27 Şubat 2009 Cuma

@ Evrimcilere bir bilimsel darbe daha...

İngiliz bilim adamları bir balığın içindeki ilk embriyonun tam 365 milyon yaşında olduğunu ortaya koydu.

Fosil, balıkların erken çağlarda sperm ve yumurtayı suda karıştırdıkları yönündeki, evrimcilerin dışsal döllenme teorisini de çürütmüş oldu.

@ Şer lobilerinde panik

Türkiye Gazetesi köşeyazarı Hasan Mesut Hazar'ın bugünkü makalesini aşağıda okuyabilirsiniz:

Yeni yılla beraber, ABD’deki Türkiye karşıtı lobilerin panikatakları başladı. Propaganda makinesinin dişlileri aracılığı ile “Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor” ekseninde bir imaj karalaması yapılmaya çalışılıyor. Bilinen kişi ve kalemler, kendi amaçları doğrultusunda, tek kaynaktan beslenen haber, değerlendirme ve yorumlarla, Türk-Amerikan ilişkilerine çomak sokmak istiyor.
AK Parti iktidarına kadar, zayıf hükümetler günlerinde ve demokrasisine müdahalelerin çok “normal ve gerekli” sayıldığı dönemlerde, Türkiye’yi hep “kuzu gibi söz dinleyen müttefik” gözüyle görenler, şimdilerde çok rahatsız. Türk-Amerikan ilişkilerini sözde soykırım yasa tasarıları, ıskartaya çıkmış 3-5 fırkateyn teslimi, Kıbrıs aldatmacası ve NATO çerçevesinde kısıtlı askerî münasebetlerle oyalayanlar, Türkiye’ye hep çifte standart uygulayanlar şimdi ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar.
Türkiye’nin dış politikasındaki canlanma, bölgesel ve küresel konulara çok daha dinamik yaklaşır olması, uluslararası arenada giderek etkili bir güç haline gelmesi, dış dünyada itibarının artması, ABD’deki şer lobilerini felaket korkutmuş vaziyette. Ermeniler sözde soykırım masallarından umudu kesmiş görünüyor. Bugüne kadar soykırım tasarılarına karşı çıkıyoruz desteğini Türkiye’ye nazlana nazlana vermeyi lütuf sanan ABD’deki Yahudi lobisi de, işlerin artık eskisi gibi yürümeyeceğinin farkında.
Zaten, büyük umut bağladıkları Başkan Obama da Türkiye’nin önemini ve vazgeçilmezliğini “erken idrak etmiş” durumda. Obama’nın Orta Doğu, Irak, İran, Afganistan ve güvenlik gibi en baş ajandasının bütün çözüm parametrelerinde Türkiye, hem ikame edilemez bir ağırlığa, hem de yönlendirici bir konuma sahip. ABD yönetimleri artık Türkiye’nin sözünü daha fazla dinlemek gerektiğini çok iyi anladılar.
Nitekim Obama yönetiminin özel temsilcileri peş peşe Ankara’da istişarelerde bulunuyorlar. Geçen haftaki yazımızda da belirtmiştik. Başkan Obama’nın kendisinin ya da Dışişleri Bakanı Bayan Clinton’ın en kısa sürede Ankara’yı ziyaret etmesinin, stratejik iş birliğinin ivmesini artıracağını, Türk-Amerikan ilişkilerine ipotek koyma arzulularının propagandalarını boşa çıkaracağını vurgulamıştık.
Bayan Clinton haftaya Türkiye’ye geliyor. 7 Martta Ankara’da başlayacağı resmî temasların, hem zamanlaması hem de getireceği olumlu sonuçları itibariyle fevkalade yararlı bir ziyaret olacağını şimdiden belirtmek istiyoruz. Şer lobileri hiç heveslenmesinler. Stratejik ortaklık temelinde vizyonu, kapsamı, konuları ve iş birliği alanları net olarak belirlenmiş Türk-Amerikan ilişkilerine çomak sokmaya güçleri yetmeyecek!

@ Türkiye'den liderlik bekliyoruz

ABD Başkanı Obama’nın Özel Temsilcisi Mitchell, Türkiye’nin Ortadoğu barışı için gösterdiği çabalar nedeniyle Obama’nın “müteşekkir” olduğunu söyledi. Mitchell, “Barışın sağlanması için Türkiye’den liderlik bekliyoruz” dedi.

Türkiye ile İsrail arasındaki "güçlü ilişkiler"e vurgu yapması dikkat çeken Mitchell, Türkiye'nin önemli demokratik bir ülke olarak bölgede oynayacak "eşsiz bir rolü" olduğunu söyledi. Mitchell "Ben bugün buradayım çünkü Başkan Obama'nın Türkiye'nin kapsamlı barışa olan taahhüdünü takdir ediyor" şeklinde konuştu.

Ocak sonunda ertelenen ziyareti için Perşembe akşamı geldiği Ankara'da ilk olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından kabul edilen ve bunun ardından Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile bir çalışma yemeğinde biraraya gelen Mitchell, bu sabah Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakanlık Konutu'nda bir görüşme yaptı. Görüşmede ABD Büyükelçisi James Jeffrey de bulundu.

Görüşmenin ardından Başbakanlık Konutu girişinde medya mensuplarına bir açıklama yapan Mitchell, ilk olarak evsahipliği, misafirpeverlik ve yaptıkları tavsiyelerden dolayı Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Babacan ile Türk hükümeti ve halkına teşekkür etti.

George Mitchell, "Türkiye, ABD'nin çok önemli bir müttefiki ve Ortadoğu'daki barış ve güvenlik için önemli bir güçtür. İsrail ile güçlü ilişkileri olan önemli demokratik bir ülke olarak Türkiye'nin oynayacak eşsiz bir rolü var ve Ortadoğu'daki kapsamlı bir barışı teşvik etmeyi amaçlayan çabalarımızda önemli bir etkisi olabilir" dedi. Mitchell şöyle devam etti:

"TÜRKİYE'NİN GÖSTERECEĞİ LİDERLİĞİ DÖRT GÖZLE BEKLİYORUZ"

"Ben bugün buradayım çünkü Başkan Obama, Dışişleri Bakanı Clinton ve ABD, Türkiye'nin kapsamlı barış ve iki devlet çözümüne gösterdiği taahhüdünü takdir ediyorlar. Türkiye'nin önümüzdeki günlerde gerçekleşecek Şarm El Şeyh'te yapılacak olan donörler konferansına katılmasını olumlu karşılıyoruz ve ateşkes ile Gazze'deki insani ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik güçlü çabalardan başlayarak barış çabalarını aktif bir biçimde sürdürürken Türkiye'nin göstereceği liderliği dört gözle bekliyoruz."

George Mitchell, Erdoğan ve diğer hükümet üyelerinde yaptığı temaslarda da dile getirdiği diğer bir konuya değinerek "Bizim için şimdi geleceğe bakmak ve bölgedeki tüm halkları için güvenli bir geleceği tesis etmek için birlikte çalışmak önemlidir" şeklinde konuştu.

@ Türkiye köklü bir değişim yaşıyor

Birleşik Arap Emirlikleri, El Beyan Gazetesi yazarı Ahmed Amrabi'nin dünkü makalesini asagida okuyabilirsiniz:

Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e, "Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz" diyerek Davos'taki bir oturumdan çekilmesi ender görülen dramatik bir sahneydi. Peki bu sadece kişisel bir tepkiden mi ibaretti? Hayır. Erdoğan sadece Türkiye'de iktidardaki AKP'nin görüşünü değil, Türk halkının gerçek kimliğine dair değişimi de ifade ediyordu.

Türk yazar Aslı Aydıntaçbaş geçtiğimiz günlerde Herald Tribune gazetesinde yayımlanan makalesinde 10 yıl önce bir Türk milletvekiliyle yaptığı anlamlı bir söyleşiyi aktarıyordu.

Söz konusu milletvekili Türkiye'yi doğudaki komşularıyla, özellikle de İran ve Suriye'yle buluşturacak bağlardan ve Asya'yla İslam dünyasında yeni koalisyonlar kurma çabasının öneminden bahsetmişti. Bu vekil, şu an cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül. Gül'ün 10 yıl önce dile getirdiği düşünceler o dönemde hayaldi, ancak şimdi
Türkiye'nin resmi politikası oldu.

Avrupalı Türkiye, bugün Müslüman kimliğine dönme yönünde dönüşüm içinde. Araplar ve Müslümanlar bu gerçeği idrak etmeli. Türkiye köklü biçimde değişiyor ve Erdoğan'ın Peres'e öfkeli karşı koyuşu İslam dünyasındaki halklara anlamlı bir mesajdı.

@ 1.5 milyon yıllık ayak


Kenya'da bulunan 1.5 milyon yıllık ayak izleri, insanların çok uzun yıllar önce de anatomik olarak bugünkü ile aynı ayaklar üzerinde yürüdüğünü gösterdi.

İngiltere'deki Bournemouth Üniversitesinden Matthew Bennett, Kenya'nın kuzeyindeki Ileret bölgesi yakınında 2 tortul tabakasında bulunan 1.5 milyon yıllık ayak izlerinin, modern insanınkiyle temel olarak aynı anatomiye sahip olduğunun en eski göstergesi olduğunu belirtti.

Bennett, ayak izlerinin, normalde fosilleşmiş kemiklerde bulunmayan yumuşak dokuların biçim ve yapılarına dair bilgiler de içerdiğini vurguladı.

Profesör Bennett, modern insanların ve fosilleşmiş eski insanların ayak izleri arasında yapılan karşılaştırmanın tarafsız olması için Kenya'da bulunan ayak izlerini numaralandırdı, bilgisayarda taradı ve bu şekilde değerlendirdi.

1.5 milyon yıllık ayak izlerinden birinin fotoğrafı Science dergisinin son sayısının kapağını süslüyor.

@ Kar tanesindeki yaratılış mucizesi...


Amerikalı bilimadamları, kar tanelerinin hiç biri birbirine benzemeyen simetrik yapısını bir bilgisayar programında yeniden üretti. Wisconsin ve California üniversitelerinden iki matematikçinin, bilgisayar modelinin teorisini ve işlemlerin gerçekleştirilmesini, dört yıllık bir uğraş sonunda geliştirdikleri belirtildi.
Bilimadamlarından David Griffeath, modeli mümkün olan en sade hale getirdiklerini ancak yine de bir kar tanesini oluşturmanın bir gün sürdüğünü söyledi. Griffeath, "Su, kainattaki en inanılmaz moleküldür, saf ve basit. Sadece üç küçük atom, ancak fizik ve kimyası inanılmaz" dedi. Doğada kar taneleri, su moleküllerinin bir toz zerresi etrafında kristalleşmesi sonucu oluşuyor.
Modelin, meteoroloji uzmanlarının, değişik şekillerdeki kar tanelerinin toprağa ulaşan su miktarını nasıl etkilediğini tahmin etmelerine yardımcı olabileceği bildirildi. (aa)

@ Uluslararası Türkçe TV yayına hazırlanıyor

Türkçe konuşan ülkeler arasında ilişkileri geliştirmeyi amaçlayan Uluslararası Türkçe TV 21 Mart'ta yayına başlayacak. 24 saat yayın yapacak olan televizyonda her bir ülkeye 4'er saat yayın hakkı tanınacak.

Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de bulunan TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin, Türkçe konuşan ülkelerin ortak televizyon kanalının 21 Mart'ta yayına başlayacağını söyledi. Şahin, gazetecilere yaptığı açıklamada, söz konusu televizyon kanalının Türkçe konuşan ülkeler arasında ilişkileri geliştirmeyi ve güçlen- dirmeyi amaçladığını kaydetti.
Azerbaycan Türkçesinin Türkiye'de anlaşıldığını belirten Şahin, bu nedenle Azerice yayınların olduğu gibi yayımlanacağını, diğer ülkelerin programlarının ise Türkiye Türkçesine tercüme edilerek, alt yazıyla yayına verileceğini belirtti. TRT Genel Müdürü Şahin Mart ayında yayına girecek Türk dünyasına yönelik kanalın iki televizyon arasındaki işbirliğiyle gerçekleşeceğini ifade ederek, şöyle konuştu: “Birlikte oluşturacağımız bu kanalın faaliyetleri gerçekten tarih nezdinde bizim ne kadar hayırlı bir iş yaptığımızı da ortaya koyacak. Gelecek nesiller birbirimizi anlama adına bize dua edecekler, bizi hayırla yad edecekler.”

@ Papa'ya göre krizin sebebi...

Papa 16. Benediktus, küresel mali krizin gerçek Tanrı'nın yerine ''ihtiras tanrısının'' konulması yüzünden çıktığını söyledi.

Roma Katolik Kilisesi'nin, küresel mali krize yol açan ekonomik adaletsizliği kınaması yükümlülüğü bulunduğunu belirten Papa, bu konuya çıkaracağı Papa'lık genelgesiyle değineceğini bildirdi.

Rahiplere hitabeden Papa, krizin ''gerçek Tanrı'ya karşı olan putperestlikle insan hırsının ve Tanrı imgesi yerine bir başka tanrının, ihtiras tanrısının konulmasının'' sonucu çıktığını kaydetti.

