30 Mart 2009 Pazartesi

@ 'İslam dünyasına en iyi örnek Türkiye'

Chatham House'da konuşan Cambridge Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Hroub, Türkiye'nin İslam'ı yaşama tarzı ve laiklik geleneğinin diğer İslam ülkeleri için önemli ve pozitif bir örnek olduğunu, AK Parti'nin de bu geleneği aynı şekilde sürdürdüğünü söyledi..

İngiltere'nin başkenti Londra'da bulunan uluslararası ilişkiler alanında dünyanın en prestijli düşünce kuruluşlarından Chatham House önemli bir konferansa ev sahipliği yaptı. "Laik Siyasi İslam - Türkiye ve Arab Tecrübeleri" başlıklı konferansta Türkiye masaya yatırıldı. Konferansın baş konuşmacısı Cambridge Üniversitesi Arap Meyda Projesi Başkanı Dr. Khaled Hroub, Türkiye'nin laik varlığına yönelik bir tehdit olmadığını ve anayasası sayesinde laikliğinin güvence altında olduğunu söyledi.

Hroub, AK Parti ile ilgili olarak da parti programında laikliğin din özgürlüğünün güvencesi olarak gösterildiği paragrafa dikkat çekerek, böylesi bir paragrafın hiçbir "İslami partinin programına alınamayacağını" belitti. AK Parti'nin laik düzeni desteklediğini kaydeden Hroub sözlerini şöyle sürdürdü: "AK Parti artık İslami bir parti değil. İslami düşünce ve ideolojiye inananlarla aynı alanda değiller. Sosyal ve sosyalizme yönelik değerleri var ama İslami bir parti değil. İslami bir parti denilmesi için üç unsuru olmalı; şeriat kanunu, dünya Müslümanlarını birleştirme ideali ve toplumu İslamlaştırma programı... Muhafazakâr değerleri var belki ama liberalizme daha yakınlar, İslami bir parti denilemez. AK Parti programında siyasi ve ekonomik çıkarlar için dinin kullanılmasına karşı olunduğu belirtiliyor. Ayrıca laik devletin kurucusu Atatürk'e atıfta bulunuyor..."

Türkiye'de Atatürk ve ordunun birleştirici güç olduğunu oysa Arap ülkelerinde milli orduların bölücü görüldüğüne dikkat çeken Dr. Hroub, Arap ülkelerinde 'milli orduların' pan-İslamist büyük bir Arap devleti yaratma idealinin önündeki engel olarak görüldüğünü belirtti.

26 Mart 2009 Perşembe

@ Türkiye: Tarihe yeniden giriş

Dr. Seyyar El Cemil'in, 25 Mart El Beyan Gazetesindeki makalesi:

Türkiye bugün İslam dünyasında bir istisna. Kemalizm'in altı ilkesinin meşru çocuğu ve Osmanlı'nın imparatorluk mirasının varisi. Din ve dünya dengesinde orta bir noktada duruyor ve geçmişi ile kendi çağı arasında sopayı ortadan tutuyor. Osmanlı tarihini ağır ağır okumayan, yapısını ve oluşumlarını düşünmeyenlerin derinlere uzanan bu istisna karşısında kesinlikle gözleri kamaşacaktır.

Zira Osmanlı Devleti, İslam'ın zengin mirası ve imparatorluğun Avrupa geleneklerinin şaşırtıcı bir görüntüsüdür.

Dolayısıyla bizler çağdaş Türkiye'de İslam elbiseli laik bir ülke olması sebebiyle bir kimlik krizi görmüyoruz. Birçokları Atatürk deneyiminden çokça dehşete kapıldılar ve laik deneyim olması sebebiyle onu ayıpladılar. Oysa aynı liderin Türkiye genelindeki Osmanlı dinî medreselerini muhafaza ettiğini bilmiyorlardı. Arap ülkeleri kendi anayasalarına 'devletin dini İslam' diye yazdırdılar, ancak uygulamaları bir tür gizli laiklikti. Türkiye Cumhuriyeti, ilanından bugüne kadar kendi toplumu karşısında gayet açık bir ülkeyken Arap ülkeleri kendileri ile toplumları arasında güven ve kimlik krizi yaşadılar. Yani özetle 20'nci yüzyıldan bugüne kadar Arap ülkeleri bir ahlak krizi içindeler. Bu güvenin sarsılması iç, bölgesel veya uluslararası birçok koalisyonun kurulmasına yol açtı.

Görüldüğü üzere Türkiye'nin kendi özellikleri var ve ilişkilerin inşasında kendi yöntemini izledi. Araplar ile İsrail arasındaki barış görüşmelerinde arabulucu oldu. Erdoğan, bölgede Mısır'ın eksen rolünü alma gücü olduğunu gördü. Hatta İsrail'in Gazze'deki vahşi saldırılarına yönelik söylemi Arap Birliği'nin rolünü aşan bir alan açtı.

Yirmi yıldır Osmanlılarla ilgili yazdıklarımı okuyanlar benim İslam dünyasının içine kapanması, tarihin değirmeninde ezilen siyasi geleneklerini ve düşüncelerini tekrarlayıp durması karşısında Batı'ya yönelik 'Osmanlı İslam'ı açılımı üzerinde durduğumu göreceklerdir.

Türkiye, dünyada barışın ve bölgede güvenliğin garantörü olarak rolünü oynadı. Tabii buradaki amacı Osmanlı'nın klasik konumunu geri alma girişimi kadar Doğu ile Batı, gelenek ile modernlik veya laiklik ile İslam arasında denge kurma gücünü ifade etmekti. Türkiye bugün derin derslere sahip. Ülkelerin ve partilerin ucuz suçlamalardan ve hazır inkâr araçlarını pazarlamaktan uzak durarak bu dersleri almasını temenni ediyorum. Burada sadece Arapları değil, İslami iki güç Pakistan ve İran'ı da kast ediyorum. Her iki ülkenin siyasal İslamlarını pazarlama noktasında farklı yöntemleri var; ancak bazen milliyetçi eğilimlerle bazen de mezhepçi eğilimlerle yapılıyor bu pazarlama.

Bugün Türkiye'nin rolü marjinal veya bir yere bağlı değil. NATO paktı üyesi olduğu doğru; ancak bölgedeki güçlü ve stratejik konumunun yanı sıra büyük bir orduya sahip olması sebebiyle kendi iradesini belirleme gücü var. İran'ın nükleer emellerine yönelik büyük endişesine rağmen Ankara ve Tahran ekonomik ve siyasi güçlü ilişkilerle birbirine bağlı. Ayrıca Türkiye'nin Mısır, Pakistan, Suudi Arabistan ve bazı Körfez ülkeleriyle güçlü köprüler kurma gücü var.

Türk yetkililer, bugün AB'ye katılmak için Ermenilerle geçmişin bütün sorunlarını çözmeye çalışıyorlar ve Avrupa'ya katılmalarının İslam dünyasının bazı sorunlarından ve gerginliklerinden kurtulmasına destek olacağını düşünüyorlar.

Avrupa ile Asya arasında bir Türk dengesinin tesisi için ortada Kemalizm'in 'yurtta barış, cihanda barış' temeli üzerine kurulu ilkelerinin yenilenmesi ve 20'nci yüzyıla hakim olan 'Batılılaşma' ideolojisinden bir 'denge' oluşturmaya geçiş çabası var. Bugün yeni Türk yetkililerce Türkiye'nin her iki kıta arasında bir köprü olması işlevi yeniden gözden geçirilmektedir. Yani Atatürk'ün ve müttefiklerinin 20'nci yüzyılda dondurduğu Osmanlı mirasına yeniden dönüş söz konusu. 'Araplar ve Türkler' adlı kitabımda bu konuya işaret ettim. Türkiye iki dünya arasında gerçekçi jeo-tarihi yakınlaşma için çalışacaktır ve ben Türkiye'nin taraflar arasında eksen politikalar izledikçe bu yeni amaçlarında başarılı olacağını düşünüyorum.

İç düzlemde Türkler dinî mirasa ve Kemalist ilkelere ihanet etmeksizin yenilenmiş İslam'ın demokrasi ve modernlikle birlikte yaşama gücü olduğunu ispatladılar. Türkiye bugün Ortadoğu'da hiç kimsenin daha önce yapmadığı çağdaş bir yapı oluşturmaya çalışıyor. Kendi Kemalizm'ini ve Osmanlıcılığını 'Pasifik ittifakı' diye adlandırılan koalisyonun kurulmasında kullanıyor. Tarihten kaçmıyor, aksine yeniden tarihe girmeye çalışıyor. Acaba bu kez başarılı olacak mı? Bizden sonraki nesil bu sorunun cevabını öğrenecek.

23 Mart 2009 Pazartesi

Lubnan'da bulunan fosiller, evrimi altüst etti!

Ahtapotların vücutları tamamen kas ve deriden oluştuğu için, öldükten sonra kolayca çürüyüp sıvılaştıklarından; fosil kalıntılarını bulmak pek mümkün olmamasına karşın Lübnan’da ani ölümle karşı karşıya kalan beş adet ahtapota ait 95 milyon yıllık fosiller bulundu.

Bulunan fosiller, ahtapotların 8 kolunu da tüm kasları ve hatta üzerindeki dizi dizi vantuzları ile beraber korunmuş bir şekilde ortaya çıktı. Hatta birkaçında, ahtapotun ürettiği mürekkebe ait kalıntıların dahi korunduğu tespit edildi.

Bulunan 95 milyon yıllık fosillerin en çarpıcı özelliği, bugünkü hallerinden hiçbir suretle ayırd edilebilir olmaması…

Berlin Freie Üniversitesi'nden Dirk Fuchs, “Ahtapotların ilkel atalarının etten yüzgeçleri olması lazımdı. Ama bu fosiller, o kadar iyi korunmuş ki bize tıpkı bugünkü yaşayan örnekleri gibi, ahtapotların böyle etten yüzgeçleri olmadığını gösteriyor” diyerek bulunan fosillerin evrimcilerin iddia ettiği ahtapotların hayali atasına ilişkin iddiaları yıktığını belirtti.

