12 Kasım 2009 Perşembe

@ Türk Yüzyılı

Yazar Mustafa Özcan'ın makalesini aşağıda okuyabilirsiniz:

Türkiye'nin Batı'dan yaz çevirerek Doğu'ya yöneldiğine dair bazı mahfillerde derin kaygılar gözleniyor. Bu kaygılar gerçeği yansıtıyor mu? Gerçekten de Türkiye yüzünü Batı'dan Doğu'ya mı dönüyor? Özellikle de Avrupa Birliğine entegre olma sürecinde en ileri aşamayı temsil eden AKP döneminde! Esasında bir eksen kaymasından ziyade bir tarihi seyir değişikliği ve mecra değişimden bahsetmek daha doğru olur. Bu tarihi seyir siyasi mühendislikleri altüst ediyor ve bozuyor. Kime niyet kime kısmet tekerlemesini hatırlatırcasına esasında Türkiye kendisini Batı'ya hapseden bir vizyondan kurtarıyor. Yeniden aslı mecrasına ve eksenine dönüyor. Bu anlamda, 200 yıllık eksen kaymasını tekrar kendine dönerek tamir ediyor. Eksen yerine oturuyor. Tanzimat ve batılılaşma ile birlikte Türkiye siyasi olarak yüzünü Batı'ya dönmüştü. Kültürel olarak da akkültürasyon kavramının çağrıştırdığı şekilde kendi kültürünün üzerine başka kültürleri kaplama yapmıştı. Kendi kültürüne yabancılaştıkça vizyon ve eksen kaymasına uğramıştır. Şimdi, eskiden yapılan kaplamalar dökülüyor ve gerçek yapısı ortaya çıkıyor. 200 yıllık Batıcı ideoloji bizi Batı'ya taşıyamadı. Aksine batılılaşma sürecinde ve özellikle de son dönemde tecrit olduk ve Batı'daki topraklarımızı kaybettik. Akkültürasyon sonucu olarak da bir kimlik krizine ve aşınmasına düçar olduk. Geçenlerde Mısır'da yapılan bir toplantıda konuşan Mısır'ın tanınmış entelektüellerinden Tarık Bişri, Türklerin İslam'ın küresel güçleri olduğunu ve İslam'ı küresel alana taşıdıklarını söylemiştir. Araplar geniş fütuhat yapmalarına rağmen ona göre İslam'ı küresel alana taşıyamamışlardır. Türkler ise bunu başarmışlardır. Bundan dolayı Türkler pazu olarak ve askeri güç olarak İslamiyeti küresel bir faktör haline getirmişlerdir. Bu rol taşıyıcılık anlamındadır. Zaten İslam'ın ilkeleri küresel ve evrenseldir. Lakin bu hakikatler Türklerin eliyle küresel alana taşınmış ve açılmıştır.

*
Tarık Bişri'nin ifade ettiği gibi İslam'ın fizik olarak küresel gücü Türklerdir. İslamiyetin doktrin olarak küresel gücü ve aracı ise Ehl-i Sünnet anlayışıdır. İslam'ın Serüveni kitabında Marshall Hudson, İslamiyet'in küresel oyuncusunun ve gücünün Sünnilik olduğunu ifade etmiştir. İslam ortak paydasını genel anlamda bu anlayış temsil ettiğinden bunun haricinde kalan anlayışlar dikotomik (tezadçı) bir etkiye ve özelliğe sahip olmuşlardır. Dolayısıyla ister istemez yapıları gereği uyumu değil tezadı besliyorlar. Amerikalı akademisyen ve İslam tarihçisi Hudson'ın bu tespitini hem Türkler ve hem Sünnilik açısından Lübnanlı yazar Paul Salem güncellemektedir. Al Hayat gazetesinde tarafsız ve yansız bir bakış olarak Paul Salem şunları kaydediyor. Cengiz Çandar'ın da 'Türkiye'ye doğru anlamak' başlıklı yazısında Paul Salem'in bu analizine atıf var. Şu sözler onun derin analizinin bir ürünü ve mahsülatıdır :"