Papa 16. Benedictus, kilisenin, büyük ABD bankalarının batmasıyla kendini gösteren bu temel hataları kınaması gerektiğini dile getirdi.

Daha önce de küresel mali sistemi benmerkezci, basiretsiz ve yoksullara ilgi göstermede yetersiz olarak nitelendiren Papa, yoksulluğa karşı dünya çapında dayanışma çağrısında bulunmuştu.

26 Şubat 2009 Perşembe

@ Almanlar'ın İslam'a ilgisi dörde katlandı...

Almanya'da genel kamuoyunda İslam hakkında olumsuz ön yargılara rağmen son bir yıl içinde Müslüman olan Alman sayısı dört misli arttı.

Alman Spiegel, küresel sorunların taarruzu karşısında bunalan Almanların çıkış yolu aradıklarını ve çözümü de Kur'an'a teslim olmakta bulduklarını yazdı.

Derginin haberine göre, pratisyen bir doktor olan Kai Lühr 2.5 yıl önce eşi ile birlikte İslam dinine geçti. Müslüman olduktan sonra adlarını Kai Ali Raşid ve Katrin Ayşa Lühr olarak değiştirdiler. 43 yaşındaki Kai Ali Raşid, cuma namazlarına Köln yakınındaki Frechen'deki camiye düzenli olarak gidiyor. Camide Faslılar, Filistinliler ve sonradan Müslüman olan Almanlarla birlikte namaz kılıyor. Caminin diğer Alman müdavimlerinden biri eski bir boksör, diğeri ise bir mühendis.

Lühn, "Bugünlerde herhangi bir camide, sonradan Müslüman olan en az birkaç Alman görebilirsiniz" diyor.

Almanya'daki İslami hayat ile ilgili yapılan bir çalışma, Kölnlü doktorun açıklamalarını doğruluyor. Çalışma sonuçları Spiegel'e göre oldukça şaşırtıcı. Çünkü İslam dini Almanya'da daha çok terörizmle, zorunlu evlilikler ve töre cinayetleri ile birlikte anılıyor. Dergiye göre, Temmuz 2004 ve Haziran 2005 arasında dört bin Alman İslam dinine geçti.

Almanya içişleri bakanlığının sponsorluğunda Almanya Müslüman Arşivi Müslüman Enstitüsü tarafından yapılan çalışmaya göre, bir önceki yıla kıyasla bir yıl içinde İslam dinine geçen Almanların sayısı dört misli arttı.

Üç yıl öncesine kadar Almanya'da ortalama 300 kişi İslam dinine geçiyordu. İslam dinine geçenlerin çoğu da, bir Müslüman ile evlenen Alman kadınlardı. Şimdi ise Almanlar sırf kendi özgür iradeleri ile İslam dinine geçiyorlar. Din değiştirenler arasında kadınların oranı yine de yüksek fakat bunların arasında bir çok üniversite mezunu ve Kai Lühr gibi orta sınıf vatandaşlar da var.

Vaftiz edilen ve bir Hıristiyan olarak yetiştirilen Lühr, üniversite mezunu ve eczacılık konusunda uzmanlık kazandı. Geliri iyi. Profesyonel bir dansçı olan Katrin ile evlendi. Bir apartman dairesine yerleştiler fakat bir süre sonra bir şeyin eksik olduğunu hissetmeye başladılar. Lühr, çok ağır bir hasta geldiğinde bazen kendisini çok ümitsiz hissediyordu. Hıristiyanlık, Budizm ve Dalai Lama'ya ilgi duydu. Fakat aradığı cevapları bulamadı.

Almanya'da sonradan İslam dinine geçenleri inceleyen din sosyologu Monika Wohlrab-Sahr, "Doğuştan itibaren Müslümanlığı yaşayanlar daha liberal!" diyor.

Hamburglu bir avukat olan ve sonradan İslam dinine geçen Alman Nils Bergner, beş vakit namazını düzenli olarak kılıyor. Nils Bergner, Türk arkadaşı Ali Özkan ile birlikte çalışıyor. Ali Özkan da Müslüman. Birlikte camiye namaz kılmaya gidiyorlar. Ancak sadece Nils Bergner'in çalışma ofisinde düzenli olarak katlanmış bir seccade bulunuyor. Özkan ise, "Yapamıyorum. Sabah namazı sabah 6'da. Çok erken" şeklinde konuşuyor.

İki arkadaş yakınlarda bir gece yemeğine davet edildiler. Yemekte likör katkılı bir İtalyan tatlısı olan tiramisu da vardı. Bergner, alkol olduğu şüphesi ile tatlıyı yemekten çekinince, Özkan, "Ciddi olamazsın. Devam et, haydi ye. Bu sadece bir tadlandırıcı" şeklinde konuşmuş fakat Bergner tatlıya yine de hiç dokunmamış.

1979'da İslam dinine geçene kadar Protestan bir papaz olan Berlinli imam Muhammed Herzog, "İslam dinine geçenlerin pek çoğu Hıristiyan. Ancak bir yerde dinleri hakkında şüphe duymaya başlıyorlar. İmamlık ettiğim camide İslam dinine geçen Almanca konuşanların sayısı farkedilir şekilde artıyor. Herzog, 10 yıl önce yılda ortalama 50 kişi İslam dinine geçerken, şimdi bunun iki misli arttığını kaydederek "Önceden ateist olup da sonradan İslam dinine geçenlerin sayısı çok nadir" dedi.

Lühr, Alfa Romeo GT otomobilinin bagajında devamlı olarak seccade bulunduruyor. Batı toplumunda değerlerden bir düşüş olduğunu söyleyen Lühr, "İslam'da değerlerin hep bir karşılığı vardır" ifadesini kullanıyor.

@ İsrail, Türkiye'ye muhtaç...

İsrail Gazetesi Ha'raetz de, 22 Şubat'ta Zvi Bar’el tarafından yazılmış olan makaleyi aşağıda okuyabilirsiniz.

İsrail Türkiye’yle ilişkilerdeki bir değişimin yarar ve zararlarını savunma odaklı ticaretin kuru sayılarına indirgeyemez. İran, Suriye ve İsrail’le aynı anda kusursuz ilişkiler yürütebilen tek Müslüman ülke olarak Türkiye aleni düşmanlar arasında gayri resmi bir bağlantı görevi görebilir.

Türkiye-İsrail ilişkileri kötüleşmeye devam ederken, Türkiye’nin Milli Güvenlik Konseyi’nin bir üyesi geçen hafta Haaretz’e yaptığı açıklamada şunları söylüyordu: “İlişkilerimizin tarihsel yönünü anlamak zorundasınız. Biz Türkler hâlâ bölgeye dair bir Osmanlı bakış açısına sahip olduğumuzdan, Arap ülkelerinden daha ziyade İsrail’le bağlarımız olması bizim için daha doğal.”
Yetkili, halihazırdaki diplomatik durum nedeniyle hayal kırıklığına uğradığını da belirterek, “Arapların imparatorluğa ihaneti bilincimizde yer etmiş durumda. İran’la kültürel rekabet aynı zamanda gayriresmi eğitimimizin de parçası. İsrail ve Yahudiler bizim gerçek müttefiklerimiz” diye ekliyordu.

Türk ordusu ilk kez tavır koydu
Ancak İsrail’de tarih o kadar önemsenmiyor. Türkiye’yle ilişkiler, bu hafta ciddi olarak sınava tabi tutulan 1996 askeri anlaşmasıyla değerlendiriliyor. Bu askeri ilişkiler, Türkiye, ABD ve bazen Ürdün ordularıyla ortak tatbikatlar yapılmasını, İsrail hava kuvvetlerinin manevraları için Türk hava sahasının kullanılmasını,
terörle mücadelede işbirliğini, Türkiye’ye insansız hava araçlarının, modernleştirilmiş tankların, modern F-4 uçaklarının, İsrail füzelerinin ve gelişmiş elektronik sistemlerin satışını ve aynı derecede önemli olarak iki ülkenin üst düzey askeri yetkilileri arasında sıcak, dostane ve neredeyse ailevi ilişkileri kapsıyor.
İsrail, 2003’te siyasi nedenlerden dolayı Türkiye’deki Manavgat Nehri’nden su satın alma anlaşmasını imzalamayı ertelediğinde, Türkiye İsrail’le olan askeri projeleri askıya alma tehdidi savurmuştu. Ancak bu hiçbir zaman gerçekten gündeme alınmadı.
O zaman Türkiye’nin Milli Güvenlik Konseyi’nden üst düzey bir yetkili Haaretz’e şunları söylemişti: “(Başbakan Recep Tayyip) Erdoğan’ın hükümetinden biri bu tehdidi kullanabileceğini düşündü. Ona ne isterse söyleyemeyeceğini ve Türk askeri yapısı olarak bizlerin ihtiyacımız olan şeyi yapacağını açıkladık.”
Geçen hafta ordu Erdoğan’ın tarafındaymış gibi görünüyordu. Geçen yaz başbakan ve yaklaşık 70 milletvekiline karşı başörtüsü yasası yüzünden açılan davaya ön ayak olduğunda hükümeti devirmenin eşiğine gelen aynı ordu İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı General Avi Mizrahi’nin beyanlarının ‘ilişkilere zarar vermesinin muhtemel’ olduğunu açıkladı. Mizrahi Erdoğan’ın İsrail’i kınamasını eleştirerek, “Önce aynaya bak” demişti.
İsrail Savunma Bakanlığı kaynakları Haaretz’e, halihazırda işlerlik kazanması için Türk hükümetinin onayını gerektiren bir anlaşmanın bulunmadığını ve mevcut anlaşmaların her zamanki gibi devam ettiğini, yani şu anda Türkiye’nin beyanlarının sorgulanmasına gerek olmadığını belirtti. Ancak endişe, geleceğe dair.
700 binden fazla asker ve yıllık yaklaşık 12 milyar dolarlık bütçeyle dünyanın en büyük ordularından
birine sahip olan Türkiye, muazzam miktarda askeri ekipman ve teknoloji tüketiyor. Türkiye’ye yıllık 5 milyar dolarlık mal ve hizmet ihraç eden İsrail, diplomatik ilişkilerdeki bir değişiklikle yaşanabilecek zarar ya da faydaları belirlerken sadece bu kuru sayılara bakamaz.
Bu sadece Türklerin İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk çabaları, yatırıma hazır olmaları, Refah geçişinin denetimini ele almayı umut etmeleri ya da Hamas’la Fetih arasında uzlaşma sağlama yönündeki gayretleri meselesi değil. Türkiye, İran nükleer tehdidini aynı İsrail gibi ivedi bir tehlike olarak gören tek Müslüman ülke. İran, Suriye, Irak ve İsrail’le (üstelik bu ülkelerden hiçbiri Türkiye’ye aralarından bir başkasıyla ilişkilerini kesmesini şart koşmuyor) kusursuz ticaret ve diplomatik ilişkileri sürdüren tek Müslüman ülke.
O yüzden Türkiye aleni düşmanlar arasında gayri resmi bir bağlantı işlevi görebilir.

Herkesle arası iyi
Ancak belki de çok daha önemlisi, Türkiye’nin kendi stratejik bakış açısı: Bölge ülkelerinin güvenliğini gözeten ve Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya, Afrika ve İslami ülkelerle bağı olan bir güç. Bu itibarla, İran’a ve ABD payladığı zaman bile İran’la yaptığı enerji anlaşmalarına yönelik bağımsız politika izliyor. Hamas’la görüşüp İsrail’in başını ağrıtıyor, Pakistan’ın yakın dostu ve geçen hafta Suudi Arabistan’la bir dostluk anlaşması imzaladı.
İran, Türkiye ve Etiyopya’yı kapsayan ve Arap olmayan bir kuşakla kendini korumayı daima arzulayan İsrail, Erdoğan tarafından aşağılanmış olmayı ve Türkiye’yle ilişkileri uçuruma yuvarlamayı tercih ettiğine karar verebilir. Ancak böyle bir kararda stratejik akıl olduğu pek söylenemez.

@ Osmanlı'nın yıkılışı ve Araplar...

Londra’da yayımlanan El Arap gazetesi’nde Sair Duri imzasıyla çıkan bir makalede, Arapların Osmanlı’nın yıkılmasından en fazla zarar görenler olduğu ve Arap siyasilerin Batıyla işbirliği yaparak bu süreci kolaylaştırdığı yazıldı.

Erdoğan’ın Davos’ta yaptığını izler izlemez yanımdaki arkadaşa, ‘yeni liberal Arap aydınların düşman listesine biri daha eklendi’ demiştim. Zira Ahmedinejad, Hizbullah, Hamas, Irak direnişi ve Chavez’i kapsayan listeye Erdoğan da katıldı. Yeni liberaller bu düşüncemi boşa çıkarmadılar ve Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı Peres’e yönelik öfkesinin fırsatçı etkenlerini aramaya başladılar. Bazıları Erdoğan’ın seçim hedeflerinden dem vurdu. Bir kısmı dar parti çıkarları ve çekişmelerine işaret etti. Üçüncü bir kesim kendi çıkarları doğrultusunda, Türkiye’nin bölgenin jandarması rolünü oynamasını amaçlayan Amerikan komplosundan bahsetti. Bu kimselerle ilgilenmiyorum. Zira onlar Allah’ın kalplerini mühürlediği kör ve sağır kimselerdir. Sadece şu veya bu gazetenin ödediği küçük maddi çıkarlarından başka bir şeyden anlamazlar. Beni üzen Amerikan projesinde yer almayan onurlu insanların, bu iddiaların bir kısmını tekrarlaması.