Kaynak: http://www.palenews.net/2009/03/95-million-year-old-octopus-fossil.html

21 Mart 2009 Cumartesi

@ Türkiye'li AB daha güçlü olacak

1 Temmuz'dan itibaren Avrupa Birliği dönem başkanlığını devralacak olan İsveç'in Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Türkiye'nin AB üyelik sürecine tam destek verdi. İsveç'in saygın gazetelerinden Svenska Dagbladet'e konuşan Bildt, Türkiye'nin AB üyeliğinin kabul edilmesi halinde Birliğin daha da güçleneceğini söyledi. Türkiye'nin AB üyeliği ile dünyada yaşanan bunca olumsuz olaylar sırasında Avrupa ile Müslüman ülkeler arasında bir köprü kurulmuş olacağını belirtti.

Türkiye'nin AB üyeliğinden umutlu olduğunu kaydeden Bildt, ancak bütün bunlara rağmen Ankara'nın önünde çözülmesi gereken en önemli sorunlardan birinin Kıbrıs olduğunu ifade etti. AB, 2009'un ikinci yarısında Kıbrıs'a ilişkin limanlar sorununu tekrar gözden geçirecek.

Türkiye'nin AB üyeliğini değerlendiren bir analize yer veren Svenska Dagbladet gazetesi de müzakerelerin ağır gittiğini yazdı. Üyeliğe karşı çıkan Fransa gibi ülkelerin bulunduğunu hatırlatan gazete, Paris'in bu tavrının sebebi olarak Türkiye'nin büyük bir ülke olmasının yanında Türklerin iş bulmak amacıyla AB'ye akın etme ihtimalini gösterdi. İsveç'in eski İstanbul Başkonsolosu Ingmar Karlsson ise buna karşı çıkarak, "Tam tersine AB ülkelerinde şu anda yaşayan birçok Türk vatandaşı ülkesine döner. Bunlar arasında iyi eğitim görmüş Türkler de var. Aslında Fransa ve Almanya, Birlik içinde kendi egemenliklerini koruyabilmek için AB içinde büyük ve kalabalık nüfusa sahip bir ülke istemiyor.'' görüşünü savundu. Gazete, Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğinin tartışıldığı bir dönemde 100 bine yakını İsveç'te, 3 milyonu Almanya'da olmak üzere 5 milyon Türk'ün şimdiden "AB vatandaşı" olduğunu kaydetti. Stockholm, aa

20 Mart 2009 Cuma

@ İlhamını Osmanlı'dan alan bir aydınlanmanın zamanı geldi

George Mason Universitesi, Dunya Dinleri, Düplomasi ve Ihtilaf Çözümü Merkezi Başkanı, Dr. Marc Gopin'in yazısını aşağıda okuyabiliriniz:

Batı ve Arap dünyalarının Osmanlı İmparatorluğu'nu, uzun vadeli çöküşün örnek vakası olarak gördüğü göz önünde bulundurulursa, tarihî, kültürel ve coğrafî unsurlardan kaynaklanan bu fırsat, bir hayli şaşırtıcı. Ancak, Osmanlı tarihi, olağanüstü bir kültürel zenginlikle bezeli ve bu zenginlik, özellikle, çok sayıda medeniyet ve dinin şiddetten uzak bir şekilde diplomaside bir araya gelmesi için, tarihin içinde bulunduğumuz noktasına mükemmel bir şekilde uyuyor.

Dünyanın şu anda tam da buna ihtiyacı var. Türkiye, Doğu ile Batı'nın karşılaşması gereken yer. İslam'ın burada devreye girmesi gerekiyor, Yahudilerin Müslümanlarla burada uzlaşması gerekiyor ve Arapların, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların yeni bir uluslararası toplumsal sözleşmenin temellerini burada bulmaları gerekiyor.

İsrail, Filistin ve Hamas gibi konulardaki mevcut ayrılıklar açıkça ortada. Türkiye'nin, bölgenin Arap olmayan askerî gücü olarak geleneksel rolünü değiştirmekte olduğu da açıkça ortada. Başbakan hem İsrail'in Gazze savaşı esnasındaki tutumuna dair duruşuyla hem de önceki Amerikan idaresinin şer ekseni olarak tanımladığı Suriye, Hamas ve İran'la ilişkiye geçilmesine dair istekliliğiyle açıkça vites değiştirdi. Bu, gözü kara ve zor bir adım. Ancak doğru şekilde yönlendirildiği takdirde Türkiye'yi yirmi birinci yüzyıl diplomasisinin başköşesine yerleştirebilir.

Türkiye'nin, medeniyetleri ve dinleri birbirine bağlama tarihî rolünü sürdürmesi için uluslararası diplomasi becerilerini geliştirmesi gerekecek. Türkiye'nin konumlandığı irtibat noktası bir yandan zorluklarla, bir yandan da fırsatlarla dolu. Batı, İsrail ve Arap dünyası İran'la şiddetli bir gerilim içinde. Batı ve Arap dünyasının kayda değer bir kesimi Hamas'la gerilim yaşıyor. Batı, İsrail ve Avrupa İslam medeniyetiyle önemli gerilimler -sessiz de olsa- yaşıyor. Ayrıca dünyanın önemli kısmı İsrail'in politikalarıyla gerilim içinde. Türkiye tüm bu cepheleri olumlu etkileyebilecek potansiyele sahip.

Türkiye'nin her türlü angajmanının en önemli unsuru benim deyimimle "olumlu diplomasi" olmalı. Olumlu diplomasi; sorunlara değil fırsatlara, düşmanlıklara değil ilişkilere, eleştiriye değil teşvike odaklanır. Türkiye, İsrail'in Gazze'de aşırı kuvvet kullanmasını şiddetle eleştirdiği için alkışlanmalı. Çünkü savaş koşullarındaki insani durum korkunçtu. Ancak şimdi, mesajı olumlu bir yöne çevirmenin zamanı.

Daha da önemlisi, Ortadoğu'nun barışa doğru ilerlemesini istemeyen Washington'daki gerici lobilerin şantajına maruz kalmamak için, Türkiye'nin, özellikle Ermenistan ve yüzyıl başında yaşanan trajik şiddete dair, Türk gururunu savunmaya odaklanan eski diplomasi yöntemlerinden vazgeçmesi gerekiyor.

Bir dizi atak stratejiye ihtiyaç var. Bunlar: 1. Ermenistan vatandaşlarının resmî merasimler eşliğinde Türkiye'yi ziyaret etmelerini sağlamak, Türkiye'deki geçmişlerini anmak ve kayıpların yasını hep birlikte tutmak gibi jestlerin eşlik ettiği, Ermenistan'la uzlaşma ve ilişki sürecine girmek. 2. Azerbaycan'ın insanî ihtiyaçlarını görmek ve bu ülkeye, gelecekte Ermenistan'la daha başarılı şekilde müzakere edebilmesi için yardımcı olmak. 3. Yahudileri, Yahudiliği ve İsraillileri kamu önünde kucaklamak; ama bunu yaparken Filistinlileri, Gazzelileri de unutmamak, bir yandan da İsrail'le yapacakları uzun süreli bir anlaşmanın temellerini belirlemek üzere Hamas'la, müzakere etmek. 4. İsrail ve Arap dünyası angajmanlarına dair Suriye ve İran'la irtibatta olmak.

En önemlisi, Türkiye'nin, kendisini kısıtlayan ve Ermeni meselesine hapseden o eski savunmacı diplomasiden vazgeçmesi ve bunun yerine medeniyetlerin, ülkelerin ve dinlerin köprüsü olma konumunu talep etmesi ve kazanması gerekiyor. Böylelikle, birçok Türk vatandaşının kılavuzu olan ilerici İslam aydınlanma ve demokrasinin paradigması haline gelebilir ve bu, Batı'da gericilerin, Arap dünyasında da aşırıların İslam medeniyetini şiddetle eşdeğer tutan algılamalarını yalancı çıkarabilir. İkincisi, Ermenilerle yeniden ilişkiye girerek Washington'un baskısından kurtulan Türk liderliği, yüzyıllar boyunca yaptığı gibi, Yahudilerle olumlu bir ilişkiye girebilir ve onlara, Filistinlilere saygılı ve cömert bir şekilde yaklaşmaları çağrısında bulunabilir. Türkiye yüzlerce İsrailli işadamını, ruhanî liderleri, kültürel liderleri; Türk topraklarında Filistinlilerle, kendilerinin eşiti olarak yeni bir ilişki başlatmak üzere resmî olarak davet edebilecek, Müslümanları, Gazzelileri, Hamas'ı devreye sokabilecek bir ülke. Bu, İsrail ve Filistin'de, ihtilaf çözümü açısından bir devrim olacaktır.

Akıllıca siyaset aynı zamanda vizyon sahibi siyaset de olabilir. Başkan Barack Obama vizyon ile pragmatikliği, gerçekçilikle umudu birleştiren bir siyasetin öncüsü. Türkiye de, aydınlanmış İslam medeniyeti modeliyle aynısını yapabilir. Örneğin Mevlânâ bugün dünyanın en sevilen şairlerinden biri ve Arap Ortadoğu'sunda gittiğim her yerde, sufiler arabuluculukta hep öncü konumda. Bu, Mevlânâ'nın çağı; bu, sufi arabulucuların ve sufi vizyonerlerin çağı.

Bu yol kibirden uzak, mütevazı bir şekilde izlenirse, Arap dünyasındaki en muhafazakâr unsurlara kafa tutulabileceğine, hatta onların bile ikna edilebileceğine inanıyorum. Körfez'de hiç kimse Bin Ladin'in gölgesinin sonsuza kadar Arap ve Müslüman dünyalarının üstünde kalmasını istemiyor. Zehir Orta Asya'ya da sıçradı ve herkes bunun Müslüman sosyal düzenini tehdit etmesinden endişeleniyor. Bir taraftan da Batı'nın İslam medeniyetine hoşgörüsüzlüğünü besliyor. İslam dünyasında gözü pek liderlere ihtiyacımız var. İsrail'e ve düşmanlarına, nihai bir çözüme ulaşılması için güven verecek cesur partnerlere ihtiyacımız var. Kimse bunun için Türkiye'den daha iyi konumlanmış durumda değil ve kimse de bu sonuçtan, şu anda dünyanın en kudretli lideri olan Barack Obama'dan daha memnun olmayacaktır. Türkiye, yirminci yüzyıldan kalma hayaletlerini gömmeli. Böylelikle yirmi birinci yüzyılda uluslararası ihtişama yeniden kavuşabilir. İlhamını Osmanlı'dan alan bir aydınlanmanın zamanı geldi.