"Güvenliğin ötesinde, Türk politikasındaki kaymanın bir de politik ve ideolojik yönü var. Kendi Müslüman ve Osmanlı geçmişlerini reddederek kestirip atan önceki yılların radikal Kemalistlerinin tersine, Ak Parti gücünü Türkiye'nin Müslüman kimliğinden derliyor ve Osmanlı geçmişine neredeyse nostaljik bir bakışla güneydoğudaki komşularına yaklaşıyor. Ankara Avrupa iddiasını terk etmemekle birlikte, Avrupa ailesinin reddedilmiş evladı olmaktan Müslüman ailenin potansiyel babası olmaya doğru gidiş onu ferahlatıyor. Türkiye tüm Ortadoğu'da modernizm ile entegre olan tek ülkedir. İşlevsel bir demokratik siyasi sisteme, üretken bir ekonomiye sahiptir ve din ve laiklik, inanç ve bilim, bireysel ve kollektif kimlik, milliyetçilik ve hukukun üstünlüğü arasında işleyebilir dengeler kurmuştur. Fas'tan Pakistan'a kadar, bölgedeki hiçbir ülke bu şekilde bir başarı elde edememiştir. İran, Mısır ve diğer Arap ülkeleri gelecek değildirler. Türkiye olabilir. Bölgede derin tarihi kökleri bulunan büyük bir Sünni ülkesi olarak, bu, Türkiye'nin Ortadoğu'daki yüzyılının başlangıcı olabilir."

*
Arap basınında bu ve benzeri yazıları ve akis ve yansımaları görebiliriz. Yumuşak bir güç olarak sivrilen AKP bilerek veya bilmeyerek Türkiye ile Ortadoğu arasındaki tıkalı kanalları açmıştır. Bunun ötesinde aslında konjonktür Türkiye'ye yardımcı olmuş ve önünü açmış ve siyasi aktörler de bu fırsatı kıymetlendirmiş ve değerlendirmişlerdir. Ortadoğu'ya açılma ideolojik körlüğü veya Batıcılık ideolojisini de aşındırmaktadır. Bunun en iyi analizini The Jerusalem Post gazetesinden Aryeh Levin 'Erdoğan İsrail'e Menderes'i hatırlattı' başlıklı yazısında ortaya koymuştur. Biz de Macellan gibiyiz. Batı'ya giderken galiba siyasi olarak Doğu'yu yeniden keşfediyoruz. Portekizli bir gemici olan Macellan hep batıya giderek Çin ve Hindistan'a ulaşabileceğine inanıyordu. Alman imparatoru Şarlken'in desteğini alan Macellan, yolculuğuna ispanya'dan başladı. Amerikanın en güneyinden dolaştı. Büyük Okyanus'u geçip Filipinlere ulaştı. Dolayısıyla Batı'ya keşfedelim derken yeniden evimize döndük. Bu Yahya Kemal'in özelinde de böyledir. Batıcı ve Batı hayranı olan Yahya Kemal Beyatlı ancak Paris'i gördükten sonra evine dönebilmiş ve şarklı kimyasına yeniden kavuşabilmiştir.. Dolayısıyla Batı üzerinden bir geri tepme hali yaşıyoruz. Paul Salim'in dışında Hazim Sağiye gibi Al Hayat yazarları da Türkiye'nin bir imparatorluk tutkusu yaşadığını ve bu emellerin yeniden depreştiğini savunuyor. Ve bu bağlamda, AKP'nin yumuşak gücünün açtığı zeminin ileride bir imparatorluk zeminine dönüşmesi ihtimaline yönelik kaygılarını paylaşıyor.
Eksen kayması tartışmalarına bir de bu zaviyeden bakmakta fayda var…