ın torunu Selma Hanımsultan ile Badalpur racasının kızı olan Kenize Murad'ın Saraydan Sürgüne isimli eseri, Fransa'da üç milyonun üzerinde sattı. 18 dile çevrilen eser, yayınlandığı her ülkede aylarca en iyi satılan kitaplar listesinde kaldı. Kenize Murad halen Paris'te yaşıyor.

@ Yahudi şarkıcıdan ezana saygı...

Küdus doğumlu şarkıcı Yasmin Levy, önceki akşam Esma Sultan Yalısı'nda bir konser verdi. Yahudi bir ailenin kızı olan Levy, şarkıları kadar düşünceleriyle de müzik piyasasında konuşuluyor. İzmir doğumlu Isaac Levy'in kızı olan Leyv, İsrail kurulduğunda Arapların evlerinden uzaklaştırıldığını ve Yahudilerin onların yerlerine yerleştirildiğini, bunun haksız bir durum oluşturduğu gibi düşünceleriyle de dikkatleri çekiyor.
Konserine 'Türkiye'yi evim gibi görüyorum' diyerek başlayan Leyv'in Esma Sultan Yalısı'ndaki programına ilgi de büyük oldu. Esma Sultan Yalısı'nın önü saatler önceden konser için gelenlerin kuyruğu ile doldu. Konserinde İstanbul'u ve Türkiye'yi çok sevdiğini söyleyen Levy unutulmaz şarkılarını Türk hayranları için söyledi. Konserinde Levy, ikinci parçasından sonra Türkçe olarak 'Ezan'a saygı' diyerek konserine ara verdi. Ezan sonrası konserine kaldığı yerden devam eden ünlü şarkısı gecenin ilerleyen vakitlerine kadar sahnede kaldı.

@ Mason Paşa!

Emekli Tuğamiral İlker Güven’in evinde yapılan aramada Masonik belgeler ele geçirildi.

Masonik belgeler, TSK personelinin mason derneklerine üye olmalarının yasak olmasına rağmen Tuğamiral Güven’in 1994 yılında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’na üye, 1998’yılında da Mason Üstadı olduğunu ortaya koydu.

Evde yapılan aramada Güven’in 1994’te yapılan Büyük Kulüp’e üyelik ile Yeniden Müdafa-i Hukuk Hareketi Derneği kurucusu olduğunu gösteren belgeler bulundu. Güven, emekliye ayrıldıktan sonra Atatrükçü Düşünce Derneği’ne de üye olmuştu. Genelkurmay Başkanlığı, 2002’de imza karşılığı tebliğ edilmek üzere yayınladığı emirde; İç Hizmet Kanunuína göre subayların mason derneklerine, lions ve rotary kulüplerine üye olmasının yasak olduğunu hatırlatmıştı. Emirde, bazı TSK personelinin yasağı ihlal ettiğinin tespit edildiğine de dikkat çekilmişti.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

@ Burkalı kadınlara karga benzetmesi...

Fransa'da şehircilikten sorumlu kadın müsteşar Fadıla Amara, burka giyen Faslı kadına Fransız tabiyeti vermeyi reddeden Danıştay'ın kararına destek çıktı ve burkayı, "cezaevi veya deli gömleğine" benzetti.

"Parisien" gazetesine demeç veren Cezayir kökenli müsteşar, Danıştay kararıyla cinsiyetler arasındaki eşitliğe vurgu yapıldığını söyledi. Bu kararın, "kadının özgürleşmesi yolunda atılmış adım" olduğunu belirten Amara, "Bu karar, bazı yobazları, eşlerine zorla burka giydirmekten alıkoyabilir" diye konuştu.

Amara, burkayı yasaklayacak yasa çıkarılmasına ise karşı olduğunu belirtti ve "Bugünkü mevzuat bence yeterli" dedi.


Burkalı kadınları "kargaya" benzeten kadın müsteşar, "kadın-erkek eşitliğini tehlikeye atan bu karanlık uygulamayla mücadelenin gerekli olduğunu" da söyledi.

Amara, "tesettürün kadına yönelik baskının göstergesi" olduğu görüşünü dile getirdi.

@ Rusya'dan Islami esere yasak...

