17 Eylül 2009 Perşembe

@ Dawkins'in kitabı hakkında bir söyleşi...


Doç Dr. Aliye Çınar, Richard Dawkins’in Tanrı Yanılgısı kitabını, uzmanlık alanının, din felsefesinin birikimiyle analiz etti. Profil yayıncılıktan, Tanrı Yanılgısı Üzerine –İnanmak ya da İnanmamak (2009) ismiyle vitrinlerdeki yerini çoktan aldı. Biz de yazarla, kitap hakkında yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

Söyleşiye kitabın isminden başlayalım isterseniz. “Tanrı Yanılgısı Üzerine” kadar, sanki kitabın diğer ismi de çok dikkat çekici, “İnanmak ya da İnanmamak”. Niçin bu ismi kullandınız?

Evet, bunun hemen dikkat çekmesi hoşuma gitti. Çünkü kitapta sadece Tanrı Yanılgısı’nı analiz etmedik. Aynı zamanda “inanmanın ve inkârın” temel dinamiklerini de ortaya koyduk. Belki de “inanmak ya da inanmamak, bütün mesele bu” demek istedik.

Tanrı Yanılgısı kitabının ülkemizde çok ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?

Ben ateist olanları anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bir bakıma ateistleri, yargılamaksızın korumalıyız. Tanrı tanımazlıklarını kendi dünyalarında yaşayanları, kesinlikle anlamaya çalışmalıyız. Ancak Dawkins gibi, ateizm misyonerleriyle de hesaplaşarak zihinlere açıklık getirmeliyiz. Hatta Antony Flew gibi, inandığını ilan edenlere karşı, Dawkins’in neden saldırgan olduğunu ve neden onları “döneklikle” suçladığını da soğukkanlılıkla takip edip çözümlemeliyiz. Ancak olması gereken, saldırganlıktan ziyade anlamaktır. Çünkü bu konuda, olanı olduğu gibi kabul etmeyi kutsal kitaplar, özellikle de Kuran öğütlüyor bize. “Sizin inkârınız size, benim imanım ise bana” ifadesi bunu açıkça göstermektedir. Ateizm gerçekte bir tür yazgı gibi… Elbette yazgı derken, tamamen belirlenmiş, değiştirilemez, sıkı bir kaderciliği ima etmiyorum. Ancak bir hikayenin veya bir yaşamın (kültür, geçmiş travma, öfke vb) adını biz çoğu zaman, iman veya inkar potasında isimlendirmek durumunda kalırız. Richard Dawkins eserinde, “ateistlerden hiç inançsızlıkları uğruna savaşan var mı?” diyor. Tabii ki şimdilerde ateizmin en iyi savaşçısı Dawkins. Ancak bu zorlu işte nasipsiz! olduğunu da itiraf etmeden geçemiyor. Deyim yerindeyse tek müridi Douglas Adams’a hitaben, bütün çabalarıma rağmen “muhtemelen inancını değiştirdiğim tek kişisin” demektedir. Neredeyse ömrünü adadığı inançsızlığın ilmihali niteliğindeki Tanrı Yanılgısı kitabını da doğal olarak, kendisine inanmış biricik takipçisi Douglas Adams’a ithaf etmiştir. Dawkins’in kendi sorduğu soru (ateistlerden inançsızlıkları uğruna savaşan gördünüz mü) ateizm propagandası için kamplar kurması ve bir biyoloji profesörü olarak inançsızlığın ilmihalini yazması, üstelik bütün çabalarına rağmen sadece bir tane müridi olması yana getirildiği zaman, muazzam bir çelişkiler demeti ortaya çıkmaktadır. Ülkemizden müridi çıkar mı bilmiyoruz ama görünen o ki oldukça basireti bağlanmış bir haldeyiz. Kısacası Aydınlanma düşüncesi batıda sorgulandı, şimdilerde maliyeti telafi edilmeye çalışılıyor. Ancak biz bu Aydınlanma vapurunda çok fazla kaldık. Deniz çok sisli mi bilinmez, kaptan henüz karayı görmediği için, Aydınlanma vapurunda Tanrı Yanılgısı kitabı ilgi gördü. Çünkü deniz bazen tutar insanı…

Dawkins’in haklı olduğu noktalar yok mu? Ayrıca bizim de yanıldığımız yerler olamaz mı?