@ Birliğin TV kanalı açılıyor...

TRT'den yapılan yazılı açıklamaya göre, yeni yılı, yeni bir dönemi simgeleyen Nevruz günü, Türkçe, Kazakça, Kırgızca, Azerbaycan Türkçesi, Özbekçe ve Türkmence dillerinin konuşulduğu coğrafyada yer alan izleyicilerle buluşacak kanalın galasına Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bakanlar, üst düzey yöneticiler ile yabancı konuklar katılacak.

Kanalın ismi Başbakan Erdoğan tarafından galada açıklanacak.

TRT'nin Türk dünyası için hazırladığı yeni kanalın kapsamında Çin Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Afganistan, Rusya Federasyonu, Ukrayna, Moldova, Gürcistan, Suriye, Irak, İran, Bulgaristan, Yunanistan, Balkan ülkeleri ve Doğu Avrupa ülkelerinin tamamı yer alacak.

Yeni kanal, Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan'da yayın yapan ulusal kablo şirketlerinden de izleyicilerine ulaşacak.

TRT'nin yeni kanalıyla, Türkiye'nin tanıtımını ve etkinliğini arttırmak, Türk dünyası arasında işbirliğini geliştirmek, ortak kültürel mirasın görünürlüğünü arttırmak, Türk sanat ve siyaset adamlarının çalışmalarının daha etkin tanıtılması ve ekonomik işbirliğinin önünün açılması hedefleniyor.

Türk Cumhuriyetleri ile ilgili tanıtım ve görüntülerin yoğun bir şekilde işleneceği galada, Tarkan bir konser verecek.

17 Mart 2009 Salı

@ Markezinis: Türkiye İslam ile büyüyecek!

Fransa’da aylık olarak yayımlanan Le Monde Diplomatique gazetesinin Türkçe versiyonunda İslam’a yönelecek bir Türkiye’nin dünya çapında rol oynayacağı değerlendirmesinde bulunuldu.

İngiltere Kraliçe’sinin Hukuk Danışmanı Yunan asıllı Vasilios Markezinis tarafından kaleme alınmış yorum-analizde “Laik taraf ortama hâkim olursa, Türkiye’nin AB üyeliği de ivme kazanacak. Türkiye İslam’a yönelirse dünya çapında boy gösterecek. Sonunda Başbakan Erdoğan’ın ılımlı yolu hâkim olursa, Türkiye Avrupa’da, Kafkasya’da ve Orta Doğu’da kritik rol oynayan bir ülke olarak ortaya çıkacak. Neden bunu hiç bir Yunanlı lider veya uzman anlatmıyor?” diye soruldu.

“Türkiye’nin dengeleri koruma marifetinden Yunanistan’ın alması gereken dersler” olduğunu yazan Markezinis, Atina’nın, Washington dışında başka ittifaklar kurması gerektiğini yazdı. Markezinis’e göre “ Jeopolitik sahne sürekli değişiyor ve sadece ABD ile ‘evlilik’ ilişkisinin (Yunanistan için) pek bir yararı yok”

İngiltere Kraliçe’sinin Hukuk Danışmanı Markezinis “Zaman geçtikçe Amerikalılar, Türkiye’ye olan ihtiyaçlarının Türkiye’nin Amerika’ya ihtiyacından çoık daha büyük olduğunu anlamış olmalılar. Bu da bizim için pek olumlu gelişme değil” diye yazdı.

Yazısından bazı bölümler:

.... Asıl baş ağrımız Türkiye'dir. Türkiye'nin sorunu tarihî doyumsuzluktan, halkına yönelik nefretten veya hayal gücü eksikliğinden kaynaklanmıyor, ülke içindeki belirsizliklerden kaynaklanıyor. Birinci belirsizliği ülke içindeki "iki özellikli" karakteri, ikinci belirsizlik de olası Avrupa üyeliği. Bu gerçekleşirse Avrupa'yı yönetmek bugün olduğundan da daha zor olacak.

"İki özellikli" karakter terimiyle Türkiye'nin uyguladığı dış politikayı tarif edebiliriz; Amerika-Rusya, İsrail-Filistin, İran-Batı, Suriye-İsrail ve tarihi boyunca insan haklarına saygı göstermemiş olan Türkiye'nin bugün insan hakları savunucusu olarak ön plana çıkması nedeniyle elbette insan haklarını kapsayan konular yelpazesini gösterebiliriz.

Ancak burada "iki özellikli" terimini farklı bir anlamla kullanıyorum: Laik yalnızcılığın ve dinî enternasyonalizmin karşıt etkili güçlerinden söz ediyorum. Bu "iki özellikliliğin" nedenlerini değil, etkilerini vurguluyorum çünkü nedenlere etki edilebilir ancak bunların etkileriyle baş etmek gerekir. Türkiye'nin benimseyeceği laik veya dinî seçeneğin, dış politikasının en önemli faktörü olacağını savunuyorum. Kaygı verici olan, "dışarıdakilerin" ikisini de tehlikeli kabul etmesi. Başbakan Erdoğan'ın oyunu, Yunanistan için en kötü gelişme olan dengeler oyununu içermiyor. Aslında bizim için gerçek tehlike, Türkiye ülke içinde hangi yolu seçerse seçsin Yunanistan üzerindeki etkisi olumsuz olacaktır.

Laik taraf ortama hâkim olursa, Türkiye'nin AB üyeliği de ivme kazanacak. Türkiye İslam'a yönelirse, dünya arenasında boy gösterecek. Sonunda Başbakan Erdoğan'ın ılımlı yolu hâkim olursa, Türkiye Avrupa'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da kritik rol oynayan bir ülke olarak ortaya çıkacak. Neden bunu hiçbir Yunanlı lider veya uzman anlatmıyor?

Konuyu baştan ele alalım. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye, birbirine tamamen karşıt ülkelerle dikkati ittifaklar kurma sanatını mükemmel bir şekilde uygulamıştır. Rusya'nın Boğazlara hâkim olmak istediğini tespit edince, hemen NATO üyesi oldu.

Rusya buna, sol eğilimli Suriye ve Mısır gibi ülkelerde yatırım yapmak şeklinde cevap verdi. Türkiye'nin tepkisi ise çok daha akıllıcaydı. İsrail ve Şah'ın İran'ı ile (ırk, din ve coğrafyaya değinen konuları aşan ve herkese hizmet veren fırsatçı bir bağlantı) ilişkileri pekiştirdi. Buna benzer zorluklarla karşılaşan Yunanlı bir diplomatın, kesinlikle bu kadar cesaret göstermeyeceğini söylemekle haksız olur muyum? Soruyorum.

Bu âkil düzenleme olası gerginlik belirtileri verdi çünkü birtakım jeopolitik unsurlar nedeniyle İslam daha da güçlendi. İslam birçok Türk'ün gözü önünde (laik Anayasa'nın koruyucusu olan Türk ordusunda değil) ülkesinin din yoluyla etkisinin yayılması olanağını sergilemeye başladı. Bu yayılma çok boyutlu olabilirdi. Avrupa doğrultusunda (Arnavutluk ve Bosna), Kafkasya doğrultusunda (Türk etkisinin geleneksel alanı) hatta diğer İslam dünyası doğrultusunda olabilirdi çünkü gerek ekonomik gerekse iç birliktelik açısından Türkiye en önemli İslam devletlerinden; İran, Endonezya, Pakistan ve Mısır'dan daha güçlüdür.

Bu aşamada siyasi sahneye Erdoğan girdi. Ilımlı İslamcı Başbakan ülkesinin cumhurbaşkanlığına ilk İslamcı cumhurbaşkanının seçilmesini sağladı ve merkezdeki konumunu marifetli bir şekilde korumaya devam ediyor.

a) Müslüman İran ile bağlarını güçlendiriyor fakat İsrail ve ABD ile Türk dostluğu bozulmasın diye nükleer programına da karşı çıkıyor.

b) İsrail'e Suriye ile ilişkilerini yeniden geliştirmesi amacıyla yardım ediyor (Amerikalıları ve İngilizleri de bu şekilde memnun ediyor).

c) Filistinlilerle Türkler arasındaki bağları koruyor fakat ülkenin İsrail ile temel bağlarını da tehlikeye sokmuyor. Bu arada İsrail'e karşı en önemli silahı olan suyun kontrolünü elinde tutuyor.

16 Mart 2009 Pazartesi

@ Sürgün edilen ilk Osmanlı Darwinisti...

Ahmet Mithat. Hece-i Evvel adlı ders kitabı olan Yazar, Yaşadığı dönemin tüm fikirsel ve düşünsel ikilemlerini eserlerine yansıtan bir Osmanlı yazarıydı. “Felatun Beyle Rakım Efendi” adlı eseri hem bu dönemin ikilemini yansıtır, hemde Batı aydınlanmasını doğru anlama noktasında ciddi çıkarımlarda bulunur. Onun Batı’yı anlama noktasındaki bu duruşu Darwin teorisine yakınlaşmasını sağlayacaktır. Evine kurduğu matbaasında çıkarttığı “Dağarcık” dergisinde Darwin teorisine inandığını ima edecek bir makale kaleme alacaktır. Zaten Namık Kemal’le beraberliğiyle dikkat çeken Ahmet Mithat, birde Darwin teorisine destek verince adeta kendi ipini çekmiş oldu. Osmanlı hükümeti onun Darwin’in teorisini tanıtan ve destek veren yazılarına karşı çok hiddetlenmiş ve Ahmet Mithat için şu emri yayınlamıştı:

“Fimabaat Mithat Efendinin maymunlarına dair matbuata zinhar nesne yazdırılmaması….” Sultan Abdulaziz, Ahmet Mithat’ı bu düşüncelerinden dolayı 1873’te Rodos’a sürgüne gönderdi. Böylece Darwin teorisi ilk defa Osmanlı Devletinde bir aydın’ın sürgüne gönderilmesine gerekçe olmuştu.