Rusya'da İslami kitaplar yasaklanmaya devam ediyor. Mahkum edilen son kitap: "Müslüman'ın Şahsiyeti"

Rusya, "vahhabizmi destekliyor" iddiasıyla İslami kitaplara yasak koymada sınır tanımıyor. İslam dünyasında çok popüler olan Haşimi’nin Müslüman Şahsiyeti adlı kitabı yasaklılar listesine girerken yayıncısı da mahkemelik oldu.

Kuran ve Sünnet’e göre Müslüman’ın özelliklerini irdeleyen kitabı basan 'Umma' yayınevi ve Rusya Müftüler Konseyi’ne bağlı Moskova İslam Üniversitesi Yayınları başkanı Aslambek Ejayev hakkında dava açıldı. Vahhabizme karşı Kremlin’le omuz omuza vermiş olan Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Ravil Gaynutdin'in önsüzünü yazmış olması bile kitabın yasaklanmasına engel olamadı.

Rusya'da İslami kitap basmaktan mahkemeye çağrılan ilk yayıncı olan Aslambek Ejayev, soruşturma şubesinde ifade vermeyi reddettiğini belirterek "Sorgu hakimi beni sorgulamak istedi, ama 51. maddeye dayanarak reddettim, önce suçlamaya gerekçe yapılan delili sunsunlar” dedi.


Kitabın Türkçe Baskısı:

Bu eser bir müslümanın, Rabbine, kendisine, ailesine, yakın çevresine ve içinde yaşadığı topluma karşı olan sorumluluklarını dile getirmekte, müslümanın diğer insanlarla sevgi ve saygıya dayalı ilişkiler kuran bir şahsiyete sahip olması için gerekli hususları Kur’ân ve sünnetten hareket ederek açık ve yalın bir şekilde sunmaktadır. “Müslüman şahsiyeti” eşsiz ve örnek bir insan tipidir. Kur’ân ve sünnetin ortaya koyduğu bu değerlerle donanan bir müslüman, toplum içinde üstün özelliklere sahip bir birey olarak seçkin bir konuma yükselmiş olur.


Prof. Dr. M. Ali Haşimi hakkında: 1925 yılında Suriye’nin Halep şehrinde doğdu. Üniversite öncesi tahsilini Halep’te tamamladı. Şam’da Dimeşk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünü 1959 yılında tamamladı. 1960-1974 yılları arasında Halep’te öğretmenlik yaptı. Kahire Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi’nde 1965 yılında yüksek lisansını, 1970 yılında da doktorasını tamamlayan yazar yurt dışında bir müddet öğretim üyeliği de yaptıktan sonra Halep Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyeliğinde bulundu. 1974 yılından itibaren Suudi Arabistan’ın çeşitli üniversitelerinin Eğitim Fakültelerinde emekli olana değin ders verdi. Yazarın Arap Dili ve Edebiyatı alanındaki bilimsel çalışmalarının yanı sıra çeşitli dinî eserleri de bulunmaktadır. Bunlar arasında Kuran ve Sünnet’e Göre Müslüman Şahsiyeti, Kuran ve Sünnet’e Göre Müslüman Toplumu isimli eserleri (ikisi de yayınevimiz tarafından yayınlanmıştır.) bütün İslâm dünyasının da beğeni toplamış, Türkçe dışında İngilizceye de çevrilmiştir.Yazarın yayınevinden çıkan diğer kitapları: Kur´ân’da Resullullah / Kur’an ve Sünnet’e Göre Müslüman Kadının Şahsiyeti / Kur’an ve Sünnet’e Göre Müslüman Toplumu /

@ Ispanya'da dinlerarası diyalog toplantisi...

İspanya'nın başkenti Madrid'de bugün Suudi Arabistan kralı Abdullah tarafından desteklenen dinler arası bir konferans başlıyor. Üç günlük konferans Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudileri buluşturacak.

Abdullah ülkesinin imajını değiştirmeye çalışıyor, Dinler arası konferanslar artık klişe sayılıyor.

Ancak bu seferkini farklı kılan, İslam dünyasının en tutucu ülkelerinden birinin hükümdarının buna fikir babalığı yapıyor olması.

Vahabilik olarak bilinen, Sünni İslamın Suudi Arabistan'da uygulanan katı şekli, diğer inançlara, hatta İslam'ın diğer formlarına karşı tahammülsüz olmakla eleştiriliyor.