Olmaz olur mu? Bir kere yanlış din algıları, dinin nasıl kötüye kullanıldığını iyi serimliyor. Ancak Dawkins, bunların insanların kendi zaafları olduğunu atlayıp, bu yanlışları dine fatura ediyor. Belki de ülkemizdeki dine karşı soğuk tutumun altında da benzer bir durum olabilir. Din, cehalet prangalarının esaretinde kalmıştır. Böyle olunca din, sanki gelişmemiş insanlara hitap ediyor izlenimi vermektedir. Oysa medeni insanların, en deruni ve içten inananlar olduğu bilinir. Zira bilgi de medeniyet bakımından güçlü ve devingen dönemlerde oluşur. Din de böyledir. Hatta böyle olduğu için medeniyeti oluşturmada önemi inkâr edilemez. Ne var ki Dawkins, insanın bir kültür ve medeniyet varlığı olduğunu unutur. Sanki insan yiyip için, çoğalan ve bilimsel gelişmeleri (özellikle Darwinciliği) izleyen biyolojik bir Varlıktır. Dolayısıyla o, kendini anlatmaktadır besbelli.

Kitapta Dawkins’in derin bir öfke içinde olmasının nedenini, yaşam hikâyesine bağlayan açıklamalarınız var?

Evet, ben bunu söylerken Dawkins’in içinde bulunduğu mutsuzluğu, bir tıp doktorunun dile getirişine dikkat çekiyorum. Diyor ki o doktor:

“Kitaplarınız, Oxford’daki itibarınız, hayatta sevdiğiniz her şey ve şu ana kadar ki tüm başarılarınız boşunaymış...Bu durumda Camus’nun soru düellosu kaçınılmaz hale geliyor: Neden hepimiz intihar etmiyoruz? Dünya görüşünüz, öğrencilere ve pek çok insana sahiden bu izlenimi veriyor. Size göre hepimiz bir hiç sayesinde tesadüfen evrimleştik ve yine bu hiçe döneceğiz. Eğer din gerçek olmasaydı bile, yaşadığımız sırada aklımıza huzur verebilecek Eflatun’unki gibi soylu bir mite inanmak, size inanmaktan iyidir, çok daha iyidir. Ayrıca sizin dünya görüşünüz insanları endişeye, uyuşturucu bağımlılığına, şiddete, nihilizme, hedonizme, Frankenstein bilimine ve 3. Dünya Savaşı’na sürükler. Dünyada cehennemi yaşatır...

Kişisel ilişkilerinizde nasıl mutlu olabildiğinizi merak ediyorum. Boşandınız mı? Yapayalnız mısınız? Gay misiniz? Sizin gibiler asla mutlu olmamışlardır; aksi halde mutluluğun olmadığı ya da hiçbir şeyin anlamının bulunmadığını ileri süren düşüncelerinizi ispatlamaya çalışmakta, bu kadar diretmezdiniz.”

Dogmatik ateizmden bahsediyorsunuz. Acaba bu durum da onun kişilik yapısının bir dışa vurumu mudur? Din de dogmatizme yataklık edemez mi?

İmanın, esasında dogmatizm için bir emniyet alanı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü iman, farklılığı dışlamayı değil olduğu gibi kabul etmeyi, görünmez olan sayesinde, düşünceyi büyütmeyi gerektirir. Sanki eleştirel düşünce, dogmatizmin panzehiri gibi düşünülebilir. Ne var ki, o da çok geçmeden bir dogma olma haline gelebilir. Elbette dini, bir akideler sistemi içinde görmek isteyenlerin ve özellikle de dış güdümlü (bir otorite veya menfaat için inançlı gözüken) dindarların, oldukça dogmatik oldukları bir gerçektir. Oysaki sürekli gelişmeyi hedefleyen ve -dünyayı anlama amacıyla- Tanrı’ya derinden bağlanan kişinin dogmatik olması düşünülemez. Zira dogma, adı üstünde, değişime asla yaklaşmaz. Değişmemeyi merkeze koyar dogma veya dogmatik kişilik, kalıplaşmış kişilik. Bunlar ister inançlı isterse de inançsız olsun, sadece kendi ezberlerini yüksek sesle tekrar ederler ve dışa kapalıdırlar. İmanın aynı zamanda güvenme ve sevme anlamına geldiğini hatırlarsak, bu konu zaten dogmatizmle aynı kefeye konamayacak kadar uzakta kalır.

İman ve İnanç arasında fark olduğunu mu söylüyorsunuz?