@ Günümüzde Türk-Arap ilişkileri...

Mısır'da El Ehram Gazetesinde, 25 Şubat 2009'ta yayınlanan Mustafa Kamil Muhammed'in makalesini aşağıda okuyabilirsiniz.

Tarihî boyut, Türk-Arap ilişkilerinin oluşturulmasında önemli bir rol oynuyor. Zira Arap ülkelerinin ekseriyeti bir zamanlar birer Osmanlı vilayetiydi. Bu yüzden bu ilişkiler tarihî dönemlerin özelliklerini taşımaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması ve 1923'te laik ve Batı eğilimli Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması sonrası bu ilişkiler koptu. O tarihten itibaren ve sınırların çizilmesiyle birlikte bazı sorunlar belirmeye başladı. İlişkiler, bazı zamanlar çekişmeci bir yapı aldı.

Türk-Arap ilişkilerinin özünü oluşturan dört sorun gözlemlenebilir. İlki, kökleri 1930'lu yılların ortalarına uzanan İskenderun sancağı (Hatay) sorunudur. İkincisi ise esasında Türkiye'nin Güneydoğu'sunda yoğunlaşmış Kürt sorununda saklıdır. Üçüncü sorun ise su boyutunda saklı. Türkiye, Fırat Nehri üzerinde bazı barajların kurulmasıyla birlikte Suudi Arabistan ve Kuveyt'e uzanması önerilen barış boru hattında temsil edilen su projelerini açıkladı. Bu durum, Irak ve Suriye'nin yıllık su miktarlarının en az üçte birinden mahrum bırakılması anlamına geliyordu. Son sorun ise Sovyetler'in parçalanmasından kaynaklanıyor. Türkiye küçük Asya ve Kafkaslar'daki Türk cumhuriyetlerinin etnik derinliğinin kendi ulusal güvenliği için önem boyutunu idrak etti.

Türkiye coğrafik konumuyla belirginlik kazanıyor. Zira Akdeniz ve Karadeniz üzerinde bulunuyor, Marmara Denizi'ne ve Boğazlara hakim. Ege Denizi üzerinde kontrol sağlamak için Yunanistan'la çekişiyor. Ayrıca Avrupa ile Asya arasında eşsiz stratejik bir konumdan besleniyor. Askerî güç bakımından ise NATO üyeliği, organizasyon gücü, eğitim ve savaşçı yeterlilik, stratejik çalışmanın boyutu açısından Türkiye'nin bütün göstergelerinde üstünlük boyutunu gözlemlemek mümkün.

Türkiye'nin siyasî gücü, aktif kütlelerinin (beşeri güç ve bölgesel saha) tutarlılığının yanı sıra eşsiz stratejik konumu, ekonomik ve askerî gücü, laik eğilimleri, demokratik sahası ve NATO üyesi olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum kendisini bölgedeki siyaset birimlerine yakın kılmakta ve bölgedeki etkin güçlerce kabul edilir bir yüz konumuna getirmektedir. Güçlü bütünleşme ve inanç boyutu açısından Türkiye, etnik ve dinî krizlere en az maruz kalan ülkelerden görülmektedir. Zira halkı etnik olarak aynı köktendir ve yüzde 98'inden fazlası Sünni'dir. Bu durum, kendisini İslam dünyasında da kabul edilir kılmaktadır.

Türkiye, bölge ve uluslararası alandaki etkin güçlerin hedeflerini ve çıkarlarını gözeterek çalıştı. Bu güçler ile kendisi arasındaki ilişkilerdeki etkileşimden mümkün olduğunca fazla istifade etmek için bu çıkarları ve hedefleri, nihayetinde kendi stratejik hedefleri ve çıkarlarını gerçekleştirecek şekilde siyasî ve diplomatik hareketlenmesinin ekseni haline getirdi.

Araplar bağlamında Türkiye, Arap ülkelerini tehdit eden İran gibi başka bölgesel güçlerin egemen rolüne karşı dengeli rol oynayabileceği düşüncesiyle hareket etti. Küçük Asya ve Kafkaslar'daki Türk cumhuriyetleri açısından Türkiye, bu cumhuriyetlerin kendisi için önem boyutunu anladı. İran'la Arap bölgesinde mücadele ettiği zaman kuzeydeki bu cumhuriyetlerdeki İran politikalarıyla da mücadele etmesi gerekmekte. Ayrıca bu cumhuriyetlerin Batı'yla ilişkileri açısından kendi konumunun önemini gördü. Zira Türkiye, bu cumhuriyetlerin Batı'ya olan doğal kapısıdır.

Ilımlı İslamcı akımın yükselişi ve İslamî eğilime sahip siyasî partilerin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye, coğrafik, tarihî, kültürel ve uygarlık derinliğine dönüşün, genelde İslam dünyası, özelde Arap dünyasındaki siyasî birimlerin çoğunluğuyla işbirliği ve iyi komşuluğa dayanan ilişkiler kurma eğiliminin önemini kavradı. Türkiye başbakanının Davos'tan çekilmesi bu eğilimin kanıtı.

23 Şubat 2009 Pazartesi

@ Darwinizm öldü!

Radikal gazetesi internet sitesinde Atalay Girgin imzalı bir yazı yayınlandı. Girgin yazısında özetle, Allah inancını farklı şekillerde yorumlayarak bölümlere ayırıyor ve Darwin’in, tüm varlıkları yoktan yaratan, her şeye kadir olan ve tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah inancına karşı çıktığını belirtiyordu.

Darwinizm, kuşkusuz ki Allah inancına karşı çıkabilmek ve insanların zihinlerine canlıların var oluşlarına dair sapkın bir teoriyi yerleştirebilmek için ortaya çıkmış bir ideolojidir. Ancak burada önemle belirtilmesi gereken husus şudur: Darwinizm, Allah inancına kesin olarak karşıdır. “Allah evrimle yarattı” diyenler yanılmaktadır. Darwinizm, bir Yaratan’ın varlığını (Allah’ı tenzih ederiz) kesin olarak reddeder ve onun yerine tesadüfleri ilahlaştırır. Atalay Girgin bu konuda yanlış düşünmektedir. Bu konunun detaylarına yazının ilerleyen kısımlarında değinilecektir.

Öncelikle Atalay Girgin’in yazısında belirttiği yanlış Allah inancına değinmek yerinde olacaktır.

Yüce Allah Her Şeye Kadirdir Ve Eksikliklerden Münezzehtir

İnsanlardan bazıları yeryüzündeki imtihan ortamına bakarak yanılır, tereddüte düşerler. İmtihanın bir gereği olarak etrafta eksikliklerin olması, kötü insanların ve kötü davranışların var olması, yeryüzünün ve kendi bedenlerinin acizliklerle yaratılmış olması ve yaşamları boyunca nefisleriyle mücadele etmek zorunda kalmaları bu kişilerin Allah’ı gereği gibi takdir edememelerine yol açar. İnsanlar tüm bunlara bakarak, tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah’ın böyle bir hayat yaratamayacağını (Allah’ı tenzih ederiz) düşünerek hata ederler. Bu dünya hayatını, insanın sahip olduğu tek yaşam olduğunu zanneder, imtihana tabi olduklarının farkında bile olmazlar. Oysa Rabbimiz ayetlerinde belirtmiştir:

O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)

Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Ra’d Suresi, 26)


İnsanlar bu dünyaya yalnızca imtihan olmak için gelirler. Bu dünyada yaptıkları her iş, gerçekleştirdikleri her eylem, düşündükleri veya söyledikleri her söz Allah’ın katında mutlaka karşılarına çıkacaktır. İnsanlar, yapıp ettikleriyle denenecekler ve nihayetinde mutlaka ölümle buluşacaklardır. Allah’ın katında yaptıklarının bir karşılığı olarak gerçek ahiret hayatı, yani sonsuz cennet ve sonsuz cehennem onların ebedi yurtları olacaktır.

Dünya hayatı imtihanın gereği olarak eksikliklerle ve acizliklerle yaratılmıştır. Bu, Yüce Allah’ın yaratma sanatıdır. Kirli toprağın içinden olanca güzelliği, taptaze kokusu, muhteşem lezzeti ve temizliğiyle bir meyveyi kusursuzca yaratan Allah, kuşkusuz ki varlıkların tümünü kusursuz yapmaya kadirdir. Kusurların olması, insanların denenmesi içindir. Allah, insanları hastalıksız ve eksiksiz olarak yaratmaya kadirdir, cennette insanlar hiçbir zaman hasta olmayacaklardır. Bunun örneğini Allah dünyada da gösterir. Örneğin köpek balıkları hiçbir zaman kanser olmazlar. Fakat insanlar hayatları boyunca kanser belasıyla içiçedir. Allah dilese, insanı da belalar ve hastalıklardan uzak yaratabilir. İnsanın böyle yaratılmamış olması, Allah’a karşı nasıl bir tavırda bulunacağını Allah’ın denemesi içindir. Allah’ın üstün gücünden ve kusursuz yaratmasından şüphede olanlar, bu geçici imtihan ortamını gerçek yurt sananlar, ahireti tanımayanlar, kusurlara ve eksiklere bakarak yanılırlar.

Allah dilerse bu dünyada insanları korkularla, zorluklarla, tuzaklarla da dener. Bu imtihanın gereğidir. Bunların tümü, eksiksiz ve kusursuz yaratılmış olan ahiret hayatı için var edilmiştir.

Rabbimiz dilese kuşkusuz ölümsüz de yaratabilir. Ölümsüzlüğü Allah bize ahiret hayatında gösterir. Cennet ve cehennem sonsuzdur. İnsanlar orada ölümü tatmayacaklardır. “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı” ayetinde belirtildiği gibi ölüm yalnızca insanların denenmesi içindir.

Cennette her şey Yüce Allah’ın Şanına uygun olarak mükemmel olarak yaratılacaktır. Orada eksiklik, acizlik, kusur yoktur. Orada sebepler de yoktur. Her şey, Allah dilediği an içinde en mükemmel şekli ile yoktan yaratılır. Bir şeyin yaratılması için onu insanın içinden geçirmesi kafidir. İşte cennet, Ulu Rabbimiz’in, Kuddüs (Hatadan, gafletten ve her türlü eksiklikten çok uzak, pek temiz) ve Bari (Yaratan, kusursuzca var eden) isimlerinin durmaksızın tecelli ettiği yer olacaktır.

Yeryüzünde Allah, Yaratma Sanatının İhtişamlığını Gösterir

Rabbimiz, Yüce yaratma sanatının ve her şeye Kadir olduğunun delillerini dünyada sayısız örnek ile insanlara gösterir. Bunun en açık delili canlı varlıklardır. Bir insan hücresindeki tek bir DNA, muhteşem bir mucizedir. Şu anda tek bir protein bile yapay olarak üretilememektedir. Allah, yoktan ve mükemmel yaratmaya kadir olduğunu maddenin zerresindeki tek bir atomun varlığında tüm ihtişamıyla gösterir. İnsanlar ise, genellikle bu olağanüstülüğü görmezden gelir ve imtihan ortamı için özel olarak yaratılmış noksanlıklara aldanırlar. Oysa bu, büyük bir aldanıştır.

Evrenin koskoca dengesinde, gezegenlerin boşluktaki muazzam duruş biçiminde, dünyada yaşamın var olmasına vesile olan olağanüstü hassas dengelerde, tek bir hücrenin varlığında, birbirinden farklı canlıların hayranlık uyandırıcı sistemlerinde, insanın bedeninde, her saniye atan kalbinde, odalar büyüklüğünde makinelerin gerçekleştiremediği işlemi saniyeler içinde kusursuzca yapan böbreklerinde, sırrını kimsenin çözemediği olağanüstü beyninde ve Allah’tan ilham alan, seven, düşünen, anlayan, idrak eden, sevinen, özleyen ruhunda, HER ŞEYE KADİR OLAN, SONSUZ GÜÇ SAHİBİ YÜCE ALLAH’ın muhteşem yaratılış sanatının örnekleri vardır.

Rabbimiz ayetinde şöyle buyurur:

O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)


İyi ve Doğru Kuran’a Göre Bellidir Ve İnsanlar Bununla İmtihan Olurlar

Tüm evreni, dünyayı ve içindekileri yaratan Allah’tır. Dünya ise bir imtihan ortamıdır. Allah, elbetteki Kendi yarattığı bu imtihan ortamında dilediği şekilde hükmetmeye kadirdir. Dolayısıyla Girgin’in ve bu konuda tereddüt içinde bulunan diğer insanların öne sürdüğü iddialar geçersizdir. Allah, tüm varlıkları yaratan ve her varlık üzerinde hükmeden olarak, dilediği ameli, dilediği şekilde ve dilediği zaman haram veya helal kılar. Hz. Adem ve Hz. Adem’in çocukları zamanında Allah’ın haram kılmadığı fakat Kuran’a göre şu anda haram olan bir davranış Allah öyle takdir ettiği için öyledir.