Ancak 11 Eylül 2001 saldırılarından bu yana, Suudi krallığı imajını düzelmeye çalışıyor ve kendisini aşırı dini akımlardan uzak tutma mücadelesi veriyor.

Bu anlamda Madrid konferansı, Suudi Arabistan'ın daha ince, daha nazik bir yüzünü takdim etmek üzere tasarlanmış.

S.Arabistan'da kilise talebi... Ancak bu o kadar da kolay bir iş değil. Vatikan, her ne kadar geçen sene Kral Abdullah'ın Papa Benedict'i ziyaretinde diyaloğu sürdürme sözü vermiş olsa da, Suudi topraklarında bir kilise inşa edilmesini istiyor.

Suudiler ise bunu ele almayı hep reddetmişlerdi.

Hıristiyanlar ve Yahudiler, ve elbette Vahabi olmayan Müslümanlar, kendilerine yönelik incitici ifadelerin Suudi ders kitaplarından çıkarılmasını istiyor.

Tüm bu süreçte Kral Abdullah, elbette kendi ülkesinde, bu tür girişimlere son derece kuşkuyla yaklaşan tutucu dini çevreleri de dikkate alacak.

15 Temmuz 2008 Salı

@ İslam'la yeniden doğdum!

Dünyada İslam'a olan ilgi her geçen gün daha da artıyor. Bu ilginin merkezlerinden biri de Uzakdoğu dinlerinin yıllardır revaçta olduğu Japonya… Son 5 yıldır İslam'a büyük ilgi gösteren Japon Gençliği tıpkı Leyko Hanım gibi huzur ve mutluluğu İslam'da buluyor. Bir zamanlar Budizme inanan Leyko Hanım; Ürdün, Suriye ve Türkiye'ye yaptığı ziyaretler sonucu Müslüman olmaya karar vererek ismini Leyla olarak değiştirmiş. “Müslüman olduktan sonra kendimi yeniden doğmuş gibi hissetmeye başladım. Bu his beni hiçbir zaman terk etmedi.” diyen Leyla Hanım'ın hem Müslüman oluş serüveni, hem de İslam ve Müslümanlarla ilgili tespitleri oldukça ilginç.

ADEM ÖZKÖSE-ŞAM

-Nasıl bir ortamda büyüdünüz? Bize ailenizden ve çevrenizden bahseder misiz?

Hiroşima'da büyüdüm. Ailem ve çevrem Budist'ti. Evimizde küçük bir Buda Heykeli vardı ve Buda'nın önünde eğilerek ona ibadet ederdik. Bazı özel günlerde de evimizdeki Buda Heykeli için törenler düzenler, ona çeşit çeşit tatlılar, meyveler ve yemekler ikram ederdik. Buda'nın yaşayan ruhunun ikram ettiğimiz yiyecekleri yediğine inanırdık. Bir gün geçtikten sonra da annem Buda'ya ikram ettiğimiz yemekleri bu sefer bize yedirirdi. Özellikle liseye başladığım yıllar Buda için evde yapılan törenlere katılmamaya, Buda'ya ibadet etmemeye başladım.

-Niçin? Buda'nın neyi sizi rahatsız ediyordu?

Kalbim istemiyordu. Buda'ya secde etmeye başladığım andan itibaren içimde büyük bir acı hissediyordum ve kalbim patlayacak gibi yanmaya başlıyordu. Sanırım fıtratım Buda'ya ibadet etmemi kabul etmiyordu. Hatta annem bu durumumu fark edince, benim Buda'nın ruhunun azabına uğradığımı düşünmeye başladı.

-Lise yıllarınızda İslam ve Müslümanlar hakkında ne düşünüyordunuz?

İslam hakkında çok fazla bir şey bilmiyordum. Sadece okul kitaplarında diğer dinler hakkında olduğu gibi İslam'la ilgili de kısa bilgiler vardı. Bir de televizyonda İslam Ülkeleriyle ilgili birkaç belgesel seyretmiştim. İslam hakkında zihnimde net bilgiler yoktu, fakat her Japon gibi ben de Buda'ya inanmadıkları için Müslümanların sapkın kafirler olduklarını düşünüyordum.