Kesinlikle, evet. İnanç, ‘ulaşılan bir düşünme derecesinin, bir zihnî faaliyet neticesinde ulaşılan hükmün bir sonucudur. Bir başka ifadeyle, özne, iki hükümden birini tercih eder, objeyle tam olmasa da, yine de bilişsel bir kavrayışı gerçekleştirir. İman, inancı kendinde barındırdığı gibi, bilgi de inancı ihtiva etmektedir. Ne var ki her ikisi de onu aşmaktadırlar. İnanç (belief), “gerçekte doğru da olabilen, yanlış da olma olasılığı olan ve doğru olarak kabul edilen ve kesin olmamakla birlikte geçici olarak kabul edilen şeydir.” Zan ve kanaate dayanan, meşrulaştırılmış subjektif güvene inanç diyebiliriz. İman ise Tanrı’ya ve onun kendine tanık olarak bildirdiği inanç önermelerine tam güvendir. Elbette, düşünmeyi de içine alan, iradenin eşliğindeki bir sürecin, bir sınırla burun buruna gelmesidir. Güvenle bağlılık, karar ve hükümle nihayet bulur ki buna iman denilmektedir. Dolayısıyla dinin dinamizmi, sevgi, güç ve adaletin birliği olarak, ölçü, cesaret, cömertlik ve saadeti teminat altına alır.

En kısa ifadeyle imana, ruhun asıl gücüyle buluşması diyebiliriz. Nitekim iman var olanın açığa çıkarılması anlamına gelirken; küfür ise gizlenmesidir. Zaten Arap dilinde etimolojik olarak küfür, örtmek ve gizlemek anlamına gelir. Dolayısıyla da inkâr, ruhun farkındalıklarıyla büyümesini yadsımaya yani inancı yok saymaya dayanır.

Dini, Tanrı’yı bilinçaltı ile ilişkilendiren görüşleri dikkate alırsak, bu bağlamda karşımıza nasıl bir Dawkins portresi çıkıyor?

Bir kere, bireyciliğin açmazını açıklayalım. Tocqueville, “bireycilik savunusu içinde insanlar kendilerini birbirlerinin kaderine yabancı hissetmektedirler” diyor. Bireycilik, ruhu bozmayan ama güçsüz düşüren ve ruhtaki eylem kaynaklarını sessizce kurutan erdemli bir materyalizmin ikiz kardeşidir. Çünkü bireycilik K. Marx’da en iyi ifadesini bulacak şekilde “bilinci” açıkladı. Dolayısıyla dini bir afyon olarak gördüğünden bu afyonun kökünü kurutmayı bilinç lehine yaptı. Nietzsche Tanrı’nın ölümünü ilan ederken, batı aklının geldiği son noktayı bizzat yaşamıyla temsil etti. Şüphesiz insanın dini boyutunu bilinçaltına hapsetmek, fazlasıyla indirgemedir. Ancak insan benliğinin teşekkülünde, bilinç ve bilinçaltı boyutların bütünleşmesi oldukça önemlidir. Özellikle yaratıcı şiir, mitoloji ve mistik alegoriler, bilinçaltını oldukça iyi besleyen arketipleri, adeta kalıplar halinde bilince sunma işlevini görürler. Eğer bilinç, bu uyanmışlık halinde (bilinçaltı) mevcut uyarıları anlamlandırıp (tıpkı rüyalar gibi) farkındalık kazanırsa, adım adım bütünleşmeden söz edilebilir. Bilinçaltının ve dinin önemini iyi kavrayan (Türk modernleşmesinin bilince vurgusunun revaçta olduğu dönemde) Fazıl Hüsnü Dağlarca “Misafir et beni tanrım/Kendi kainatımı yaratıncaya kadar” demektedir.

Bugün modern psikiyatri, ruhsal yaşantının sözde derinlerine inerek ve devreye girerek, kişiyi bilinçaltının taarruzundan özgürleştirdiğini düşünür ancak tam olarak onu baskılar. Ruhtaki eylem kaynaklarını kurutur. Bunun için olmalı ki Rollo May, Aşk ve İrade kitabında, insanların modern zamanlarda tam olarak bağlanamadığını, iradenin akılla yer değiştiğini, geçici ve parçalanmış ilgileri de aşk olarak değerlendirdiğini söyler. Çünkü bilinçaltı tatile çıkarılmıştır. Bu, zımnen, sevmenin tahrife uğradığı ve dolayısıyla imanın da iptal edildiği anlamına gelir. İnsanlar sadece bilinç varlığı olarak görüldüğünden, zamanla ruhsal bir çöküntü kaçınılmaz olmuştur. Zira inanma ve aşkın, yalnızca gerçekçi objeleri, ruhun kaldıracı ve dinamosudur.