İnsan, Allah’ın yarattığı bu imtihan ortamına –istese de istemese de– tabidir ve kendisine Kuran ile bildirilmiş helal ve haramlara göre yaptıklarının tümünden sorumludur. Bu yüzden insanın tabi olduğu ortamı sorgulaması (Allah’ı tenzih ederiz) bu gerçeği değiştirmeyecektir. O yine Kuran’a göre yapması gerekenlerden sorumlu tutulacak, yapıp ettiklerinden sorguya çekilecektir.

Darwinizm Allah’ı İnkar Eden Bir Pagan Dinidir

Darwinizm, Allah’ı inkar üzerine kurulmuştur. Kitleleri aldatırken, tesadüflerin sahte ilahlar olduğunu öne sürmüş ve insanları Allah inancından uzaklaştırmaya çalışmıştır. Darwin, “kendimi bir cinayeti itiraf ediyormuşum gibi hissediyorum” 1 derken, teorisinin dinsizliğin, Allah’ı inkarın, sapkınlığın kaynağı olacağını bilmektedir. Darwin; dünyaya dinsizliği, savaşları, terörizmi, kitle katliamlarını, faşizm-komünizm gibi sapkın ideolojileri, dejenerasyonu, sevgisizliği, öfke ve nefreti getiren deccali sistemin kurucusudur.

Teorilerinin günümüzde çökmekte olduğunu gören bazı Darwinistler, gitgide bilinçlenen ve dindarlaşan insanlardan destek görebilmek için, varlıkları Allah’ın evrimi vesile ederek yarattığı aldatmacasını ortaya atmışlardır. Oysa bu büyük bir yalandır. Darwinizm’in sahte ilahı tesadüflerdir. Ve Darwinizm ideolojisi kesin olarak Allah’ı inkar üzerine kuruludur. (Allah’ı tenzih ederiz) (Konu hakkında detaylı bilgiyi buradan okuyabilirsiniz.)

Allah’ı hakkıyla takdir eden, Allah’ın üstün güç ve kudretinin bilincinde olan insanlar elbette Darwinizm’e tepki içinde olacaklardır. Darwinizm, Allah’ı inkar üzerine kurulmuşken, bu sapkın dinin başını ezmek için samimi dindarların tümü elbette faaliyet içinde olacaklardır. Ve kuşkusuz ki, bu önemli çaba sonuç bulmuş, Darwinizm adı altındaki bu sapkın din, yok olup yıkılmıştır. Bilimsellik adı altında gerçekleştirilen yüzyılın en büyük kitle aldatmacası, bilimin kesin ve somut delilleriyle yerle bir olmuştur. İnsanlar, canlıların evrim geçirmediğini, canlıların milyonlarca yıl boyunca değişmediklerini kendileri bizzat görmüşlerdir. Yeryüzünde bulunmuş 100 milyondan fazla fosil Yaratılış’ı ispatlamıştır. İşte Darwinistlerin bu telaşlarının, yaşadıkları paniklerin sebebi budur.

Sonuç: Allah’ın Yüce Kudretini Takdir Etmek

Rabbimiz her şeye gücü yeten, her şeyin Sahibi olan, her şeyi kusursuz yaratmaya kadir olandır. Rabbimiz, eksikliklerin tümünden münezzehtir. İnsan eksikliği tadar, dünyada ihtiyaç ve acz içinde yaşar; fakat Allah her şeyin mükemmeline, her şeyin kusursuzuna ve her şeyin sonsuzuna Sahiptir tüm eksikliklerden münezzehtir. Bunların tümünü yaratandır. Rabbimiz, kullarının yapıp ettiklerinin tümünden haberdardır. Onların tümünü O yaratmıştır. Onların tümüne kader tayin etmiştir. Kulların tümü, bu dünyada, Yüce Allah’ın yazıp belirlediği, O’nun yaratıp tayin ettiği kaderlerini yaşamaktadırlar.

Darwin, insanlar arasında Allah inancını yıkmaya çalışmıştır. Bunu yaparken toplumlara ülkelere, insanlara şiddetli derecede zarar vermiştir. Elbette bu da kaderdedir. Ve Allah’ın yarattığı kaderin bir gereği olarak Darwin şu anda başarısız olmuştur, yenilgiye uğramıştır. Kitleler, Darwinizm’i terk etmişler, Allah’a yönelmeye başlamışlardır. Şu anda Darwin’in anavatanı İngiltere’de bile Müslümanlığı seçenlerin oranının on kat artmış olması, bu kaderin bir tezahürüdür. Bunun sebebi şudur: Allah’ın üstün gücü ve muhteşem yaratma sanatı gözler önündedir. İnsanlar gözlerinin önüne perde çekmiş olan Darwinizm aldatmacasından kurtuldukça, apaçık olan bu yaratılışı ayan beyan görmektedirler. Yeryüzünde ihtişamlı bir yaratılış sergilendiğini, kendilerinin de amaçsız yaratılmadıklarını, ölümle sona erecek geçici bir hayata tabi olmadıklarını, ruh sahibi birer varlık olarak ahirette sonsuza kadar yaşayacaklarını ve mutlaka Rabbimiz’in huzurunda hesap vereceklerini anlamışlardır. İnsanların kitleler halinde Allah inancına yönelmelerinin sebebi işte budur. Girgin’in yazısında belirttiği gibi “aklın ve bilimin aydınlığını NEYSE Kİ insanların büyük bir kısmı yitirmemiştir”. Şimdi zihinleri aydınlık bu insanlar Darwinizm’in nasıl bir safsata olduğunu görmüşlerdir. Bir daha asla bu sapkın din Darwinizm ile kandırılamayacaklarını, Yaratan, yoktan var eden tek Varlığın Yüce Rabbimiz Allah olduğunu anlamışlardır. Aklın ve bilimin aydınlığı, gerçeği görmelerine vesile olmuştur.

Sayın Atalay Girgin’e de tüm dünyanın kitleler halinde görmüş olduğu gerçeği görmesini ve Darwinizm safsatasının sahte etkisinden bir an önce kurtulmasını tavsiye ediyoruz.

22 Şubat 2009 Pazar

@ ''Neo Osmanlı'' geliyor!

Dünyanın en çok sözü dinlenen stratejik araştırma şirketlerinden Stratfor'un kurucusu siyaset bilimci Dr. George Friedman Ocak ayının sonunda yeni bir kitap çıkardı: Gelecek 100 Yıl- 21. Yüzyıl için Öngörüler (The Next 100- A Forecast for the 21st Century). Kitapta inanılmaz senaryolar var. Mesela Rusya ve Çin gerileyip çöküyor, Üçüncü Dünya Savaşı çıkıyor ama uzayda gerçekleşiyor. Üstelik Türkiye de olayların merkezinde. Çünkü Ortadoğu, Balkanlar, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika'ya hakim bir imparatorluğa dönüşüyoruz yeniden, hilafeti de canlandırmışız, ABD'nin sinirini bozuyoruz. İşte Friedman'ın kehanetleri.

Bir yanda Türkiye-Japonya bir yanda ABD-Polonya

2010-2020 arasında Rusya güney sınırını genişletir, Gürcistan'ı içine alarak yeni komşusu Ermenistan'la ilişkileri sıkılaştırır. Bu durum Türkiye'ye Soğuk Savaş döneminde yaşadığı tatsızlıkları anımsatır. Bu kez karşılık verecektir, ulusal güvenliğini sağlamak için Kafkasya'daki sınırlarını gerektiği kadar ilerletecektir.

Rusya'nın Kafkasya'da ilerlemesi elbette Türkiye kadar ABD'yi de rahatsız eder. Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Romanya, Rusya'nın Avrasya hakimiyetine karşı ABD'yle her türlü anlaşmayı yapar. Böylece Soğuk Savaş gibi, yeniden Amerika-Rusya arasında bir sınır çizilir, ama bu kez Berlin'de değil, Karpat Dağları'nda. Ama endişelenmeye gerek yoktur çünkü Rus ordusu ve ekonomisi giderek zayıflar. 1917 ve 1991'de olduğu gibi bu kez 2020'de çöker.

ÇİN KAĞITTAN KAPLAN

Şu anda herkesi korkutan Çin'in ekonomik büyümesi, uzun vadede kárlı değildir. Dev ülke, ekonomik krize girer ve dünya lideri olma ihtimali ortadan kalkar. Ekonomik kriz, 2010'un sonlarında ülkede merkezi devletin gücünü de zayıflatır, bölgeler arasında rekabet başlar, geleneksel yabancı düşmanlığı hortlar. Çin 1920-30'larda yaşadığı kaosun içine yuvarlanır yeniden. Bundan yine o dönemde olduğu gibi en çok Japonya yararlanır.

NATO BİTER

2020'de Rusya ve Çin'in zayıflaması iki ülkenin sınırlarını savunmasız hale getirir. Türkiye'nin de dahil olduğu komşu ülkeler tarafından bir avlanma cennetine dönüşür Avrasya.

Japonya, Rusya'nın doğu kıyılarına ve Çin'in doğusuna gözünü diker. Çünkü nüfusu 107 milyona düşmüştür, bunun 40 milyonu 65 yaşın üstündedir. Enerji kaynakları tükenmiştir. Geleceğini garanti altına almak için bölgesel bir lider olmaya çalışmalı, Rusya'nın yeraltı kaynaklarından yararlanmalıdır.

Türkiye ise, Kafkasya'dan kuzeye doğru ilerleme niyetindedir. O sırada Polonya şahlanır. Rusya'ya doğru ilerlemeyi planlar; hem eski sınırlarına dönmek hem de Rus tehdidini tamamiyle bertaraf etmek istemektedir. Peşine de Doğu Avrupa ve Baltık ülkelerini takar.

Bütün bunların uluslararası sonuçları müthiştir. Bir kere Avrupa'daki Fransız-Alman üstünlüğü yerini Polonya liderliğinde Doğu Avrupa ülkelerinin üstünlüğüne bırakır. Fransa ve Almanya'nın Polonya'nın istilacı ruhuna karşı küçük Baltık ülkelerini savunmakta çekimser davranması, NATO'yu pratik olarak bitirir.

BU ADAMI NİYE CİDDİYE ALALIM

Friedman'ın 1996'da kurduğu, yaklaşık 70 analistin çalıştığı Teksas merkezli Stratfor (Strategic Forecasting Inc.), dış politika ve ekonomi konularında Pentagon dahil pek çok kuruluşa danışmanlık yapıyor. Analistlerinin çoğu eski CIA ajanı, o yüzden de Stratfor için ABD'de "gölge CIA" diyorlar. Friedman, kehanetlerini jeo-politikaya ve tarihe dayandırıyor. Tahminleri ABD halkı tarafından da çok ilgi görüyor. Örneğin 2004'te yayınladığı "America's Secret War" (Amerika'nın Gizli Savaşı) çok satmış, hakkında çok konuşulmuştu.

NEO-HALİFELİĞİN MERKEZİ TÜRKİYE

Bugün dünyanın en büyük 17'nci ekonomisi olan Türkiye 2020'de 10'uncu sıraya yükselir. Rusya'nın çöküşüyle birlikte hem Avrasya'nın hem de Arap dünyasının en güçlü aktörü haline gelir... Türkiye'nin tarihi düşmanlarından Yunanistan, Balkanlar'daki kaos nedeniyle giderek güçsüzleşmiştir. Arap Yarımadası da, sadece petrole dayalı ekonomisiyle bir krizin eşiğindedir.

2020'ye yaklaşırken ABD'ye karşı son kozlarını kullanan Rusya'nın karıştırdığı Ortadoğu ve Balkanlar savunmasız ve güçsüz durumdadır. Türkiye için büyük fırsat! Bu fırsatı değerlendirecektir:

Etkisini Kafkasya'nın kuzeyine, Rusya ve Ukrayna'ya kadar ilerletir, Don ve Volga ırmaklarının arasındaki vadiye oturur, Rusya'nın tarım cennetine kurulur.

Kazakistan'ı din kartını kullanarak hakimiyeti altına alır, Orta Asya'ya iyice yerleşir. Artık Karadeniz bir Türk gölü haline gelmiştir. Kırım ve Ukrayna'nın Odessa şehri bütün alışverişini Türkiye'den yapmaya başlar.

Asıl amaç hem Karadeniz hem Akdeniz'i kontrol etmektir: Bölgesel güç olmak istiyorsan bu şarttır. Bunun için de Türkiye Avrupa ülkelerini Boğaz'dan uzak tutmaya çalışır. Giderek büyüyen sınırlarını korumak için Balkanlar'ı da kontrol altına almak ister. Tabii orada çıkarları, o sırada sıkı bir ABD müttefiki haline gelen Macaristan ve Romanya ile çatışacak, taraflar Ukrayna'da kafa kafaya gelecektir.

Irak ve Suriye'de karmaşa vardır, Kürtler tam "Kendi ülkemizi kurmanın sırası" diye düşünürken Türkiye bu iki ülkeyi de kontrol altına alır. Bununla da yetinmez Arap Yarımadası'na kadar iner.