-Daha sonra ne oldu? Müslüman olma serüveninizi dinleyebilir miyiz?
Liseyi bitirdikten sonra Tokyo'ya gittim ve Tokyo'da bir elbise şirketinde çalışmaya başladım. Tokyo'da bulunduğum yıllar zihnim sorularla dolmaya başladı. Sabahlara kadar düşünüyordum ve kendi kendime sorularıma cevaplar arıyordum.

-Ne tür sorular?

Ben doğmadan önce 3 kardeşim aralıklarla annemin karnında ölmüşler. Kendi kendime; “Niçin kardeşlerim dünyaya gelmeden öldüler ve ben niçin dünyaya geldim” diye soruyordum. Ayrıca bu dünyada niçin yaşadığımı, ölünce nereye gideceğimi, hayatın anlamının ve hakikatin ne olduğunu merak ediyordum. Budizimden iyice uzaklaşmıştım; çünkü Budizmin felsefesi ve Buda için yapılan ibadetler bana çok saçma geliyordu. Bu arada Japon Toplumunun yaşamını da sorgulamaya başladım. İnsanlar sürekli çalışıyorlardı ve makinelerden pek fazla farkları yoktu. Bu insanlar dünyaya sadece çalışmak için mi gelmişlerdi. Bir çok soru soruyordum; fakat bu sorulara cevap bulamıyordum. İyice bunalıma girmiştim. Bu nedenle yaz gelince iznimi kullanmak için şirketten ayrıldım. Seyahat etmenin bana iyi gelebileceğini düşündüm. Şirketteki arkadaşlarımın bir çoğu tatillerini geçirmek için Amerika veya Fransa gibi meşhur Batı ülkelerine gitme kararı almışlardı. Bu tercih bana çok cazip gelmedi. İnternette araştırma yaparken Suriye ve Ürdün dikkatimi çekti. Arap ülkeleri Japonya'da pek fazla bilinmiyordu. Benim içimde de Arap ülkelerine karşı uzun zamandır merak vardı. Bu nedenle bir tur şirketiyle Ürdün ve Suriye'yi ziyaret etme kararı aldım.

Ürdün'de 3 gün kaldıktan sonra Suriye'ye geçtik. Suriye'yi gezmeye ilk olarak Emevi Camii'nden başlayacaktık. Emevi Camii'ne girdikten birkaç dakika sonra ezan okunmaya başladı. Ezanı dinledikçe kalbime huzur dolmaya başladı. Caminin avlusunda bir köşeye oturup ezanı bitene kadar dinledim ve daha sonra da camiyi gezmeye başladım. Çocukluğumdan beri sanatla uğraşan biriydim. Hatta kendime ait bazı sanatsal çalışmalarım da vardı. Camiyi gezerken Arapça yazılmış hat yazıları dikkatimi çekti. Hayatımda bu kadar muhteşem bir sanat eseri görmemiştim. Yazıları anlamıyordum; fakat yazılardaki sanatsal yön beni aşırı derecede etkiledi. Emevi Camii'nde şimdiye kadar hiçbir mekanda hissetmediğim bir huzur vardı ve hatları incelerken ruhumdaki bu huzur daha da artıyordu. Arapça yazılara hayran kalmıştım, bu nedenle Japonya'ya döner dönmez Arapça'yı ve Arapça yazmayı öğrenmek için bir kursa başladım. Arapça İslam'la ilgili yeni bilgiler öğrenmemi de sağlıyordu ve İslam'a olan ilgim her geçen gün daha da artmaya başladı. 1 sene böyle geçti ve daha sonraki yaz tatilimde de Türkiye'ye gittim. İstanbul,Bursa, Kayseri ve Konya'yı gezdim. Bu gezim esnasında sürekli olarak camileri ziyaret etmek istiyordum. Camileri her ziyaret edişimde ruhum size anlatmakta zorlanacağım derecede huzura eriyordu. Özellikle Konya ve Kayseri'de insanlar bize çok iyi davrandılar. Türk Kadınları bizi evlerine davet edip yemek ikram ettiler. Bu durum bana çok garip geldi. Çünkü Japonya'da insanlar tanımadıkları yabancıları evlerine kesinlikle davet etmezler. Türklerin bu sıcak tavırları İslam'a olan ilgimi daha da arttırdı. Türkiye'den Japonya'ya döndükten birkaç gün sonra da Kur-an'ın tercümesini okumaya başladım. Kur'an zihnimdeki bütün sorulara cevap veriyordu. Bana hayatın manasını öğretiyor ve dünyada nasıl yaşamam gerektiğini anlatıyordu. Özellikle dünyanın yaratılması ve kainatın işleyişiyle ilgili ayetlerden çok etkilendim. Kur'an okudukça Allah'ın büyüklüğünü daha da iyi kavrıyordum ve yaratıcı karşısındaki konumumu fark ediyordum. 2 hafta içinde Kur-an'ın Japonca tercümesini baştan sona bitirdim.