İşte o çok sevdiğimiz “Felatun Beyle Rakım Efendi” romanı Rodos’ta sürgün yıllarında kaleme alınmıştır. Ama Ahmet Mithat asıl düşüncelerini yine sürgün yıllarında yazdığı “Menfa” adlı “sürgün günlükleriyle” açıkça yazmaktan çekinmemiştir. Aynı dönemde Namık Kemal Kıbrıs’a, Ahmed Midhat ve Ebüz ziya Tevfik Rodos’a, Nuri ve İsmail Hakkı (Bereketzâde) beyler Akkâ’ya sürgüne gönderildiler.

Ahmet Mithat için asıl önemli gelişmeler Sultan Abdulaziz’in vefatından sonra yerine gelen V. Murat’ın onu affetmesiyle döndüğü İstanbul’da aldığı görevlerle olacaktır. 3 yıl kaldığı sürgün sanki onu daha mutedil bir noktaya çekmişti. 1876'da İttihat Gazetesi'ni yayınlamaya başladı. Muhalif tutumunu yumuşatarak 2. Abdülhamit'e yakınlaştı. Daha sonra “ben neyim” adlı bir eser kaleme alan Ahmet Mithat daha önce savunduğu materyalist düşüncelereve Darwinizm'e reddiye yazdı. Ve Allah'ın yaratmasını savunan bir aydın oldu.

14 Mart 2009 Cumartesi

@ Şii liderlerden İslam Birliği çağrısı...

Gectigimiz gunlerde, ilk olarak İslam Devrimi lideri Ayetullah Seyyid Ali Hamanei, İslam Konferansı Örgütü Başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu ile yaptığı görüşmesinde, İslam dünyasının düşmanlarının, müslümanların arasını açmak için dini fitne tohumları ektiğini söyledi.

Müslümanların saflarını birleştirmeye, müslümanların birbirlerine yakınlaşmasını engelleyen şekli sorunları ortadan kaldırmaya davet eden Hamanei,Gazze'de işlenen katliamlara karşı İslam ülkelerinin ortak tavır takınamamalarını eleştirdi.

Geçtiğimiz Cuma namazinda ise, Tahran'da Cuma namazını kıldıran Ayetullah Cenneti, namazın ikinci hutbesinde İslami toplumda vahdete vurgu yaparak İslam dünyasını ayakta tutan şeyin, vahdet olduğunu, vahdet bozulduğu yerde İslami toplumun da dağıldığının görüldüğünü kaydetti.

Vahdetin milletlerin izzet ve gücünün kaynağı, düşmanların zilletinin sebebi olduğunu vurgulayan Ayetullah Cenneti, düşmanın türlü yollardan Şii Sünni tefrikası ve hatta bu mezheplerin içinde bile tefrika çıkarma peşinde olduklarını belirterek herkesin İslam toplumunun vahdetini en büyük temel olarak korumaya çaba göstermesi gerektiğini dile getirdi.

Son olarak, Lübnan İslami Direnişi Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah ise, doğum haftası münasebetiyle Hizbullah tarafından düzenlenen anma merasimindeki konuşmasında, Müslümanların arasındaki vahdetin önemine değinen Nasrullah, "Düşmanlarımız, bizlerin yakınlaşmasını istemiyor. İslam ümmetinin düşmanları, Müslümanların Müslümanlarla, Hıristiyanların Müslümanlarla birleşmesini istemiyor. Bugün "düşmanlarımız bizim üzerimizde egemenlik kurmak istiyor. Bizlerin bir olmamızı istemiyor' diyebilmek için delile ihtiyacımız var mı? Bunu ispatlamak için delile gerek yok" dedi.

@ Ateist Siyonistlerden, Museviler de yaka silkiyor!

Vakit Gazetesinden, Ahmet Varol'un makalesi:

Tahran’daki konferansa katılanlar arasında en çok dikkat çeken bir grup da uzun zülüfleriyle, uzun sakallarıyla ve fötrleriyle hemen herkesin gözüne ilişen bir Yahudi haham grubuydu.

Kendini Uluslararası Naturei Karta diye adlandıran bir Yahudi hareketine mensup bu hahamlar Amerika’dan gelmişlerdi. İran’a daha önce de ziyaret düzenlendiklerini haklarında yayınlanan haberlerden bildiğimiz bu hareketin mensuplarıyla ilk kez karşılaşıyordum.

Siyonizme karşı olduklarını yakalarında taşıdıkları rozetlerle ve kartlarla ifade etmeye çalışan bu kişilerden birinin yakasında “Siyonist olmayan bir Yahudi”, diğerinin yakasında “Yahudi ama Siyonist değil” bir diğerininkinde de “Siyonizme karşı bir Yahudi” yazısı vardı.

Doğrusu bu adamlar kimdir, neyin nesidir diye ben de merak ettim ve içlerinden biriyle tanıştım. Bizim haham dediğimiz Yahudi din adamları kendilerini Rabbi olarak isimlendiriyorlar. Benim tanıştığım kişi de Rabbi Yisroel Dovid Weiss adını taşıyordu.

Siyonizm karşıtı Naturei Karta hareketinin mesajlarını aktarmadan önce bazı hususlara temas etmek istiyorum. Yahudilik Hz. İsa (r.a.)’nın peygamber olarak görevlendirildiği dönemde de Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğu dönemde de vahiy çizgisinden uzaklaşmıştı. Kur’an-ı Kerim’de onların çizgilerinin reddedilmesinin sebebi zaten bu sapmadır. Bugünkü şekli de vahiy çizgisinden sapmış itikadî çizginin bir devamıdır ve herhangi bir Yahudinin Siyonizm karşıtı olması onun vahiy çizgisine, tevhid ilkesine döndüğünü göstermez. Ama Siyonizm bir dinî ve itikadî değil siyasi harekettir. Siyasi anlayışı da ırkçı temellidir ve belli bir ırkın üstünlüğünü esas alarak onun dünya saltanatı kurmasını hedeflemektedir. Siyonizmin bu yönünü görüp reddeden Yahudiler de vardır ve onlar bu noktada doğruyu seçmişlerdir. İtikadi konularda doğruyu seçmeleri ise Abdullah ibnu Selâm (r.a.) ve benzerleri gibi vahiy çizgisine dönmeleriyle mümkün olacaktır.

Burada dikkat çekmek istediğim bir husus da şudur: Biz, işgalci Siyonistlerin Filistinlilere yönelik vahşi saldırılarından ve gerçekleştirdikleri katliamlardan söz ettiğimizde bunun Türkiye’deki Yahudi azınlığı rahatsız edeceğini söyleyenler, Siyonizmin gerçekte Yahudiliğin eşdeğeri olmadığı, Yahudilerin asıl Siyonizm vahşetinden dolayı üzerlerine kan sıçramasından rahatsız olmaları gerektiği gerçeğini neden gündeme getirmiyorlar? Bunu da geçelim, dünyada Siyonizme ve İsrail işgal devletinin sergilediği vahşete karşı olan Yahudiler de olduğunu ve onların bu vahşetin gündeme getirilmesinden, konuşulmasından değil böyle bir vahşetin Yahudilik adına icra edilmesinden rahatsız olduklarını neden görmezden geliyorlar? Çünkü bu gerçeklerin konuşulması onların işlerine gelmiyor. Bu da Türkiye’deki Yahudi azınlığın hukukunu önemsediklerinden dolayı değil de Siyonist işgal devletinin sergilediği vahşete destek vermeleri sebebiyle böyle bir tavır sergilediklerini gözler önüne seriyor. Siyonist işgal devletinin sergilediği böylesine insanlık dışı vahşete gözü kapalı bir şekilde destek verenleri de bu vahşeti icra edenlerle aynı kategoriye dâhil etmenin hiçbir sakıncası yoktur.

Benim kendisiyle tanıştığım Yisroel David Weiss ikinci günün oturumlarından birinde konuşma yaptı ve oldukça önemli noktalara parmak bastı. Siyonistlerin caniler olduğuna vurgu yapan Weiss, bu canileri kınamak gerektiğini ifade etti. Siyonizmin dinle hiçbir ilgisi olmadığını dile getiren Weiss, bu hareketin fikir babası Hertzl’in Yahudilikten çıkmış olduğunu söyledi. Siyonizmin Yahudilikten İsrail kavramını çalarak bir kavram hırsızlığı yaptığını ve aslında kutsal olan bu kelimeyi kirlettiğini dile getirdi.

Naturei Karta hareketi adına konuşma yapan Weiss, İsrail işgal devleti konusunda çağdaş emperyalizmin ileri gelenleri ve onların Filistin topraklarındaki sözcüsü Mahmud Abbas gibi düşünmüyor, iki devletli çözümün mümkün olabileceğine inanmıyordu. İsrail’in yok olması gerektiğini, çünkü onun insanlığın başına bir bela olduğunu, yeri geldiğinde siyasi hesapları için Yahudileri de öldürebileceğini düşünüyordu.

Fakat burada dikkatten kaçmaması gereken bir şey daha var. Normalde Siyonist saldırganlığın Yahudilik adına yapılması Yahudi toplumuna kötü bir imaj vermektedir. Dolayısıyla Yahudiler arasında Siyonist saldırganlığı reddedenlerin, işgalci katliamlara karşı insanlığın ortak değerlerini öne çıkaranların sayısının daha fazla olması gerekir. Ama ne yazık ki normalde Yahudiler arasında Siyonistlerin marjinal kalması gerekirken Naturei Karta gibi Siyonizme karşı olanlar marjinal kalmıştır. Siyonizmin Yahudiliği istismar edebilmesi de bu yüzdendir. Bu da üzerinde durulması ve nazarı dikkate alınması gereken bir husustur.

@ Osmanlı uzun ömrünü devlet ve dini bağdaştırmasına borçlu

Prof. Dr. Kemal Karpat'ın Osmanlı'dan Günümüze Elitler ve Din isimli kitabı Türkiye'de elitlerin doğumunu ve fonksiyonlarını tarihi ve kavramsal bir çerçeve içinde ele alan önemli bir çalışma. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Elitler ve Demokrasi ikinci bölümünde Din ve Laiklik konuları irdeleniyor. 7-8 yıl gibi uzun bir zamana mal olmuş kitap Temel Türk Filolojisi ve Tarihi ismiyle Paris ve Budapeşte Üniversitelerinin yayınladığı bir serinin parçası aslında. Dünyanın farklı yerlerinde verdiği seminerlerin notları ve modernizm ve laiklik merkezli makalelerin bir araya toplanmasıyla oluşan kitabında Karpat, bugün gündemin en yoğun tartışmalarından biri olan laiklik, din, modernizm konularını irdelemeye, Osmanlı'da modernleşmenin tarihsel aşamalarını anlatarak başlıyor.