Türkiye'nin Akdeniz rüyasını gerçekleştirecek gelişme, Mısır'daki bir iç savaş sayesinde yaşanır. İslam dünyasının en önemli gücü haline gelen Türkiye, Mısır'daki huzursuzluğu bastırmak için bölgeye barış gücü gönderir. Böylece oraya da yerleşir ve Süveyş Kanalı'nı kontrol altına alır. Artık Kuzey Afrika'ya doğru ilerlemek çok daha kolaydır.

Ortadoğu'da Türkiye hakimiyetine girmeyen iki ülke kalmıştır: İran ve İsrail. İsrail direnir ama dört bir taraftan Türkiye'yle çevrilmiş durumdadır. Körfez'e hakim olan Türkiye, pratik olarak İran'ı da köşeye sıkıştırmıştır.

Ortadoğu'daki bu hakimiyetin sadece ekonomik ve askeri boyutta kalmasını yeterli görmeyen Türkiye işin içine dini de katar. Tam bir "halifelik" gibi davranır. Bu arada Osmanlı döneminin gücünü tüm dünyaya hatırlatmak istercesine başkenti de Ankara'dan İstanbul'a taşır. Böylelikle bölgedeki varlığını Müslüman ülkeler nezdinde meşrulaştırır.

Bu gelişmelerden hoşlanmayan ABD, boş durmaz ve bölgede Arap milliyetçiliğini körükler. Balkanlar'da da anti-Türk hissiyatı baş gösterir. Ne var ki büyük bir Avrasya ve Ortadoğu imparatorluğu haline gelmiş Türkiye için bunlar küçük sorunlardır.

2050-2052 ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI

* 2050'ye gelindiğinde dünya güçleri büyük bir gerilim içindedir. ABD, Türkiye'nin ve Japonya'nın Orta Asya ve Avrasya'daki hakimiyetinden son derece rahatsızdır. ABD'nin doğal müttefiki haline gelen Polonya, Ukrayna'yı ele geçirmesine ve Akdeniz'e inmesine engel olan Türkiye'yle çatışır. Türkiye ve Japonya da ABD'ye karşı ittifak kurar.

* ABD, Türkiye ve Japonya'yı büyük bir tehdit olarak görmesine rağmen ilk etapta sıcak savaşa girmek istemez. Türkiye ve Japonya'nın başka ülkelerin sınırlarına saygı göstermediğini, insan haklarını çiğnediğini iddia eder, ekonomik ambargolar uygular.

* Bu arada ABD uzayda müthiş bir insansız ordu kurmuştur. Yıldız Savaşı Sistemi adını verdiği teknoloji sayesinde uzayda oluşturduğu platformlardan dünyanın her yerine birkaç dakika içinde hipersonik insansız uçaklar gönderebilecek durumdadır. Bu platformlardan birini Türkiye'nin güneyine doğrultur. Ve ültimatom verir: Ukrayna ve Balkanlar'ın kontrolünü Polonya'ya ver, Kafkasya'dan çekil, Boğaz'dan istediğimiz gibi geçelim!

* Türkiye, ABD'nin ülkeyi parçalamak istediğine inanmıştır. Japonya'yı da yanına alarak savaşa girmekten başka çaresi yoktur. ABD'nin uzay sistemini hedef alan saldırı Kasım 2050'de Japonlar'dan gelir. Bundan sonra savaş hem uzayda, hem de karada devam eder. Türkiye, Polonya'dan kurtulmak için Almanya'dan yardım ister. Almanya, ABD'yi böyle bir savaşta yenmenin imkansız olduğunu bilmesine rağmen Türkiye'yi karşısına almamak için müttefik olmayı kabul eder.

* Üçüncü Dünya Savaşı 2052'de sona erer. Japonya, Türkiye ve Almanya harabeye dönmüştür. Neyse ki sivilleri hedef almayan ileri teknoloji uçaklar sayesinde sadece 50 bin kişi ölür. Sonuçta ABD'ye uzayda istediğini yapmasına imkan verecek bir anlaşma imzalanır.

* 2060'da hálá İslam dünyasının liderliğini elinde tutan Türkiye, Washington'la arayı düzeltir ve yeniden sevilen müttefikler listesine adını yazdırır...

Her şey eski hamam eski tas haline döner.

@ 2. Abdülhamit ve Siyonizm...

Zaman gazetesinin tarihçi köşe yazarı Mustafa Armağan, Osmanlı'nın en çok tartışılan padişahı II.Abdülhamid hakkında bilinmeyen gerçekleri açıklamaya devam ediyor. Geçtiğimiz hafta "Abdülhamid hakkında yanlış bildiğimiz 10 şey" yazısı ile bu perdeyi aralayan Armağan, bu hafta da Abdülhamid'in siyonizm ile olan mücadelesini yazdı.

SİYONİZM'İN İLK KONGRESİ
7 Ağustos 1949 günü Tel Aviv-Kudüs yolundan bir cenaze arabası ağır ağır geçmektedir. Viyana'dan bir 'kahraman'ın kemikleri getirilmiştir.
Bir piyes yazarı ve gazeteci olmasına rağmen kendisini Siyonizm'e adamış, bir hayal kurmuştu. Ama körü körüne hareket etmemiş, çok katlı ve çok boyutlu stratejiler izlemişti. Bu uğurda kralları, bakanları, aydınları, din adamlarını, kısaca aklınıza kim gelirse onları kullanmaktan çekinmemişti. İnancı şuydu: Bir fikir iyi ve haklı ise muhakkak galip gelir.

1897'de ilk Siyonist Kongresi'ni İsviçre'nin Basel şehrinde topladı. Günlüklerine şu kâhince notu düşecekti: "Ben Yahudi Devleti'ni Basel'de kurdum. Eğer bunu bugün yüksek sesle söylersem, cümle âlem bana gülecektir. [Fakat] belki beş yıl içinde ama kesinlikle elli yıl içinde onu herkes tanıyacaktır."

Dünyada bunun kadar kesin tutturulmuş bir kehanet az bulunur.

İşte ölümünün üzerinden tam 45 yıl, 1 ay geçtikten sonra Viyana'dan getirilen kemikler, Budapeşte doğumlu bir Yahudi'ye aitti. Kudüs'te kendi adıyla anılan tepedeki siyah anıt-mezarının üzerinde İbranice yalnızca "Herzl" yazıyordu. Yani Dr. Theodor Herzl.

OSMANLI'NIN TÜM BORCUNU ÖDEYELİM
İşte bu Theodor Herzl, Avrupa'da zulüm görmekte olan Yahudi halkı için Filistin'den bir toprak parçası koparmak amacıyla eşiğini aşındırmıştı Yıldız Sarayı'nın.

19 Temmuz 1896'da kendisi görüşememişti ama danışman Kont Nevlinski aracılığıyla teklifini iletmeyi başarmıştı Sultan'a. Avrupalı zengin Yahudiler 20 milyon sterlin olarak tahmin ettikleri Osmanlı'nın dış borcunu ödeyecekler, buna karşılık Filistin topraklarından kendilerine bir yurtluk yer verilecekti.

Ne var ki, şen giden Nevlinski saraydan yaslı dönmüş, her şeyin bittiğini, padişahın tekliflerini bir daha işitmek istemediğini söylemişti. Abdülhamid şöyle demişti:

"Bir karış bile toprak satamam. Çünkü o bana değil, halkıma aittir. (...) Yahudiler milyonlarını saklasınlar. İmparatorluğum parçalanınca belki de Filistin'i tek kuruş ödemeden elde edeceklerdir. Fakat ancak kadavramız parçalara ayrılabilir. Vücudumuzun canlı canlı kesilip biçilmesine razı olamam." ("The Diaries of Theodor Herzl", Almancadan İngilizceye çeviren: Marvin Lowenthal, New York, 1962, The Universal Library, s. 152.)

Bir devlet başkanından toprak satmasını istemesindeki kabalığın farkına varan Herzl, yanlış yaptığını anlar; lakin işin peşini bırakmayacaktır. Planlarını suya düşüren bu sözler, Herzl'i etkilemiş ve günlüklerine şu ilginç notu düşmeyi ihmal etmemiştir: "Her ne kadar o sırada hayallerime nokta koymuş olsa da, Sultan'ın bu hakikaten yüce sözlerinden etkilenmiştim."

Sizin anlayacağınız, Abdülhamid'in mücadele ettiği adam da hamhalatın teki değil, davasına adanmış parlak zekâlardan biridir.

Herzl'in, orijinali Almanca olan günlüklerini (zira kendisi İsrail'in kurucusu sayılsa da, pek çok Siyonist gibi İbranice bilmezdi) İngilizceye kısaltarak çeviren Marvin Lowenthal, Abdülhamid'in Siyonist taleplerini reddini "superb", yani 'muhteşem' diye nitelendirirken, Herzl'in de bu ret cevabı karşısında Sultan'a duyduğu "hayranlık"a dikkat çekmektedir.

İşin esası şuydu ki, iddia ettiği gibi zengin Yahudiler Herzl'in arkasına çuvallarla para yığmış değildi; Abdülhamid de hafiyeleri vasıtasıyla bu durumu öğrenmişti. Blöf yapıyordu Herzl; Sultan da bunu biliyor ama Siyonistlerin Avrupa içinde palazlanmalarından ve kendisine yeni bir pazarlık kapısı açmalarından memnuniyet duyuyordu.

Bunun için toprak satın alma tekliflerini reddetmişti ama Herzl'in sonraki projelerini dikkate alır görünmüştü. Bu defa Herzl teklifini Osmanlı'yı kalkındırmak gibi bugünkü yabancı sermayenin getirilmesine benzer bir kılığa büründürmüştü. Avrupalı Yahudi sanayiciler Osmanlı ülkesine yatırım yapacak, ülkeyi, bu arada Filistin'i kalkındıracaklardı. Buna karşılık Yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmesine izin verilmesini istiyorlardı.

ABDÜLHAMİD OYUNU BOZUYOR
Abdülhamid ise Siyonizm'i kullanmanın, onu reddetmekten daha fazla işine geleceğini biliyordu. Tekliflerine, kabul etmeyeceklerini bildiği bir karşı teklif getirdi: Yahudiler Osmanlı'nın 30 milyon sterlin tutarındaki dış borcunu ödemek üzere bir konsorsiyum (syndicate) kuracaklardı. Buna karşılık olarak Osmanlı topraklarına yerleşmelerine izin verilecek fakat geldikleri ülkenin vatandaşlığından çıkarak Osmanlı tebası olacaklardı. Asıl vurucu şartsa sona saklanmıştı: Yahudiler toplu olarak Filistin'e yerleşemeyecek, kitlesel yerleşmelerine izin verilmeyecek, değişik bölgelere dağıtılacaklardı; beş aile şuraya, beş aile oraya.

Herzl'in başına "him taşı" düşmüş gibi oldu. Onun bütün davası ırkdaşlarını Filistin'e yerleştirme planı üzerine kurulu değil miydi? Bunu asla kabul edemezdi. Teklif yeterince cazip gelmedi diye düşündü. Daha fazla para toplamak için döndü. Ne ki paralı Yahudiler Sultan'dan Yahudilerin göçüne izin veren resmî bir berat almadıkça kesenin ağzını açmaya yanaşmıyorlardı. Abdülhamid ise ne Filistin'e göçe izin veriyordu, ne de parayı görmeden resmî bir kabule yanaşıyordu. Mesele kilitlenmişti.


Herzl'in Abdülhamid'le görüştüğünü bildiren New York Times'ın 30 Mayıs 1901 tarihli nüshasındaki haber.

Cohn (Herzl'in günlüklerinde Abdülhamid 'Cohn' şifresiyle geçer) sıkı pazarlıkçı çıkmıştı; çok şey istiyordu ama pek az şey veriyordu. Herzl 1902 Temmuz'unda son kez geldi İstanbul'a. O da ne? Sarayın eşiğini aşındıran birileri daha vardı. Fransız Mösyö Rouvier Osmanlı maliyesini rahatlatacak tekliflerde bulunmak üzere bir toplantıdan çıkıp öbürüne giriyordu. Bunun üzerine Herzl, Filistin şartından vazgeçti, Mezopotamya'ya (Hayfa dahil) bir Yahudi göçüne resmen izin verildiği takdirde dostlarının Fransızlarınkinden daha iyi bir teklifte bulunabileceklerini bildirdi saraya.

Eskiden kendisine ümit veren saray bendegânı nedense artık yüz vermez olmuşlardı. Sözleriyle destekler görünüyor ama eylemleriyle başka yöne baktıklarını gösteriyorlardı. Sonunda Herzl, piyon olarak kullanıldığına acı bir şekilde tanık oldu. Fransızlara karşı pazarlığı kızıştırmakta kullanılmış, anlaşma yapıldığı için de artık yüzüne bakan kalmamıştı. Abdülhamid yine oyununu oynamış, Fransızları tercih etmişti.

Artık Herzl'in defterinde Osmanlı sayfası kapanıyor, İngiltere sayfası açılıyordu. Çantasını toplarken not defterine şunları yazacaktı: Türkler gün gelecek, dilenci durumuna düşecek ve dizlerime kapanıp yalvaracaklardır.