-Müslüman olmaya ne zaman karar verdiniz?

İslam'ın hakikat olduğunu anlamama rağmen Müslüman olmaya hemen karar vermedim.

-Niçin?

Kendimi İslam'a girmek için hazır hissetmiyordum. Çünkü Müslüman olmaya karar verdiğimde yeni bir hayata adım atacaktım ve yıllardır sürdürdüğüm alışkanlıklarımın bir çoğunu terk etmem gerekecekti. Kur'an okuduktan sonra İslam'la ilgili araştırmalarımı daha da arttırdım. Özellikle hadis kitapları beni İslam'a hazırladılar. Hadisler sayesinde eski alışkanlıklarımın yerini alacak yeni alışkanlıklar edindim. 6 ay kadar süren bu araştırma sürecinin ardından Tokyo'daki İslam Merkezi'ne giderek Kelime-i Şehadet getirdim ve Müslüman oldum.

-Müslüman olduktan ne kadar zaman sonra örtündünüz?

Kelime-i Şehadet getirdikten hemen sonra örtündüm ve örtümü bir daha çıkarmadım. Hatta Müslüman olduktan bir gün sonra çalıştığım şirkete başım örtülü bir şekilde gittim. Şirketin müdürü başörtülü bir şekilde çalışamayacağımı söyledi, ben de hemen şirketten istifa ettim.

-İşsiz kalınca üzülmediniz mi?

Hayır. Çünkü kalbimde Allah'a karşı büyük bir iman oluşmuştu. Ona tevekkül ediyordum ve Allah'ın beni yalnız bırakmayacağını biliyordum. Allah'a iman etmiştim ve ne olursa olsun onun bana emrettiği gibi bir hayat sürmeye karar vermiştim. Daha sonra da başörtülü olarak çalışabileceğim başka bir şirkette işe başladım. Müslüman olduktan sonra kendimi yeniden doğmuş gibi hissetmeye başlamıştım. Bu his beni hiçbir zaman terk etmedi.

-Başörtüsü sizin için ne anlama geliyor?

Başörtüsü benim her şeyim. Örtüm başımda olduğu zaman Allah'ın bana olan şefkat ve sevgisinin daha fazla arttığını hissediyorum.

-İslam'a girdikten sonra Müslümanlarla ilgili hayal kırıklıklarınız oldu mu?

Evet, hem de çok… Bazı Müslümanların İslam'ın emirlerini yerine getirmemeleri beni çok şaşırttı, hatta bu durum nedeniyle bir çok kez ağladığımı hatırlıyorum. Müslümanlar İslam'ı çok iyi yaşamasalar da İslam'a ve Peygamber efendimize karşı içimde çok büyük bir sevgi var. Bir de Hz. Hatice'yi çok seviyorum ve elimden geldiği kadar Hz. Hatice'yi kendime örnek almaya çalışıyorum.

-Japonya'da İslam'a olan ilgi şu an ne durumda?

Allah'a şükür çok iyi. İslam Merkezi'nden aldığım bilgilere göre her gün en az 5 Japon Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oluyormuş. Önümüzdeki yıllar bu sayının daha da fazla artacağını düşünüyoruz.

-Siz, bir başkasının İslam'a girmesine vesile oldunuz mu?

Evet. İki Japon Arkadaşım benim davetimle İslam'a girdiler. Bir arkadaşım Ayet, diğer arkadaşım da Zeki ismini aldılar.

-Tekrar Japonya'ya dönmeyi düşünüyor musunuz?

2 sene daha Şam'da kalıp Arapçayı öğrendikten sonra Japonya'ya geri döneceğim. Çünkü Japonların İslam'ı iyi bilen davetçilere ihtiyacı var.