Osmanlı uzun ömrünü devlet ve dini bağdaştırmasına borçlu
"Din temelli devletlerin yok olmasının mukadder olduğunu İbn Haldun Mukaddime'sinde uzun uzadıya anlatır, çünkü bu devletler kendilerini kendi güçleriyle yenileme kabiliyetinden mahrumdurlar. Bu değişmez siyasi mukadderatın tek büyük istisnası, Osmanlı Devleti ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti'dir." diyen Karpat bunun sebebini Osmanlı'nın maddi yaşam ile maneviyatı, yani devleti ve dini bağdaştırmasına bağlıyor. Fakat 17. yüzyılda din-devlet dengeleri bozuluyor ve devlet dini kendi amaçları için kullanmaya başlıyor...

Osmanlı seçkinleri arasındaki ilk ciddi ayrım, ıslahat yandaşlığı ve karşıtlığı şeklinde oluyor. 1800 yılında ise II. Mahmud bürokrasinin "reformcu" kanadı ve III. Selim'in ayan destekçileri tarafından kurnazca örgütlenen bir karşı hareket sonucunda tahta çıkarıyor ve "reformcular"la "muhafazakârlar"ın arası iyice açılıyor. Bu anlamda yazara göre Osmanlı padişahları arasında inanç ve bilimi en iyi uyumlaştıran Sultan II. Abdülhamid'di fakat onun da mutlakıyetçiliği moderniteyi ruhundan yoksun bıraktı.

Türkiye'nin, tarihsel olarak, inancın ve devletin özerk yetki alanlarına sahip olduğu kendine has bir "laiklik" anlayışının olduğunu savunan yazar, Cumhuriyet döneminde yanlış anlaşılan Fransız versiyonu bir laiklik uğruna bu kendine has anlayışın terk edildiğini söylemeden geçemiyor. 1924'ten sonra ortaya çıkan yeni İslam'ın savunucuları da kitapta dikkatle okunması gereken bölümlerden. Devletin sıradan insanların yaşadığı İslam üzerinde sıkı bir denetim uygularken, modern düşünceli dinsel elitleri İslam'a kendi modernist görüşlerini aşılamak üzere güçlendirdiğini buradan öğreniyoruz.

Laikliğe rağmen ve laiklik sayesinde en dindar ülke
Türkiye'de demokrasi mücadelesinin, esasen, demokratik özgürlük ve hakları ve bunun göze çarpan bir parçası olan dinsel inanç özgürlüğünü elde etme mücadelesi olduğuna da değinen Karpat "İslam ve demokrasi tartışmasının odağında Halifelik veya Şeriat mahkemeleri gibi İslami kurumların diriltilmesi değil, inanç özgürlüğü vardı." diyerek devletin, toplumun taleplerini görmezden gelmesini eleştiriyor. Yazar, laiklik kavgalarına ve Müslümanların üzerindeki baskılara rağmen Türkiye'de dindar nüfusun çokluğunu ülkenin dayandığı temellerle ilişkilendiriyor:

"Bugün Türkiye muhtemelen Mekke'ye en fazla hacı gönderen ülke. Kişi başına en fazla cami de Türkiye'de bulunuyor. Bence, devletin benimsediği laikliğe karşın, hatta belki de onun sayesinde, dünyada dinine en çok riayet eden Müslüman toplum Türkiye'de yaşıyor. Müslüman ülkeleri arasında en güçlü ve nispeten en etkili devlete sahip olan Türkiye'nin -her ne kadar son elli yılda devlet ve inanç arasında sürekli bir kavgaya sahne olsa da- varlığının iki temel dayanağı hâlâ devlet ve dindir."

Bugüne gelindiğinde geleneksel İslamcılarla Kemalist laikler arasındaki eski bölünmenin şiddetini arttırarak devam ettiği muhakkak. Kemalist laikler İslam ve modernitenin bağdaşmayacağını düşünse de Kemal Karpat bir gün Türkler'in modernitenin maddi ve manevi yönleriyle bir bütün olduğunu ve bunu güvence altına alan yolun gerçek bir demokrasiden geçtiğini kabul edeceklerine dair inancını yitirmiyor.

12 Mart 2009 Perşembe

@ Osmanlı'nın Pasifik'teki torunları...

Türkiye, İsrail, Suriye, Filistin, İran, Pakistan ve Afganistan'ın ardından bu kez pasifik Asya'ya el attı. hala Kendilerini Osmanlı'nın torunları olarak gören Filipinli Müslümanlar devletle aralarındaki barış görüşmelerini Türkiye'de yaptı.

Önce, İsrail ve Pakistan Dışişleri Bakanları’nın bir araya getirilmesi. Ardından İsrail ve Suriye arasındaki aracılı görüşmelere ev sahipliği, Pakistan-Afganistan zirve toplantısı...

Ve son olarak da, Filipinler barış görüşmeleri….
Türkiye’nin, sessiz sedasız, Filipinler’de Müslüman gerillalar ile hükümet arasındaki barış görüşmelerine de ev sahipliği yaptığı ortaya çıktı.

Filipinler’de hükümetle, ülkenin güneyindeki ayrılıkçı Müslüman nüfusu temsil eden Moro Ulusal Özgürlük Cephesi (MNLF) arasındaki görüşmelerde, arabulucuğu İslam Konferansı Örgütü yapıyor.

1996’da Filipinler hükümeti ile MNLF arasında varılan anlaşmanın uygulanmasına ilişkin olarak, OIC “kolaylaştırıcı” rol oynuyor. Bu üçlü görüşmelerin ilk turu Suudi Arabistan’da yapılmıştı.

İkinci turun ise, geçen yıl içinde, sessiz sedasız İstanbul’da yapıldığı ortaya çıktı.
Suudi Arabistan ve özellikle İstanbul görüşmelerinde elde edilen gelişmeler nedeniyle, üçlü görüşmelerin üçüncü turunun ilk kez Filipinler’de yapılmasına karar verildi. Görüşmeler de bugün Manila’da başladı.

Görüşmelerde, Filipinler’in Müslüman bölgelerinde uygulanan Şeriat hukuku ile Filipinler yasalarının birbirine yakınlaştırılması, Müslüman bölge için “özel bir güvenlik gücü” oluşturulması, bu bölgedeki ekonomik gelişmelerin yanı sıra, Filipinler’in mevcut rejiminin Başkanlık sisteminden federal sisteme çevrilmesi gibi konular masaya yatırılıyor.

Türkiye'den yaklaşık 10 bin kilometre uzaklıkta Hint Okyanusu'ndaki Acehli Müslümanlar'ın Türkiye ile bağlantısı yüzyıllar öncesine dayanıyor.
Aceh, Sumatra Adası'nın kuzeybatıya doğru uzanan kuzeyine verilen bölgenin ismi. Bugün Endonezya'dan ayrılmak için mücadele eden ve ordunun sert müdahalesi ile dünyanın gündemine oturan Aceh'teki Müslümanlar'ın atalarının imdadına Kanuni Sultan Süleyman yetişmişti.
Portekizliler'e karşı mücadele ederken İstanbul'a elçi gönderen Aceh Sultanı Alaattin, "Buralarda hutbeler sizin adınıza okunuyor" diyerek Sultan Süleyman'dan yardım istemişti. Yardım taleplerine kulak tıkamayan Kanuni, okyanus üzerinden yeniçeri, levent, topçu ve stratejik malzeme gönderdi. Türk yardımıyla Portekizliler'e üstünlük sağlayan Aceh, Güneydoğu Asya'nın en güçlü devletlerinden biri oldu.
Bazı kaynaklara göre yardımı gönderen Osmanlı Padişahı II. Selim'dir.
Alaattin bu zaferden sonra dört gemi dolusu karabiberi İstanbul'a gönderdi. Aceh'e giden Osmanlı denizcileri burada kalarak Acehli kızlarla evlendiler. Türk-Aceh ilişkileri 17. yüzyıla kadar devam etti. Bu yüzyıldan sonra ise ilişkiler sona erdi.
Bugün o bölgede kendilerinin bölgeye gelen levendlerin torunları olduğunu söyleyenler azımsanmayacak kadar çok ama aralarında Türkçe bilen yok. Acehliler'in, Osmanlı'ya duydukları sevgiyi hiç bitmemiş. Hatta bayraklarını bile seçerken bu sevgileri etkili olmuş. Kırmızı üzerine beyaz, ay yıldız bulunan bayrağın bizim bayrağımızdan tek farkı alt ve üst kısmından birbirine paralel siyah çizgi geçiyor olması. Burak ARTUNER - Hürriyet

9 Mart 2009 Pazartesi

@ Oktay Ekşi Osmanlı'dan ne anlar?

Metrobüsün Asya'yı Avrupa'ya bağlaması münasebetiyle düzenlenen törende açılan "Son Osmanlı Padişahı Kadıköy'e hoş geldiniz!" dövizi, basında yeni bir Osmanlı tartışmasının fitilini ateşlemiş görünüyor.

4 Mart günü "Sabah"ta Emre Aköz, Cumhuriyet'in 85. yılında hâlâ Osmanlı'nın hatırlanıyor olmasındaki ilginçliğe dikkat çekerken, aynı gün "Hürriyet"in başyazarı Oktay Ekşi, olanca Osmanlı cahilliğini okurlarının kafasına boca ediverdi.

Ekşi gibilerinin anlayamadığı nokta, yıllardır uyutulmuş/uyuşturulmuş bulunan Osmanlı refleksinin uyandırılacağı günü beklemekte olduğudur. Yıllar önce bir 'Osmanlı tsunamisi'nin Türkiye'nin üzerine gelmekte olduğunu söylemiştim. Tam 2 yıl önce çıkan "Geri Gel Ey Osmanlı" adlı kitabım da aslında bugün olan bitenlerin bir nevi habercisi gibiydi.