Yine de Abdülhamid'in Siyonistlere bu denli "müsait" davranmış olmasını içlerine sindiremeyenler haklı olmakla birlikte diplomatik söylem ile gerçek niyet arasındaki farkı fark etmek önemlidir. Nitekim Yahudi araştırmacı Avram Galante'nin "Abdülhamid ve Siyonizm" başlıklı makalesinde belirttiği gibi, Herzl'in görüşmesine aracılık eden İstanbul Hahambaşısı Moşe Levi'nin 3 gün sarayda bekletildikten sonra Sultan'dan yediği ağır zılgıt her şeyi açıklıyor aslında. Bende toprak satacak göz var mı? diyordu Hahambaşına. O ise, torununun Galante'ye anlattığına göre, ağlayarak Sultan'ın ayaklarına kapanıyor, yemin billah Herzl'in toprak talep edeceğini bilmediğini söylüyor, af diliyordu.

17 Şubat 2009 Salı

@ Obama:''Türkiye bölge lideri''

Hürriyet Gazetesi'nin bugünkü haberi:

ABD Başkanı Obama, dün Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan ile telefonda görüştü. ABDBaşkanı, Türkiye’nin bölgede oynadığı role önem verdiklerini belirtip, bu rolü liderlik olarak tanımladı.

ABD Başkanı Barack Obama, Beyaz Saray’da ilk bir ayını doldurmadan dün akşam önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü, daha sonra da Başbakan Tayyip Erdoğan’ı telefonla aradı. 40 dakika süren telefon görüşmesinde iki lider Davos’ta Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasındaki tartışma sonrası yaşanan gerilime değinmedi. Obama, Türkiye’nin başta Ortadoğu olmak üzere Kafkasya ve Afganistan’da üstlendiği rolü takdir ederek, ABD’nin bu her üç bölgede barış ve istikrarın sağlanması için Ankara’nın yürüttüğü çabaları çok önemli bulduğunu söyledi. Görüşmede ırak ve iran da ele alındı.

AB desteği önemli

Obama, kendi yönetiminin de Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini önemsediğini vurguladı. Cumhurbaşkanı Gül ise, yeni yönetimin AB desteğinin önemli olduğunu, "Geçmişte ABD, desteği bazı AB ülkeleri tarafından farklı anlaşılıyordu. AB kamuoyunun size desteği tam. Bu nedenle Türkiye’ye vereceğiniz destek, olumlu anlamda daha farklı algılanacaktır" sözleriyle dile getirdi. Gül, Obama’nın göreve geldiği gün konuşmasında İslam dünyasına verdiği sıcak mesajları takdir ettiğini vurgulayıp, İslam ülkeleri ile temaslarında ABD’deki yeni anlayışın önemine dikkat çektiğini belirtti. Gül, Kongre’de ve Obama’nın 24 Nisan konuşmasında sözde soykırım iddialarının gündeme gelmemesi gerektiği yönündeki mesajını da verdi. Erdoğan-Obama görüşmesinde ağırlıklı olarak Ermenistan’la ilişkiler ele alındı.

ERDOĞAN’LA NE KONUŞTULAR

Barış için önemlisiniz

ABD Başkanı H. Barack Obama: Türkiye bölgesinde barış için çok önemli bir rol oynamaktadır. ABD, buna çok önem vermektedir. Türkiye’nin stratejik ortaklığına önem veriyoruz. Ortadoğu barış sürecinde şahsınızın liderliğinin hayati önem taşıdığını ifade etmek isterim. ABD yönetimi, Ortadoğu’da barışın temini, PKK terörünün sona erdirilmesi, Ermenistan’la ilişkiler başta olmak üzere birçok konuda Türkiye ile birlikte çalışmak istemektedir."

Adil ve tarafsız olun

Başbakan Tayyip Erdoğan: Stratejik işbirliği önem taşımakta. Kafkaslardan, Balkanlara ve Ortadoğu’ya kadar çok alanda ABD ile iki müttefik olarak önemli ortak çalışmalar yapıyoruz. Ermenistan ve Ortadoğu politikalarında Türkiye’nin hassasiyetleri bellidir. İki ülke ilişkilerinin zarar görmemesi için Amerika’nın adil ve tarafsız tutumu önem taşımaktadır.

15 Şubat 2009 Pazar

@ Türkiye-Rusya ilişkileri...

Suat Taşpınar'ın, Radikal gazetesindeki makalesini aşağıda okuyabilirsiniz:

“Tam 512 yıl önce, Osmanlı gücünün doruklarına tırmanıp Moskova prensliği henüz dizlerinin üstünde emeklerken başlamış Türk-Rus ilişkileri. Hatta 1492’de Dersaadet’e gelen ilk Rus elçisi Mihail Plesçeyev, huzurda diplomatik üslubu aşan kabalıkla konuşup saraydan kovulunca ‘pek tatsız’ başlamış. Sonrasında, 1. Dünya Savaşı
dahil, ikisi dışında (Prut ve Kırım) hepsinde Osmanlı’nın yenildiği dokuz büyük savaş, çarların hiç bitmeyen ‘Boğazlar rüyası’, Ekim Devrimi sonrası reel politik
gereği genç cumhuriyete verilen destek, ardından ‘Soğuk Savaş’ yıllarında ‘kontrollü gerginlik’ dönemi yaşanmış. Ve nihayetinde SSCB’nin son yıllarında doğalgaz
anlaşmasıyla başlayıp büyüyen ekonomik ilişkilerle, 10 milyar dolara dayanan
dış ticaret hacmiyle bugüne gelinmiş.”
Beş yıl önce, Putin’in tarihi Ankara ziyerti arifesinde böyle başlamışız yazıya.
O 10 milyar dolar 30 milyar doları geçmiş. Son beş yıla, 500 yılkinden fazla ‘dostluk, iyi komşuluk, işbirliği’ mesajı sığmış. Sürekli, daha fazla cesaret ve umut verici
ifadelerle tanımlanmış ilişkiler. Çok boyutlu işbirliği, genişletilmiş ortaklık,
güçlendirilmiş ortaklık vb... Cumhurbaşkanı Gül’ün Moskova ziyareti de, ‘güçlü
ortaklık’tan ‘stratejik işbirliği’ne, hatta ‘ayrıcalıklı ülke’ konumuna kadar
bir dolu güzel tanım daha ekledi.
Her ne kadar evsahibi Medvedev olsa da, geziye damgasını vuran yine Putin
oldu. Gül, 2004’teki Ankara ziyaretinin milat olduğunu ima ederek Putin’i ‘ilişkilerin çok boyutlu gelişmesinin mimarı’ ilan etti. Putin de “Türkiye dış politika önceliklerimizden biridir” diyerek önemli bir açılım yaptı. İlişkilerin hamisi hala Putin.
İmzalanan deklarasyon da, verilen demeçler de, işlerin daha iyiye gitmesi için iki tarafta ‘samimi arzu’ olduğunu gösteriyor. En önemlisi bu. Ama işlerin istendiği boyutta hızlanmasının önünde engeller var. Herkes kendi hesabını gözetmekle mükellef. Rusya, gümrüklerde vergi kayıplarını önlemek, çifte fatura cambazlıklarından kurtulmak için ‘sıkı denetim’ uyguluyor. Ama bu pilot projede Türkiye’nin ‘mayın eşeği’ yerine konulması riski yüksek. Dış ticarette makas hızla Rusya’nın lehine açılırken, Türkiye’ye bir de buradan darbe vurulması yanlış. Herkese aynı anda uygulansa sözümüz yok. Ama bu uygulama bugün Türkiye ile başlayıp yarın herkese yayılamadan öylece kalırsa, Türk işadamı Rusya pazarında nasıl rekabet edecek? Rus tarafı bunun garantisini veriyor mu? Muamma... Ama kendi ayağımıza kurşun sıkmaya da devam ediyoruz. Sözde, Cumhurbaşkanı bu sorunu halletmek için geliyor, ama gümrük bürokrasisi Rus muadilini şubat sonunda görüşmeler için Türkiye’ya davet ediyor. O zaman alenen Rus tarafına ‘Bu sorunun Gül’ün ziyaretinde de çözüleceğini düşünmüyoruz’ denmiş olmuyor mu? O da bir başka muamma...
Masadaki en büyük dosya enerji idi. Rus Enerji Bakanı Şmatko, neredeyse “Nükleer santral ihalesini aldık, 15 yılda 60 milyar dolarlık enerji satacağız” demeye getirip, herşey olup bitmiş havası verdi. Hem Rus hem de Türk basınına böyle yansıdı. Oysa son nokta konulmuş değil. Belki görüşmelerde Rus tarafının beklentilerini yükselten mesajlar, sözler verilmiş olabilir. Ama geçmişte savunma sanayi ihalelerinden dev özelleştirmelere kadar Rus tarafının Türkiye’de yaşadığı pek çok düşkırıklığı var.
Buna bir tane daha eklenmesi ilişkilere darbe vurabilir. Ankara bu konuda sonuna dek arkasında durmayacağı sözleri ya vermemeli, ya da sözünü yerine getirmeli.
Doğalgaz konusu bir başka çetferil iş. Rus tarafı hala “2’nci Mavi Akım’ı yapalım, Avrupa’ya gaz sevkiyatında söz sahibi iki ülke olalım, siz de transit ülkesi olarak
çok kazanırsınız” diyor. Ama burada Türkiye’nin ‘ihtiyatlı iyimser’ duruşu yerinde. Birincisi mevcut Mavi Akım hattı tam kapasite kullanılmıyor ki? Avrupa’ya sevkiyat için önce o kullanılsın. İkincisi ortada Nabucco varken, Türkiye yumurtaları tek sepete koymaya meyyal değil.
Ticarette ruble kullanılmasından Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu önerisine kadar her konuya bir parça dokunulan ortak deklarasyonla, gülücükler ve iltifatlarla bitti Moskova ziyareti. Şimdi üç vakte kadar Medvedev ve Putin’in Türkiye’yi ziyaretleri beklenecek. Rusya, ABD’yi bölgeden uzak tutma çabasında Türkiye’nin sırtını sıvazlayarak hep “Kendi bölgemizin sorunlarına kendimiz karar veririz” mesajına vurgu yapacak.
Velhasıl, son dönemde ilişkilerde yaşanan ‘duraklama’ devrinin aşılması için, karşı
tarafın ‘arzuları’ ile ‘imkanlarının’ farklı olabileceğini bilerek, enseyi karartmadan yola devam etmek şart. Ama ilişkilerin ‘alış’ ve ‘veriş’ olduğu unutulmamalı. Rusya bu konuda daha anlayışlı olmak zorunda. En önemlisi 2004’te Putin’in attığı ilk adımla çizilen ‘çok boyutlu işbirliği ve ortaklık’ rotasından sapılmaması. Gerisi kara trenin islimi gibi; sonradan da olsa gelir.

14 Şubat 2009 Cumartesi

@ "Dünya, Türkiye'ye sahip olduğu için şanslı"

Profesyonel kariyeri Amerikan istihbarat servisi CIA'de şekillenmiş olan Graham Fuller, on beş yıl Ortadoğu ve Asya ülkelerinde görev yaptıktan
sonra, yine CIA'de Ulusal İstihbarat Konseyi'nin başkan yardımcılığını da
yürütmüş bir yetkili. Washington'da ki etkin düşünce kuruluşlarından RAND'da
çalıştığı yıllarda yazdığı Türkiye analizleri ise Fuller'ı, Türkiye'de
bilindik bir isim yaptı. Halen Simon Fraser Universitesi tarih bölümünde
ders veren Graham Fuller, Amerika'nın batı kıyısında Vancouver'dan
gönderdiği elektronik postayla, Başbakan Erdoğan'ın Davos çıkışını ve
Türkiye'nin bölgedeki rolünü değerlendirdi.

Fuller'ın yorumunu aynen aktarıyoruz:

"Türkiye'nin, Ortadoğu'da yeniden büyük bir oyuncu olarak belirmesi
olağanüstü bir olaydır. Sadece son beş - on yıl içinde ki gelişmelerin
perspektifinden değil, son yüzyıl içinde yaşanan değişimin gerektirdiği bir
ihtiyaçtan haraketle değerlendirme yapmak gerekmektedir - Ortadoğu'da hayli
etkin Osmanlı İmparatorluğu'nun sona yaklaşması; Türkiye'nin, 1945 ve 1975
arasında akılalmaz anormal jeopolitik konumu sonucu Ortadoğu sahnesinden tamamen yokoluşu veya "Amerika'nın sadık müttefiki oluşu"; ve sonra, yavaşca, Kemalist değerlerin Türk politikası içinde daha normal bir seviyeye indirgenmesiyle Ortadoğu'ya kaçınılmaz mantiki bir geri dönüş yaşamasına bir bütün olarak bakıp, değerlendirmek gerekmektedir. (Doğrusu, bugünkü Türk politikası, Kemalist değerlerin indirgenmesinden başka birşey değildir. Yeni kitabım, "Yeni Türkiye Cumhuriyeti," Türkiye'nin Ortadoğu'da varoluşunu, sonra çekilişini, ve daha sonra tekrar dönüş döngüsünü anlatmaktadır.)