Dawkins’in temel açmazı nedir?

Biz bu konuyu kitabımızda derinlemesine analiz ettik. Ancak kısaca ifade etmem gerekirse, Dawkins doğal olanla insanî olan, maddi olanla anlamlı olan arasındaki bağlantıyı yani ahlakı izah edememektedir. Deyim yerindeyse ahlakî beden, maddi doğamızın, anlam ve değerle buluştuğu bağlamdır. Dawkins tam olarak bu noktayı kaçırmaktadır. Ahlakı bir tür menfaatçilik ve biyolojik genler teorisiyle açıklamaktadır: Sen benim sırtımı kaşı, ben de senin sırtını kaşıyayım. Yine o, insanın bilincinin nasıl güncellendiğini, benliğin teşekkülünü, anlam ve ölümsüzlük arzusunu açıklayamamaktadır.

Peki, çelişkili bulduğunuz konular çıktı mı?

Çok çıktı desem doğru olur. Dine (yanlış din yorumlarına) saldırmak için araç olarak düşündüğü konuların daha katmerlisini kendisi Darwincilikte kıyasıya savunmaktır. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” sözü o kadar çok dilinizin ucuna gelir ki.. Bunları çalışmamızda tek tek gösterdik.

Siz kendi kitabınıza bir okur olarak baksanız, Dawkins’in belini büken en çarpıcı tespitiniz nedir?

Tanrı’nın olmadığını söyleyen biri karşısında, satranç oynama (varlığını bütün gücümüzle ispatlama – ki bilakis ispatlanan Tanrının Tanrı olmadığını söyledik-) yerine, onun hiç dikkate almadığı ancak bütün sistemini çökertecek alan olan, kültürde Tanrı fikrinin öneminin, dolayısıyla dinî tecrübenin kültürdeki organik bağlantısının altını itinayla çizdik. Sanki insan, biyolojik gelişim için steril kuvözlerde büyümektedir Dawkins’e göre.

Dawkins Tanrı’nın olmadığını nasıl ispatlıyor?

Doğrusu bu konun ispatlanmayacağını söyleyerek, agnostik (bilinemezci) olduğunu itiraf ediyor. Bilindiği gibi Darwincilikle Tanrı fikrini ve yaratıcı düşüncesini iptal etmeyi tercih ediyor. Ne var ki bugün Darwincilik bir “teorem” olarak kalmış durumda. Dahası J. Lacan’ın tespitiyle Darwin evrendeki bir neden fikrini iptal etmemiştir. Bilakis o, doğal bir nedenin varlığını öne çıkarmıştır. Ancak evrimcilik insanın evrendeki istisnaî statüsünü kaldırarak, onu ilahî kökeninden koparmaktadır.

Dawkins, bir yandan ilahiyatçılara şu ilkede karşı çıkarken öte yandan da bir başka açıdan onlara katılmaktadır: İlahiyatçılar, “Tanrı kâinatı kurarken temel değişmezleri ayarlamıştır” derler; Dawkins ise “doğal eleme sayesinde üstün türlerin devamı ilkesi, evrenin başlangıcında tasarlanmıştır” demektedir. Esasında ikinci düşünce, ilkine geri dönmektedir. Hatta bunların, kilise üzerinden gelen Yunan düşüncesinin bir yansıması olduğu da söylenebilir. Doğal teolojinin ‘aklî ilkesi’ ya da Aristoteles’in ifadesiyle, ‘hareket etmeyen hareket ettirici’ veya ‘ilk neden’ zaten Tanrı değildir. O, salt doğal bir neden ya da aklın düşünmeye başlama noktasının adıdır. ‘Nedensellik fikri’ni ve ‘ilk neden’i Tanrı olarak düşünmek, başlı başına bir sorundur. Bu durumda Dawkins’in doğal teolojiye başkaldırması isabetli gözükmektedir. Öte yandan doğayı bir ölçüde izah etmesi bakımından da doğal eleme fikri kabul edilebilir. Kısacası Dawkins Newtoncu fiziğin, biyolojideki görünümünü savundu. Yaptıkları, mekanizmi, biyolojiye uyarlama çabasından başka bir şey değildir.

Söyleşi: Dr. Nebile Aslan