Yalnız şunu söylemekte fayda var: Türkiye'nin genlerinde bir süre uyumaya bırakılan bu 'Osmanlı refleksi', çok partili hayata geçişimizle birlikte ve daha CHP iktidarında saklanamayacak bir hale gelir. Nitekim 22 Nisan 1948 tarihli mizah dergisi "Karagöz", 23 Nisan Bayramı'nı Kafkaslardan Tuna'ya uzanan "büyük Türkiye"nin kuruluşunun başlangıcı olarak resmeder.

Nitekim İstanbul'un fethinin 500. yıl kutlamaları da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından başlatılmış, ne ki, 1953'te Demokrat Parti iktidarına nasip olmuştur. Hatta şunu da söyleyelim: Yunanistan'ın notası üzerine DP iktidarı 500. yıl kutlamalarını durdurmak için çırpınmışsa da, bunu tarihimize hakaret sayanlar, zamanın CHP'lileri olmuştur. Abartmıyorum, size o zamanki "Cumhuriyet" ve "Hürriyet" gazetelerinde yazılanları aktarsam ağzınız bir karış açıkta kalır. Sanırsınız ki, Fatih'in şahsında Osmanlı geri dönmektedir.

Şimdi aynı (aynı mı, emin değilim o kadar) "Hürriyet" gazetesinin başyazarı çıkmış, ne akıl almaz iddialara imza atıyor.

Oktay Ekşi basındaki Osmanlı özleminden örnekler verdikten sonra "Merak ediyoruz, bir 'Osmanlı modası' yaratmaya çalışanların derdi -veya özlemi- nedir?" diye soruyor. Ben de diyorum ki, "Osmanlı özlemi" diye bir şey yok, Türkiye zaten Osmanlı'nın devamı ve hülasasıdır. Özlem yok, yeniden hatırlama var. Barajın arkasında biriktirdiğimiz sular artık taşıyor, üzerimize geliyor. Bu gerçeğe gözünüzü kapamaktan vazgeçin.

Bu arada Osmanlı tarihi hakkında yalan yanlış bazı bilgi ve hükümlerde bulunuyor ki, Ekşi'nin Osmanlı'ya bu kadar takmasının, Osmanlı tarihini hemen hiç bilmeyişinden kaynaklandığını öğreniyoruz.

Mesela diyor ki: 36 padişahtan Fatih, Yavuz ve Kanuni'yi çıkartırsanız hangisini saygıyla, hayranlıkla, ileri görüşlülükle anabilirsiniz?

Buradaki sakatlık şu: Saygı duyulması için bir padişahın ille de zafer kazanması gerekiyor.

Bir yandan yazı yazarken Şeyh Hamdullah'ın hokkasını tutan, öbür yandan Mikelanj'ı Haliç'e köprü yapması için İstanbul'a davet eden II. Bayezid'e neden saygı duymayalım? Üstelik en büyük kitap tutkunlarından biridir, Fatih döneminde Osmanlı sosyal yapısında deprem etkisi yaptığı anlaşılan hızlı fetihleri ve reformları pekiştiren kurumsal düzenlemeleri yapmak, saygı duyulması için yeterli sebep değil midir?


İngilizlerin millî kahramanı Amiral Nelson, ressama poz verirken Osmanlı padişahı III. Selim'in gönderdiği ay yıldızlı nişanı göğsünde en üste, pırlanta sorgucu da başına takmıştı.

Hayranlık duyacaksanız, işte her sırtı çıplak olana üzerindekini çıkarıp verdiği için bir giydiğini bir daha giymeyen Osman Gazi. Aydınlanma diyorsanız bağımsız kütüphaneler açan I. Mahmud neyinize yetmiyor? Vücudunda tam 40 tane kılıç yarası taşıyan Çelebi Mehmed neci oluyor?

İleri görüşlülükte idare ve orduyu ıslah etmenin önemini daha 17. yüzyıl başında fark etmiş bulunan II. (Genç) Osman'ın eline kim su dökebilir? GATA başta olmak üzere açtığı kurumlarla Cumhuriyet'in temellerini hazırlayan II. Abdülhamid'in mirasını kim inkâr edebilir?

Oktay Ekşi bol keseden konuşmaya devam ediyor: "Kurucu tebaasını yani Türk halkını ezen ve azınlıklara ezdiren başka bir hanedan biliyor musunuz? Tüm tarihinin üçte birini zilletle geçiren hangi hanedana özlem duyulabilir?"

Bunca araştırmaya, yayına, doktora tezine şuna buna rağmen bu bayatın bayatı söylem hâlâ neden bu denli revaçta anlamıyorum. Osmanlı Devleti Türk halkını neden ezmiş olsun? Keyif almak için mi? Bir tür Drakula mı tasavvur ediyoruz Osmanlı'yı? 1920'lerde belki cazip olan bu iddiaya hâlâ sarılanlar şunu bilsinler ki, sınırlar geriye çekildikçe güvenebileceği insan kaynağı da Anadolu'ya inhisar etmişti mecburen. Fakat Çanakkale'de, Arap ve Kürt kardeşleriyle yan yana yatan Anadolu çocuklarını da unutmayın. Bir imparatorluk, halklar çorbasıdır. Kimin nereli olduğu hiç önemli değildir. Roma'da bile Arap imparator vardı. Önemli olan, resmî ideolojiye uymak ve devlete faydalı olmaktır. Taşıdığınız değer önemlidir, nereli olduğunuz değil. Anadolu çocuklarının cephelerde telef edildiğini söyleyenler, devşirme egemenliğindeki dönemler için de Türkleri ihmal ediyor diyorlardı. İyi de devlet ne yapsın? Türkleri savaştırsın mı savaştırsın mı? Bir karar verin.

Anlaşılan, Ekşi'nin aklına zafer ve yenilgiden başka bir şey gelmiyor tarih deyince. Söylediği aynen şu: "Hadi askerî alandaki yenilgilerini sineye çekmeye çalışalım. Tüm Osmanlı tarihinin medeniyete katkı anlamında ortaya koyduğu -Mimar Sinan'ın hepimizin göğsünü kabartan muhteşem eserleri dışında- ne vardır da biz bilmiyoruz? Koskoca 600 yılı bir tek Sinan'la açıklayabilir miyiz?"

Bence asıl fecaat burada

İlkokul çocukları bile biliyor ki, Sinan'dan sonra da Osmanlı mimarisi bal gibi devam etti. Sultanahmet, Yeni Cami, Fatih Camii, Laleli Camii, Topkapı Sarayı'nın büyük bir kısmı Sinan'dan sonra yapıldı. İshak Paşa Sarayı'nı da mı Sinan yaptı? Bilecik-Eskişehir yolundaki Vezirhan kimin eseridir? Bunu bir yana bırakalım, tek medeniyet göstergesi mimariden mi ibarettir? Çadır sanatı, kuş evleri, sebiller, leylek vakıfları, hat sanatı dünyayı kendisine hayran bırakmıyor mu? Levni diye bir ressamımız var, biliyor musunuz? Sonra ille Batılılar mı beğenince muhteşem oluyor bir eser?

Bir sömürge aydını ya da bu topraklarda zoraki bir misafir gibi oturup evini sürekli çekiştiren Oktay Ekşi'ler gibi tarihini 1923'ten başlatanların ve öncesini ancak utanmak için hatırlayanların ne kadar aydın olabileceklerini Oğuz Atay'ın o ısırıcı cümlesiyle değerlendirmeye ne dersiniz:

"Ha- Ha- Ha! İşe bak, İngiltere krallık, biz Cumhuriyet'iz; İngiltere tarihin gerisinde bu yüzden, biz ilerisindeyiz."

Söyleyin, bu bayat yalanı ne kadar dinledik? Ve ne zamana kadar dinlemeye devam edeceğiz? Son söz yine Oğuz Atay'ın olsun:

"İlerici, gerici her türlü akımların tekelini ellerinde tutan bir küçük yarı-aydın çetesi, yıllardır kendini yenileme gereğini duymadığı için bugün artık yerini kaybetmemek için ancak bezirgân oyunlarıyla ayakta durmaya çalışmaktadır. (...) Bugün haksız olarak gasp ettikleri yerler gerçek sahiplerini beklemektedir. Halkın evrensel ruhuna inanan; onu derinliğine tanımaya çalışan gerçek bir aydın topluluğu bu kültür gangsterlerinin yerini almazsa toplumun, çağın çok gerisinde kalacaktır..."

Bana göre Ekşi gibiler tarihimizi akıl cebimizden çaldıkları için "tarih gangsterleri" olarak adlandırılmayı hak ediyorlar.

MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN

8 Mart 2009 Pazar

@ Sanal Dünya...

İngiliz bilimadamları, son zamanların en büyük buluşlarından birine imza attı. 5 duyu organının tüm hislerini sağlayacak, 'sanal koza' isimli cihaz sayesinde, yerinizden kalkmadan Afrika'da safariye çıkabilecek, Alpler'deki çiçekleri koklayabilecek ya da Karayipler'deki sıcağı hissedebileceksiniz.
Başa takılan cihaz, dünya üzerindeki herhangi bir noktanın ya da sanal dünyadan istenen bir yerin bilgilerinin bilgisayara aktarılması ve uydu bağlantısı kurulması ile çalışıyor. Bilimadamları, cihaz sayesinde insanların uzaktaki yakınlarıyla aynı odadaymış gibi görüşme imkanı bulacağını da belirtiyor.