Ben, cüret edip, Türkiye'nin, İsrail'e yönelik pozisyonunun "normal" bir
bakış açısı olduğunu söyleyecem. Keza Ortadoğu'da, çoğu Müslüman ülkenin,
normal koşullarda, İsrail'e böyle yaklaşması beklenmektedir. Ama, tabii ki
bugün koşullar normal değil. Aslında, hayli suni rejimler öylesine
kendilerine güvensizler ki hepsi Washington'a yaşam-hattına bağlılar -
özellikle Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan. Bu ülkelerin, Washington'a
bağımlılıkları, İsrail'e karşı tahmin edilebilecek "normal" bir tavır
almalarını engellemektedir. Ben, Erdoğan'ın, İsrail'e yönelik tavrının
bölgede olması gereken "normal" tavır olduğunu savunmaktayım - en azından
ılımlı demokratik Müslüman hükümetler için. Ve, tabii ki, aynı zamanda,
Washington tarafından destek görmeyen diğer diktatörler de İsrail'e karşı
radikal bir pozisyon alarak sorguya açık varlıklarını sağlamlaştırmak
istemektedirler - mesela Suriye, İran, daha önceleri Saddam ve Kaddafi, ve
hatta Yemen de dahil olmak üzere.

Eğer Ortadoğu gerçekten daha demokratik bir yönetime doğru yönelecek olursa - ki mutlaka bir gün olacaktır - İsrail çok daha açıksözlülükle
eleştirilecektir. Gazze'de yaşanan toplu katliama karşı daha yüksek eleştirel ses duyulacaktır. Böyle bir olayın yaşandığı zamanda, İsrail'de elçiliği bulunan çoğu Müslüman ülkenin büyükelçilerinin görevlerini kesintiye uğramadan sürdürmüş olmalarını anlayabilmek mümkün değildir.

Özetle, Ortadoğu'ya demokrasi gelmesi, İsrail'in (ve Washington'un da)
çıkarlarına aykırıdır. Demokrasi gelmesi demek Müslüman kamuoylarının
İsrail'e daha sert bir tavır almasını gerektirecektir ve seçmenler de bu
adımları atabilecek kişileri seçeceklerdir. Bu, illa da savaş anlamına
gelmez. Ama doğal jeopolitik baskıların ve sınırlamaların sonucunda oluşacak
bir bölgesel durumu ortaya çıkarır. Bu durumda, neredeyse herşeyin
çarpıtıldığı ve jeopolitiğin normal çalışmasını askıya aldığı bir
Washington'un prizmasından oynanmaz.

Dahası, bu olaya sadece Türkiye-İsrail dinamiği olarak değil, ama
Ortadoğu-İsrail denkleminin bir parçası olarak bakmak gerekir. Olan, şu
anda, sadece Türkiye'de, demokratik baskılara açık, ve gerçekten "normali"
temsil eden, İsrail'e karşı - Gazze savaşında orantısız güç kullanımından
ortaya çıkan ölüm ve kana ve Filistin nüfusunu ezip geçmesine karşı belki
biraz anlayışlı bir yaklaşım gösterebilen normal demokratik bir hükümet
vardır,

Bu nedenle, dünya, böyle bir Türkiye'ye sahip olduğu için şanslıdır - öyle
bir devlet ki bölgede yaşanan olaylara esaslı duygusal ani bir tepki
verebiliyor, ama aynı zamanda büyük konuları perspektifte tutarak bölgesel
bir çözüm için çalışmaya devam edebiliyor. İran bunu yapamaz, yalvaran Arap
kralları ve ömür boyu devlet başkanlığı yapanlar cüret bile edemez - ama
Türkler yapabilir. Normal demokratik Arap rejimleri - Mısır, Ürdün ve Suudi
Arabistan'ın yaptığı gibi - kendi yönetimlerine karşı radikal güçlerin
kitlesel popüler tepkiyi harekete geçirmesinden korkup Hamas'ın karşısında
titremezler. Normal demokratik Arap rejimleri, Türkiye gibi - Filistin
halkının görüşünü temsil ettiği için - Hamas'la çalışırlar, ama bu güç
sakinleştirilmeli, ılımlaştırılmalı, yönlendirilmeli ve müzakere
edilebilmelidir.

Türkiye - bölgedeki gelişmeler giderek daha da çirkin bir hal aldıkça ve
ihtilaflar ve taraflar birbirlerini kör bir şekilde inkar ettikçe - Batı'ya
hayli çekici gelebilir.

11 Şubat 2009 Çarşamba

@ Türkler ile ilgili hadisler...

Türk kelimesi Hazret-i Peygamber’in birkaç hadîsinde de geçer: Size ilişmedikleri müddetçe Türklere ilişmeyin. Zira ümmetimin mülkünü onların elinden ilk kapacak olan Beni Kantûra’dır [Ebû Dâvud, Taberânî]; Siz Türklerle dövüşmedikçe kıyamet kopmaz. Onlar çekirge gibi küçük gözlü, basık burunlu, kırmızı meşin gibi suratlı, aynı zamanda keçe ayakkabılıdır [Buhârî, Müslim]; Türkler dünya ehlinin hepsine hâkim olurlar [Deylemî]; Âhir zamanda geniş yüzlü, küçük gözlü olan Beni Kantûra gelip Dicle Nehri kenarına inerler. Basra halkından bir fırka bunlarla harb eder ve şehid olur [Ebû Dâvud]; Benim Türk adında bir ordum vardır. Onunla haddi aşanlara haddini bildiririm [Divanu Lügatit-Türk]; Hıfzın onda dokuzu Türklerdedir [Hatîb].

@ Ortadoğu'yu Yeni Osmanlı'' kurtarır!


Başbakan Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Peres arasında yaşanan Davos krizi sonrası İsrail sokaklarında halkın, basının ve siyasilerin nabzını tutan Hürriyet, bu kez de Gazze’de. Metehan Demir, İsrail’in acımasız saldırılarıyla çoğu çocuk 1300 kişinin can verdiği, bombalarla yerle bir olmuş Gazze’nin yaralı, acılı, bitap ama hálá umutlu halkını dinledi.

Başbakan Yardımcısı Yusuf, "Davos çıkışı ile yeni Osmanlılar akımı başladı. Osmanlı’nın dirilişi belki Ortadoğu’da tüm sorunları çözer" diyerek Türkiye’nin tüm bölge için önemine işaret etti. Türkiye’ye büyük sevgi ve saygılarını, "Yanımızda ilk siz vardınız" diyerek gösteren Gazzeliler ise, yine de eklemeden edemediler: "Barıştan başka bir şey istemiyoruz."

Ortadoğu’da ihtirasların araya sıkıştırdığı halkların nabzını tutmaya devam ediyor. İsrail sokağından sonra bu kez de insanlık trajedisiyle sarsılan, 410’u çocuk 1300 kişinin öldüğü Gazze’de savaşın mağduru insanların acılarını dinledik. Bu coğrafyada herkes yorumlar yazabilir; ama buraları anlamak için bu topraklara gelip insanların psikolojilerini hem Gazze’de hem de İsrail tarafında görmek gerekiyor.

Türkiye ve Erdoğan Gazze’de bir efsane

Hürriyet, Gazze’de Hamas’ın üst düzey yöneticilerinden hastanede başına kurşun saplanmış 7 yaşında çocuklara, kocası öldürülmüş yaşlı kadınlara dek çok sayıda insanla konuştu. Özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı "Gazze çıkışının" ardından Türkiye ve Erdoğan burada bir efsane haline gelmiş. Kızılay, TİKA ve Türk sivil toplum ile yardım örgütleri deyince akan sular duruyor. Her yerde adına Gazze’de gösteriler düzenlenen Erdoğan’ın posterleri ve Türk bayrakları satılıyor. Gazze’de Hamas yönetiminin Başbakanı İsmail Haniye’nin başdanışmanı Ahmet Yusuf ve Hamas’ın sözcüsü Fevzi Barhum, Erdoğan ve Türkiye’ye en çok övgüler gönderenlerin başında geliyor.

Biz herkese söyledik Türkiye’ye güveniyoruz

Ahmet Yusuf (Türkiye’de eğitim görmüş Başbakan Danışmanı): "Kendimizi ilk kez bu kadar Türkiye’ye yakın hissettik. Saldırı başladığında dünyadan ilk arayan ve ilk gelen Türkiye oldu. Erdoğan, bundan sonra da bizim için rol oynamaya devam etsin. ABD, AB, Mısır’a ve İsrail’e ’Biz Türklere güveniyoruz’ diye haber gönderdik. Çünkü Türkiye’nin hepsiyle yakın ilişkileri var. Tüm Gazze halkı Erdoğan’ı, Türkiye’yi siyasi değil duygusal ahlaki ve insani olarak seviyor. Ama bence en önemlisi Abdullah Gül, Başbakan Tyyip Erdoğan ve Büyükelçi Ahmed Davudoğlu’nun Gazze saldırısı ve sonrasındaki Davos çıkışı ile ’Yeni Osmanlılar’ akımını başlattı. Büyük Türkiye böyle olunur, Osmanlının dirilişi belki de Ortadoğu’da tüm sorunları çözer. Dostum Ahmet Davudoğlu da bana kalırsa izlediği mekik diplomasisiyle 1970’lerdeki efsane Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissenger gibi hareket ediyor."

Öldürülen çocuklarımızın acılarını hafiflettiniz

Fevzi Barhun (Sözcü): "Türk halkına tüm yardımları için minnettarız. Bizim meselemizi kendi meseleniz kabul ettiniz. Herkesten çok sahip çıktınız. Dünyada kimsenin ağzını açmaya cesaret edemediği İsrail Cumhurbaşkanına, Davos’ta sert çıkıp öldürülen çocuklarımıza sahip çıktınız. Herkes bizi suçluyor. Ama asıl ateşkesi bozan, bu süreçte 48 kişiyi öldüren, insanları tutuklayan, ambargo uygulayan İsrail’dir. Eğer iyi diyalog olursa barıştan başka bir şey istemiyorum."

Süheyl Matar (BM’nin Cebaliye’de vurulan okulunun müdürü): "En şerefli çıkış Türkiye’den geldi. Sınıflarında öldürülen çocuklarımın acılarını hafiflettiniz. Bunu Araplar bile yapmadı Filistin için. Yanımızda bir Allah var sanırdım, bir de Türkiye ve Erdoğan varmış. Buradan çağrıda bulunuyorum. Gazze’deki çocukların okuması adına herkes bir şeyler yapsın. Eğitim, kanı durduran en önemli merhemdir. Burada öldürülenler adına bu çağrıyı yapıyorum."

Hasan Ebu Şaban (85 yaşında eski FKÖ üyesi): "Keşke Osmanlı, bu topraklardan gitmeseydi. İngilizler’den sonra buralara hayır gelmedi. Davos’ta olanları televizyonda izledim, ağladım. Bana babamın anlattığı Osmanlıyı hatırladım."

Biz birleşmezsek, bu kan hiçbir zaman durmaz

Muhammet El Tuam (Elektrik teknisyeni): "İki kardeşim hastanede ağır yaralı. Ben ölmemek için ailemle bodrumda yaşadım. Artık bizden Yahudiler uzak dursun, biz de onlardan uzak duralım. Ama istediğim, Hamas ve El-Fetih’in birleşerek Filistin devletini kurmaları. Biz birleşemezsek dünyada kim ne yaparsa yapsın bu kan durmaz, bu devlet kurulmaz."

Mahmut Zaghbur (Başkomiser, Türk, Polis Akademisi mezunu): "Bunlar çok zor günler. Bir yaşında çocuğum hálá bomba seslerinden uyuyamıyor. 22 gün elektrik, su ve gıda bulamadık. Bu savaş bitsin istiyoruz. Ama öncelikle bizim iç barışımız önemli. Çünkü İsrail saldırıları yetmiyormuş gibi Hamas ve El-Fetih da birbirleriyle çatışıyor. Ben de artık küçük çocuğumun geleceğini normal insanlar gibi düşünmek istiyorum."

Sadece savaş değil hapis de öldürüyor

Um Firaz (Gazze’nin zengin ailelerinden, 65 yaşında): "Savaş burada zengin fakir dinlemedi. Canımı zor kurtardım. Burada insanları sadece savaş öldürmüyor. Kocam kemik kanseriydi ve tedavi olması gerekiyordu ama İsrail bizi Gazza’ye hapsettiği için burada göz göre göre can verdi."

Samir El Toom (Müteahhit): "Başbakan Erdoğan, Müslüman ülkelerin tek devlet başkanı olsun. Davos’ta gerçek bir lider gibi davrandı. Mısırlı Amr Musa da onu seyretti. Ben oğlumu kaybettim. Şimdi bu savaşı kim kazandı? İsrail mi, El-Fetih mi yoksa Hamas mı? Hiçbiri benim oğlumdan daha değerli değil."

Çocuklarımızı, Türk doktorlar yaşattı

Muhammet El Hasan (Vurulan Şifa Hastanesi’nin Başhekimi): "Savaşın ilk gününden bu yana yaşadığımız acıları anlatamam. Hiçbir yürek buradaki görüntülere dayanamaz. Türkiye’den bize doktorlar yardıma geldi. Kızılay’ın yardımları ulaştı. Ama şu an buradan sizin aracılığınızla yardım çağrısı yapıyorum."

Faiz Tedes (Oğlu vurulan bir baba): "Oğlumu Seyfettin isminde bir Türk doktor ameliyat etti. Yine geleceğine söz verdi. Keşke buraya Türkler gelse ve bizi hiç bırakmasa. Bize sizden başka bu acımızda samimim davranan yok."

