26 Şubat 2009 Perşembe

@ Günümüzde Türk-Arap ilişkileri...

Mısır'da El Ehram Gazetesinde, 25 Şubat 2009'ta yayınlanan Mustafa Kamil Muhammed'in makalesini aşağıda okuyabilirsiniz.

Tarihî boyut, Türk-Arap ilişkilerinin oluşturulmasında önemli bir rol oynuyor. Zira Arap ülkelerinin ekseriyeti bir zamanlar birer Osmanlı vilayetiydi. Bu yüzden bu ilişkiler tarihî dönemlerin özelliklerini taşımaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması ve 1923'te laik ve Batı eğilimli Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması sonrası bu ilişkiler koptu. O tarihten itibaren ve sınırların çizilmesiyle birlikte bazı sorunlar belirmeye başladı. İlişkiler, bazı zamanlar çekişmeci bir yapı aldı.

Türk-Arap ilişkilerinin özünü oluşturan dört sorun gözlemlenebilir. İlki, kökleri 1930'lu yılların ortalarına uzanan İskenderun sancağı (Hatay) sorunudur. İkincisi ise esasında Türkiye'nin Güneydoğu'sunda yoğunlaşmış Kürt sorununda saklıdır. Üçüncü sorun ise su boyutunda saklı. Türkiye, Fırat Nehri üzerinde bazı barajların kurulmasıyla birlikte Suudi Arabistan ve Kuveyt'e uzanması önerilen barış boru hattında temsil edilen su projelerini açıkladı. Bu durum, Irak ve Suriye'nin yıllık su miktarlarının en az üçte birinden mahrum bırakılması anlamına geliyordu. Son sorun ise Sovyetler'in parçalanmasından kaynaklanıyor. Türkiye küçük Asya ve Kafkaslar'daki Türk cumhuriyetlerinin etnik derinliğinin kendi ulusal güvenliği için önem boyutunu idrak etti.

Türkiye coğrafik konumuyla belirginlik kazanıyor. Zira Akdeniz ve Karadeniz üzerinde bulunuyor, Marmara Denizi'ne ve Boğazlara hakim. Ege Denizi üzerinde kontrol sağlamak için Yunanistan'la çekişiyor. Ayrıca Avrupa ile Asya arasında eşsiz stratejik bir konumdan besleniyor. Askerî güç bakımından ise NATO üyeliği, organizasyon gücü, eğitim ve savaşçı yeterlilik, stratejik çalışmanın boyutu açısından Türkiye'nin bütün göstergelerinde üstünlük boyutunu gözlemlemek mümkün.

Türkiye'nin siyasî gücü, aktif kütlelerinin (beşeri güç ve bölgesel saha) tutarlılığının yanı sıra eşsiz stratejik konumu, ekonomik ve askerî gücü, laik eğilimleri, demokratik sahası ve NATO üyesi olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum kendisini bölgedeki siyaset birimlerine yakın kılmakta ve bölgedeki etkin güçlerce kabul edilir bir yüz konumuna getirmektedir. Güçlü bütünleşme ve inanç boyutu açısından Türkiye, etnik ve dinî krizlere en az maruz kalan ülkelerden görülmektedir. Zira halkı etnik olarak aynı köktendir ve yüzde 98'inden fazlası Sünni'dir. Bu durum, kendisini İslam dünyasında da kabul edilir kılmaktadır.

Türkiye, bölge ve uluslararası alandaki etkin güçlerin hedeflerini ve çıkarlarını gözeterek çalıştı. Bu güçler ile kendisi arasındaki ilişkilerdeki etkileşimden mümkün olduğunca fazla istifade etmek için bu çıkarları ve hedefleri, nihayetinde kendi stratejik hedefleri ve çıkarlarını gerçekleştirecek şekilde siyasî ve diplomatik hareketlenmesinin ekseni haline getirdi.

Araplar bağlamında Türkiye, Arap ülkelerini tehdit eden İran gibi başka bölgesel güçlerin egemen rolüne karşı dengeli rol oynayabileceği düşüncesiyle hareket etti. Küçük Asya ve Kafkaslar'daki Türk cumhuriyetleri açısından Türkiye, bu cumhuriyetlerin kendisi için önem boyutunu anladı. İran'la Arap bölgesinde mücadele ettiği zaman kuzeydeki bu cumhuriyetlerdeki İran politikalarıyla da mücadele etmesi gerekmekte. Ayrıca bu cumhuriyetlerin Batı'yla ilişkileri açısından kendi konumunun önemini gördü. Zira Türkiye, bu cumhuriyetlerin Batı'ya olan doğal kapısıdır.

Ilımlı İslamcı akımın yükselişi ve İslamî eğilime sahip siyasî partilerin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye, coğrafik, tarihî, kültürel ve uygarlık derinliğine dönüşün, genelde İslam dünyası, özelde Arap dünyasındaki siyasî birimlerin çoğunluğuyla işbirliği ve iyi komşuluğa dayanan ilişkiler kurma eğiliminin önemini kavradı. Türkiye başbakanının Davos'tan çekilmesi bu eğilimin kanıtı.