İngiliz bilimadamları, sizi yerinizden kalkmadan sanal olarak dünyanın

öteki ucuna götürecek bir icat geliştirdi. Başa geçirilen cihaz sayesinde,

istediğiniz yere dair her şeyi 5 duyu organınızla hissedebileceksiniz

5 duyuyu veren sanal koza böyle çalışıyor:
Sesler için 4 hoparlör

Burun için koku almaya yarayan tüp

Temel tatlar (acı, ekşi, tuzlu, tatlı, acı) için şırınga

3 Bilgisayara ve 'sanal koza'ya bağlı sinyaller

Yüzünüze sıcak ya da soğuk hava üfleyen fan

2 Uyduya gönderilen veri

Yüksek kalite ekran, LCD teknoloji

1 Kamera, çeşitli cihaz kayıtları ve koklama, görme, duyma ve tat alma analizlerini yapmaya uyumlu sonda

7 Mart 2009 Cumartesi

@ Oklahoma’lı Parlamenter Richard Dawkins’i Yasaklattı

Oklahoma’lı Todd Thomsen, Richard Dawkins’in Oklahoma Üniversitesi’nde konuşma yapmak için davet edilmesine tepki gösterdi.
Temsilciler Meclisi’nde alınan kararda; devlet tarafından finanse edilen enstitünün her türlü fikre açık olması gerektiği savunuldu. Darwin’in evrim teorisini varsayıma dayalı (hipotetik) anlatmak yerine bir dogma gibi öğreten Oklahoma Üniversitesi Zooloji Departmanının, kanıtlanmamış teorileri tek taraflı olarak anlattığına ve evrim karşıtı görüşleri ise “anti-entelektüel” olarak tanımladığına dikkat çekildi.
Richard Dawkins’in üniversiteye konuşma yapmak için çağrılmasının ise bilimsel bir konsepti öğretmekle bir alakası olmadığı sadece bu dogmatik sistemi körükleme amacıyla olduğu vurgulandı.
Kararda Dawkins’in “Tanrı Yanılgısı” isimli kitabından da bahsedilerek, Oklahoma halkının oldukça değer verdiği kültürel çeşitlilik ve düşünce çeşitliliği ile kitabın açıkça çeliştiği ve bu nedenle de halkın pek çoğu tarafından benimsenen görüşlere hakaret niteliği taşıdığından da bahsedildi.
İşte Meclis Kararı’nın bir kısmı:
“Evrim teorisi ile ilgili yayınladığı ifadeleri ve teoriye inanmayanlarla ilgili fikirleri Oklahoma Vatandaşları’nın çoğunun görüş ve fikirleri ile mütecaviz ve çelişen Oxford Üniversitesi’nden Richard Dawkins’in, Oklahoma Üniversitesi kampüsünde konuşmak üzere davet edilmesine, Oklahoma Temsilciler Meclisi şiddetle karşı çıkmaktadır.
Oklahoma Temsilciler Meclisi, Darwin’in evrim teorisi ve diğer bilimsel teoriler hakkında Oklahoma Üniversitesi’nin açık, oturaklı ve adil bir tartışmaya müdahil olmasını teşvik etmektedir. Oklahoma’lı vatandaşların isteklerini ve ilgilerini temsil eden bir kamu enstitüsünün müdahil olması gereken yaklaşım da budur.”

http://skeptics4life.blogspot.com/2009/03/dawkins-banned-from-university-lecture.html

@ Kriz heryerde!

İsrail Merkez Bankası Başkanı ve Uluslararası Para Fonu (IMF) eski başkan yardımcısı ünlü ekonomist Stanley Fischer, önceki gün yaptığı açıklamada, İsraillileri kendi kendilerine işlerini yönetmeye ve hükümetten çözüm beklememeleri çağrısında bulundu.

İsraillilerin beklemediği bu açıklama, herkesi panik içine soktu. Birçok şirketin iflas ettiği ve diğerlerinin ise küçültmeye gittiği İsrail’de işsizliğin hat safhaya vardığı bildirildi. İsraillilerin bazı şehirlerde marketleri yağmaladıkları belirtildi. El Celil şehrinin Hatsor bölgesinde kalabalık İsrailli bir grubun marketlerin içini tamamen boşalttıkları kaydedildi.

İsrail gazetelerinden ‘İsrael Hayom / İsrail Bugün” gazetesi dün bir sayfasını İsrail’deki yağmalamalara ayırarak, “Hatsor elcelil Sıkıntı ve Umut Arasında” başlığını kullandı. Gazete şunları yazdı: “İsrail’de ekonomik krizi kendini böyle gösterdi: Gıda Pazarlama şebekeleri iflasını ilan etti ve çöktü. İşçiler ve bölge sakinleri marketleri yağmaladı. Bir grup kimliklerini gizlemek için maske kullandı.”

İsrail’de yaşanan yağmalama görüntülerinin üçüncü dünya ülkelerinde görmeye alışık olduğumuz manzaraları yansıttığını belirten gazete, fakat bu görüntülerin Hatsor ve Safad’da çekildiğini kaydetti. Aylardır maaşlarını alamayan çalışanların başta bulundukları iş yerlerini yağmaladıklarına dikkat çeken gazete, işçilerin iş yerine ait arabalardan, elektrik tesisatından, çantalardan ve duvarda asılı tablolara kadar her şeye yağmaladıklarını vurguladı.

Alışveriş merkezlerindeki yağmalama eylemlerine bu marketlere gıda satan şirketlerin de katıldığı ifade edildi. İsrail gazetesi, yağmalamayı gören sokaktaki çocuk ve kadınların da marketlere saldırdığını bildirdi. İsrailli Yossi Kkon, suç şebekelerinin çalışanları kasalara dokunmamaları şartıyla yağmalamaya teşvik ettiğini söyledi. Kkon, çalınan eşyalarının büyük bir kısmının çalışanlar tarafından evlerine götürüldüğünü ve bir kısmının da pazarlar da satışa sunulduğunu belirtti.

İsrail polisinin yağmalama karşısında sessiz kalmasını eleştiren İsrail gazetesi, Hahamlar Birliği’nin sosyal yardımların derhal çoğaltılması çağrısında bulunduğunu kaydetti. Önümüzdeki günler işsizliğin daha da artacağını belirten Hahamlar, İsrail geneline kaosun yayılmasını engellemek için büyük çaba sarf edilmesi gerektiğini açıkladı.

Bu arada, İsrail’deki ekonomik krizin büyümesinde dünya genelinde İsrail ürünlerine karşı alınan ambargoların da etkili olduğu vurgulandı.

6 Mart 2009 Cuma

@ Büyük Türkiye geliyor...


"Türkiye birkaç yıla kadar bölgesinin lideridir..." Bugün Gazetesi yazarı Nuh Gönültaş yazdı...

Amerika'nın Irak'tan çekilmesinden sonra Türkiye'nin bölgesinde uçuşa geçeceğinden hiç kuşkum yok.

Türkiye önümüzdeki birkaç yılda bölgesinde kendisinden izin alınmadan hiçbir makro projenin yürürlüğe konamayacağı bir ülke haline gelecek, geliyor.

Biz bunları söyledikçe bazı okuyucularımız bu tür öngörülerin hayal gücümüzle ilgili olduğunu söyleyip durumu küçümsemeye çalışıyor.

İşte buraya bir kere daha yazıyorum:

Bir askeri darbe daha olmadıkça, ki bunu mümkün görmüyorum, Türkiye birkaç yıla kadar bölgesinin lideridir.

İşte dünkü haber:

ABD'li ünlü stratejist, Stratfor'un Başkanı George Friedman, Türkiye'nin bölgesindeki gücünü artırmaya başladığını ve 2040 yılına kadar Osmanlı toprakları üzerinde yeniden hâkimiyet sağlayacağını söyledi.

2040 çok geç!

2012'den sonra Türkiye büyüklüğünü Osmanlı hinterlandında göstermeye başlayacak. 2023 Türkiye'nin zirve yaptığı bir tarih olacak.

"Süreç zaten başladı. Eğer İslam coğrafyasına bakarsanız, Türkiye'nin bu ülkelerdeki ağırlığının giderek arttığını görebilirsiniz. Türkiye bölgeyi domine etmeye başladı bile." (Sabah, 4 Mart 2009)

Neresi bu Osmanlı Hinterlandı?

Balkanlar'da Avrupa içlerine Viyana'ya kadar... Irak, Suriye, Filistin, ta Arabistan'a, Orta Asya'nın içlerine kadar...

Friedman da Türkiye'nin bölgenin başat gücü olmasının önündeki engelin yine Türkiye'den içten olabileceğini söylüyor;

"Türkiye'nin önündeki engel dışsal tehditler değildir. Türkiye'nin önündeki en büyük engeller içsel sorunlardır."

Dediğim gibi, bir askeri darbe olmadığı takdirde, iç sorunlarımız bir askeri darbeye yol açacak şekilde kışkırtılmadığı sürece Türkiye'nin önünde hiçbir dış güç duramaz.

"Türkiye, Osmanlı'nın sahip olduğu topraklara yeniden hükmedecek. Elbette, Osmanlı'dan çok farklı bir formda yapılanma olacak. Türkiye, bölge ülkelerine valiler atayacak veya 'Türkiye Birliği' adında bir örgütlenmeye gidecek. Nasıl bir örgütlenme kurulacağını süreç gösterecek."

Tabi bunun için Türkiye'nin öncelikle sistemini değiştirmesi gerekiyor.

Bir tür eyalet sistemine geçilmesi gerekiyor. Kulağımıza gelen haberler bunun hazırlıklarının yapıldığı şeklinde.

Bütün bu gelişmeleri hızlandıracak etken Amerika'nın Irak'tan çekilmesi olacak. Ki Obama çekilme takvimini açıkladı. Amerika iki yıllık bir süre içinde Irak'tan çekilecek.

Amerika Irak'tan çekilince Kuzey Irak'lı Kürtleri Arapların intikamından kim koruyacak sanıyorsunuz?

Tabii ki Türkiye.

Ama neyin karşılığında?

Bölgede Türk ordusundan daha güçlü bir askeri yapı yok.

Türk Ordusu o zamana kadar profesyonel orduya da geçmiş olur ki, bu gücünü, dış operasyon yapma gücünü katlayacaktır.

Bölgede iki güç olacak orta vadede. İran ve Türkiye

Türkiye'nin İran ile çıkarlarının çeliştiği noktalar olacak. Ama bunun hiçbir zaman çatışmaya yol açacağı öngörülmüyor. Irak'ın ABD tarafından işgalinden sonra ortaya çıkan İran Jeopolitiği Türkiye'nin tek endişesi olabilir.

Bakın, Lozan Anlaşması'nın imzalandığı masanın Türkiye'ye iade edildiği tarihten itibaren çevremde hep şunu söylüyorum:

"Lozan masası Türkiye'ye verildi. Bu Türkiye'ye gerek Lozan'ın gizli maddeleri ile gerekse bir imparatorluk bakiyesi olmasından dolayı konulan kısıtlamaların kaldırıldığı anlamına gelir."

Topraklarındaki madenleri bile çıkartılmayan Türkiye artık kendi ayakları üzerinde durmaya başladı.

Türkiye'nin her tarafından nitelikli petrol fışkırıyor. Daha önce yabancı şirketler tarafından açılıp petrol bulunan ve fakat üzeri cıva ve betonla kapatılan kuyular yeniden açılıyor.

Peki bunların Tayyip Erdoğan hükümetleri ile ne alakası var?

Hiç alakası yok, tamamen bir zamanlama meselesi.

Fakat Erdoğan hükümetleri gelişmeleri hızlandıracak katalizör işlevi görebilir.

Son bir not: Osmanlı İmparatorluğu dışında yıkılan bütün imparatorluklar güçlerini muhafaza ederek yıkıldılar. Örnek Rusya ve İngiltere... Amerika'nın gerilemesi de öyle olacak.

Osmanlı İmparatorluğu'nun ruhu yeniden uyanıyor. Uyandığında eski gücünü yeniden hissedecek!

4 Mart 2009 Çarşamba

@ Evrim Teorisi savunucuları bu yazıyı okusun!

Yakalanmadan önce 17 çocuğu öldüren ve cesetlerini yiyen Amerikalı seri katil Jeffrey Dahmer, ölümünden hemen önce Dateline NBC kanalında yapılan son röportajında şu açıklamada bulunmuştur.

“Eğer bir insan, Kendisi’ne karşı sorumlu olduğu bir Yaratıcı’nın var olduğunu düşünmüyorsa, o halde niye uygun sınırlarda tutacak şekilde davranışlarınızı ıslah etmeye çalışasınız? Ben de işte böyle düşünüyordum. Her zaman evrim teorisinin, yani bizlerin (tesadüfen) sadece bir balçıktan geldiğimiz tezinin bir gerçek olduğuna inanmışımdır. Öldüğümüz zaman, her şey biter, artık hiçbir şey yoktur.” 1

İşte Dawkins’in savunuculuğunu yaptığı, Darwin’in kitleleri zehirlediği batıl inanç, insanları seri katil yapmakta, hatta onları insan eti yiyecek kadar psikopatlığa sürüklemektedir. İnsanlara, bir Yaratıcı’ya karşı sorumlu olmadıkları telkini vermeye çalışan; onları amaçsız, sorumsuz, başıboş varlıklar olduğuna inandıran; insanı bir hayvan olarak gören ve ölümü bir son olarak göstermeye çalışarak ahiret gerçeğinden insanları uzaklaştırmaya çalışan bu sahte dinin getirdiği sonuç işte budur. Son iki yüz yıldır dünyaya savaşları, katliamları, zalimliği, terörü, cinayetleri, kitle katliamlarını, dejenerasyonu ve her türlü belayı getiren en büyük sapkın güç Darwinizm’dir. Toplumlarda bir dönem gelişen dinsizliğin, ırkçılığın, kitlelerin katline sebep olan faşizmin, komünizmin ve dünya savaşlarının tek sebebi, GEÇTİĞİMİZ YÜZYILIN EN BÜYÜK ALDATMACASI VE EN BÜYÜK BELASI OLAN DARWINİZM’DİR.

Darwin’in başlattığı bu kara bela, toplumların üzerindeki uğursuz etkisini Darwin’in takipçileri vesilesiyle devam ettirmiştir. Richard Dawkins’in son kitabının insanları Allah inancından uzak, karamsarlığa iten görünümünün etkisi altında kalmış olan gençler ümitsizliğe kapılmakta, hatta İNTİHARA YÖNELMEKTEDİRLER. Bunun en önemli örneklerinden bir tanesi, Amerika’da Jesse Kilgore adlı 22 yaşındaki öğrencinin, profesörü tarafından kendisine tavsiye edilen Dawkins’in kitabının etkisiyle intihar etmesi olmuştur. 2

Dawkins’in, Darwinizm’in karanlık ideolojisine dayandırdığı ürkütücü bakış açısının etkisi bu örnekle sınırlı değildir. Dawkins Unweaving the Rainbow kitabının önsözünde bu gerçeği kendisi de itiraf etmiştir:

İlk kitabımın yayımcısı, kitabı okuduktan sonra, verdiği soğuk ve kasvetli mesajdan çok bunaldığını ve üç gece boyunca uyuyamadığını itiraf etti. Bazıları da bana sabahları uyanmaya nasıl katlanabildiğimi soruyor. Uzak bir ülkeden bir öğretmen ise bana sitem dolu bir mektup gönderdi. Mektubunda, aynı kitabı okuyan bir öğrencisinin kendisine gözyaşları içinde geldiğini ve hayatın boş ve amaçsız olduğu düşüncesinin onu olumsuz yönde etkilediğini yazıyordu. Öğretmen, diğerlerinin de aynı "hiçlik karamsarlığı"ndan etkilenmemeleri için, öğrencisine kitabı başkalarına göstermemesini tavsiye etmiş. 3

Bu karanlık bela, yani Darwinizm; insanları ölüme, cinayete, karamsarlığa, hiçlik duygusuna, vahşete ve dehşete sürükleyen, insanlara tesadüfen var olmuş bir hayvandan başka bir şey olmadığını telkin etmiş sapkın bir dindir. Bu dinin geride kalmış birkaç temsilcisi, insanları Allah inancından uzaklaştırabilmek ve onları daha fazla vahşete, cinayete, korku ve dehşete sürükleyebilmek için çaba göstermeye devam etmektedirler. Bu nedenle Darwinizm’in zayıflıklarının okullarda okutulmasına canla başla karşı çıkmakta, Yaratılışı ispat eden fosilleri saklamakta, proteinin tesadüfen meydana gelemeyeceğini, 100 milyon fosilin Darwinizm’i yerle bir ettiğini itiraf edememektedirler. Ancak tüm bu önlemlere karşın 21. yüzyılda insanlar artık yalanlara aldanmamaktadırlar. Darwinizm’in bir sahtekarlık olduğunun tüm dünyaya deşifre edilmesinin ardından Darwinizm’i ayakta tutmak için gösterilen çabaların tümü boşa çıkmıştır. İnsanlar kitleler halinde Allah’a yönelmeye başlamışlardır. Allah’ın yarattıklarından zevk almanın, dünyaya boş ve amaçsız olarak gelmemiş olduklarını bilmenin ve ahirette sonsuza kadar var olacaklarını anlamış olmanın rahatlığını ve huzurunu yaşamaktadırlar. Allah’a karşı sorumlu olmanın şuuruyla hareket etmekte, din ahlakının gereklerini yerine getirmekte, cennet nimetlerini hatırlatan her güzellikten zevk almaktadırlar. Darwinistlerin dünyaya getirmeye çalıştıkları zulüm ortamı, yerini Allah’a kalpten bağlanan insanların oluşturduğu huzur ortamına bırakmaktadır.


1 Kelly J. Coghlan, Houston Chronicle Sunday-15 şubat 2009
2 http://www.worldnetdaily.com/index.php?fa=PAGE.view&pageId=81459
3 Richard Dawkins, Unweaving The Rainbow, Houghton Mifflin Company, Newyork, 1998, p. ix

@ Darwinist Douglas Futuyma Roma’da firar etti!



Deşifre:

Ben Oktar Babuna. Türkiye’den bir doktorum. Beyin cerrahıyım. İçlerinde Yaratılış Atlası’nın da bulunduğu 300 kitabın yazarı olan Harun Yahya’yı temsil ediyorum.

Şimdi, bilimsel teorilerden bahsedersek. Genelde şöyle işler: Önce, bir hipotezin prensiplerini ortaya atarsınız. Gözlemler ve deneylerle doğrulandığında bu bir teori olur.

Konuşmacılar bazı iddialarda bulundular fakat bunlar bilimsel kanıtlarla doğrulanmadılar. Örneğin,

Eğer evrim gerçe olsaydı, biliyorsunuz Darwin, türler arasında ardı ardına küçük değişiklikler olması gerektiğini savundu. O zaman ara geçiş formları görmeliyiz.

Ara geçiş formları görmeliyiz. Bize ara geçiş formları gösterebilir misiniz?

Örneğin kanatları olmayan canavarımsı canlılar. Tek kanatlı, kanadının az bir kısmı gelişmiş , tamamlanmamış organları gösteren ara geçiş formları.

Tiktaalik rosaea ve Archaeopteryx. Bunlar ara geçiş formları değil, bunlar mükemmel canlılar. Soyu tükenmiş canlılar.



[Douglas Futuyma salonu terkeder]

3 Mart 2009 Salı

@ Masonik güç, Papa'yı da bozdu!

Vatikan, Charles Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabını yayınlamasının 150. yıldönümü sebebiyle düzenlenen beş günlük konferansa ev sahipliği yapıyor.

BBC'nin haberine göre, bugün açılışı yapılan konferansın konusu "evrim ve yaratılışın uyumu"!

Bu yıl iki ayrı uluslararası akademik konferans Vatikan tarafından düzenleniyor. Konferansta "evrim fikirlerinin dini inanışla çatışması"nın tekrar gözden geçirileceği bildirildi. Konferanslarda, Galile ve Charles Darwin'in görüşleri tartışılacak.

Dünyanın çeşitli yerlerinden bilim adamları, filozoflar ve din bilim adamları Roma'da Papalık Gregoryan Üniversitesi'nde toplandılar. Konferansta "Darvin'in evrim teorisi ile Katolik inancının uyumu" ele alınacak.

GALİLE'Yİ KINAYAN KİLİSE, DARVİN'İ KINAMADI

Hıristiyan kiliseler Darwin'e yıllardır düşman. Çünkü evrim teorisi Hıristiyanların kutsal metinlerindeki yaratılış anlatıma uymuyor. Ancak Katolik Kilisesi Darwin'i; Galile'yi kınadığı ve susturduğu gibi ne kınadı ve ne de susturdu. Hatta Papa 2. John Paul, "evrimin; teorinin ilerisinde olduğunu" iddia etti.

Detay için buraya tıklayın.