Su getirirken, oynarken çocuklarımız vuruldu

Ahmet Gabun (İşsiz): "Oğlum su getirmeye çıktığında sokakta patlayan roketle paramparça oldu. Şimdi onu kurtarmaya çalışıyoruz. Bu savaşın İsrail’e ne faydası oldu. Bu bölgede atılan her roket nefret tohumları ekiyor ve bu tohumlar köklerini salan ağaçlar gibi günden güne büyüyor. Bu topraklara barış falan gelmez. En azından kendi adıma bu kanı yerde bırakmayacağıma yemin ettim."

Ahmet Hasan (7 yaşında, başında mermi bulunan çocuğun babası): "O gün sokakta oynarken İsraillilerin tam çekildiği 17 Ocak günü, ateş açmaya başladılar ve bir mermi 7 yaşındaki oğlumun başına saplandı. İlk ameliyatını oldu. Şimdi bir ameliyat daha oldu. Görme yeteneğinin yüzde 80’ini kaybetti. Bize boş gözlerle bakıyor. Onun için Türkiye’den tek isteğim sadece oğlumun düzelmesi için dua edilmesi."

’Müslüman dünyanın lideri Türkiye savaşı durdursun’

Amina Reyhan (66 yaşında, ev kadını): "Bu arkamda gördüğünüz evde üç aile yaşıyorduk. Şimdi yerle bir oldu. 22 yaşındaki oğlumu kaybettim. Bitsin artık bu savaş. Hayatım boyunca onlarca akrabam İsrail tarafından ya öldürüldü ya da esir alındı. Bıktık. Türkiye Müslüman dünyasının önderi olarak bu savaşı durdursun."

Hatice Sakır (Ev hanımı): "Kocamın anısına üç haftadır buradan ayrılamıyorum, çünkü onu burada bombardımanda öldürdüler. 72 yaşındayım. Benim için de yaşamın anlamı kalmadı. Biz bu topraklarda beraber yaşayamayacak mıyız? Siyasetçiler siyaset, şov yapamasın. Gelsin buradaki halimizi görsün ve bu kanı artık durdursun."

@ Yeni Osmanlılar, Ortadoğu'nun mayın tarlasında...

İngiltere'de Arapça yayımlanan el Kuds el Arabi gazetesinin 5 Şubat 2009 tarihli internet sayfasında, Beşir Musa Nafii imzasıyla ve yukarıdaki başlık altında yayımlanan yorumun özet çevirisi şöyledir:

Yaklaşık 5 yıl önce AK Parti hükümetinin dışpolitikasını inceleyen bir makale yayımlamıştım. Bu makalemde Erdoğan ve hükümetini "Yeni Osmanlılar" olarak nitelemiştim.

Daha sonraki yıllarda bu terim, bazen yüzeysel bir şekilde bazen de kavrayarak ve sıkça kullanılmaya başlandı. Bu hatırlatmayı yapmamın amacı, Gazze'de yapılan ve Erdoğan'ı destekleyen gösteriydi. Söz konusu gösteride dikkat çeken en önemli ayrıntı, Arap topraklarında ve Arapların ellerinde Türk bayrağının dalgalanmasıydı. Bu bayrak sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin değil, aynı zamanda Osmanlı devletinin de bayrağıdır. Bu bayrak, cumhuriyetin değiştirmediği, Osmanlı saltanatının simgelerinden biridir. Osmanlı ordusu, Türkler, Araplar ve Kürtler bu bayrak altında savaştı ve bu bayrak altında yüzbinlerce kişi şehit düştü. Eğer yanılmıyorsam Osmanlının yıkılışından sonra ilk defa bir Türk bayrağı Arap sokaklarında coşkulu bir şekilde dalgalandırıldı.

Gazzelilerin Türk-Osmanlı bayrağını taşımalarının nedeni, Türk hükümetinin Filistin halkı yanında açık bir şekilde yer almasıdır. Bu destek Davos'ta Erdoğan'ın tutumuyla da pekişmiştir. 2002 yılında AK Parti iktidar olunca, Türk hükümeti, Filistin davasına daha fazla ilgi göstermeye başladı ve bu ilgi Gazze savaşında daha belirginleşti. Aslında Türk-Osmanlı bayrağının taşınması, 80 yıldan beri Türkiye-Arap ilişkilerinin ilk öncüsü değildi; 2006'nın yaz aylarında yaşanan savaş sonrasında Türkler, İsrail-Lübnan sınırlarında Uluslararası Barış Gücüne katılmaya hazır olduklarını göstermişlerdi. Bu katılım, BM bayrağı altında olsa da, Türk askerini, Arap topraklarına bir kez daha getirmiştir.

Türkiye, 1950'li yıllardan beri NATO'ya üyedir, Türk ordusu ABD ordusundan sonra güç bakımından ikinci sırada yer almaktadır. NATO'ya üyeliğiyle Türkiye, Soğuk Savaş döneminde, Batı bloğunun ve Batı stratejisinin en önemli ve en temel parçası olmuştur. Geçtiğimiz yaz aylarında yaşanan Gürcistan krizinde dengeli ve tarafsız olmasına rağmen, Türkiye'nin Gürcistan'a kriz öncesi silah desteğinde bulunduğu gizli bir konu değildir. Türkiye ayrıca, İsrail devletini tanıyan ilk İslam ülkesiydi. 1996 yılında Ankara, İsrail ile bir askeri işbirliği sözleşmesi imzalamıştır.

Bunlara ek olarak Türkiye, AB müzâkerelerinde ilerleme kaydetmek için büyük çaba göstermektedir. Bu ikilem, yani Filistin davasına bakış açısı ve Batı'yla olan ilişkiler; kimlik sorunu ve AK Parti dönemindeki Türkiye'nin seçimleri konularıyla ilgili soru işaretleri uyandırıyor. Yaklaşık 10 veya 20 yıl öncesine kadar böyle bir soruyu sormaya gerek yoktu. Önceki Türk hükümetlerinden bazıları, Özal ve Ecevit hükümetleri gibi, Filistin davasına sempati duyuyor ve Türkiye'nin komşu ülkeleriyle olan ilişkilerini geliştirmeye önem veriyordu; ancak hiçbir hükümet başkanı, Avrupa kapsamı dışında veya Batı koalisyonu haricinde Türkiye'nin geleceğini düşünemiyordu.

Günümüzde yani AK Parti iktidarından sonra Türkiye, bu kapsamda bir nitel değişim yaşamaktadır. İşte burada ikilik, farklılık ve karmaşıklığı görebilirsiniz.

AK Parti hükümeti, Türkiye'nin çıkarlarını ve Avrupa'daki İslam varlığının artmasını göz önünde bulundurarak, AB müzâkerelerinde ilerlemek için ciddi çabalar göstermektedir. Bu müzâkereler, Türkiye'nin daha demokrat, daha insancıl ve laik bakış açısında daha az radikal olmasını sağlıyor. Söz konusu müzâkereler ayrıca Türk ordusunun siyasete müdahalesini sınırlandırıyor. Ancak Türkiye'nin şu anki yöneticileri hayalci olmadıklarından, Avrupa'nın en sonunda Türkiye'nin üyeliğini kabul etmeyebileceği tahmininde de bulunuyorlar.

Bu nedenle, bu Türkler Türkiye'nin geleceğinin Arap bölgesinde, Balkanlarda, Kafkasya ve Orta Asya'da olduğunu görüyorlar. Ancak bu Türkler, imparatorluk emelleriyle hareket etmiyorlar. Türklerin çoğu (iktidar partisi mensupları dahil) şu anki Türkiye'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun en büyük mirasçısı olduğunu görüyorlar. Ancak bu duyguyu yayılımcı bir politika arzusu olarak yansıtmak haksızlık olur.

Yeni Türkiye, kendini dünyanın ve Batı dünyasının kalbinde görmektedir. Türkiye, laiklik ilkesini daha fazla insancıl, özgürlükçü ve müsamahakâr yapmak için uğraşırken bile, kendini laik bir cumhuriyet olarak görmektedir. AK Parti dönemindeki Türkiye, NATO'dan vazgeçmeyecektir, Filistin halkını korurken bile İsrail ile ilişkilerine de son vermeyecektir.

Türkiye, İran'ın yayılımcı eğilimlerine karşı çıksa bile, Batı'nın İran'ı hedef almasını da reddetmektedir. Türk hükümetinin öncelikleri, halkının refahı ve ekonominin güçlenmesidir. Bu öncelikler, Türkiye'nin bölgedeki ticari faaliyetlerinde göz önünde bulunduracağı en önemli kriterler olacaktır.

Yeni Türkiye, etnik ve kültürel farklılaşmaya daha büyük bir alan açmaya çalışırken, Türkiye Cumhuriyeti'nin milliyetçilik ilkesinden de vazgeçmemektedir. İşte "Yeni Osmanlıcılık" terimiyle anlatmak istediklerim bunlardır.

@ Osmanlı'nın hayaleti Ortadoğu'da dolaşıyor!

Ortadoğu'da bir hayalet dolaşıyor, Osmanlı İmparatorluğu'nun hayaleti... hatta Ortadoğu'yu aşıp İslam coğrafyasını boydan boya kat ediyor. Örneğin Gazze sokaklarındaki bir gösteride sloganlar atarak yürüyen bir gencin, seçilmesi için iyice yukarıya kaldırdığı II Abdülhamit portresi olarak görünüyor. Hayalet, Hindistan'da Doğu'nun üst düzey entelektüellerinin biraraya geldiği bir konferansın kahve molalarında da boy gösterebiliyor. Konferansta Asya'daki güvenlik meseleleri tartışılsa da, ara verildiğinde konuşulan sadece Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Davos'taki çıkışı ve Türkiye oluyor. Katılımcılardan biri olan Beyrut'taki Amerikan Üniversitesi'nde Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Hilal Khashan "Hindular Erdoğan'ın cesaretinden çok etkilenmişti, özellikle de Hint Müslümanları bu konuda çok duygusal davranıyordu" diyor. Hindistan'daki Müslümanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerinde, herkes çevresinden ayrılırken İstanbul'daki halifeye bağlı kalma konusunda da hassasiyet göstermişlerdi. Dünyanın dört bir tarafındaki Müslüman gençlerin parmaklarının arasından sanal âleme de sızıyor aynı hayalet. İslam dünyasının nabzını tutan web sitelerinden Islamonline.net'teki bir tartışma forumunda kendine epey yer bulabiliyor örneğin: "Erdoğan bir kahramandır. Hem o Osmanlılar'ın torunu değil mi zaten?"

Başbakan Erdoğan'ın bu tanımı yadsıdığı pek söylenemez. İsrail'in Ocak ayındaki Gazze operasyonu sırasında en çok vurguladığı konulardan biri 'Osmanlı'nın torunu' olduğuydu. Sahip olduğu mirasın, mazlum halkların yanında bulunmasını gerektirdiğini ısrarla vurguluyordu. Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu, Erdoğan'ın gururla bahsettiği mirasın garip bir şekilde sandıktan çıkmasına neden oluyor. Başbakan'ın Gazze panelinde yanında oturan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e hitaben söylediği "Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz" cümlesiyle başlayan ve toplantıyı terk etmesiyle sona eren konuşmasının ardından, Türkiye dışındaki Müslümanlar pek sık tekrarlamadıkları bir şey yaptı. Altı yüz yılı aşkın bir süre yaşayıp seksen altı yıl önce ölmüş Osmanlı İmparatorluğu'nun ruhuna övgüler düzmeye başladılar. Örneğin Lübnan merkezli Dar Al Hayat Gazetesi'nde imparatorluğun tekrar kurulması, Erdoğan'ın da halife olarak bütün dünya Müslümanlarının başına geçmesi gerektiği, yazılabildi. Kahire, Tunus, Doha, Kuala Lumpur ve hatta Londra'daki Müslüman entelektüeller, Osmanlı İmparatorluğu'nun Erdoğan'ın şahsında ve Türkiye'nin kendi bölgesine ağırlık veren yeni dış politikası kanalıyla, bir zamanlar var olduğu geniş coğrafyaya geri dönme ihtimalinden umutla bahsetti. Aynı umut bugün Türkiye sınırları içinde "Yeni Osmanlıcılık" veya "Neo-Osmanlıcılık" akımı olarak adlandırılıyor. Bu akımın ele aldığı Osmanlı mirası öyle görünüyor ki geniş çaplı bir kimlik tartışmasını da ateşleyecek.

@ Dindarlık anketi...

Gallup araştırma şirketinin anketine göre dünyanın en dindar toplumu Mısır, dine önem verme konusunda bu ülkeyi Bangladeş ve Sri Lanka izliyor. Şirketin dün sonuçlarını açıkladığı, 2006, 2007 ve 2008 yıllarında 143 ülkede yaptığı “dinin önemi” konulu araştırmada yöneltilen “Din günlük yaşamınızın önemli bir parçası mı?” sorusuna Mısırlıların yüzde 100’ü, Bangladeşli ve Sri Lankalıların yüzde 99’u “evet” yanıtını verdi. İlk 10’da yer alan ve nüfusun yüzde 98’inin dinin günlük yaşamın önemli bir parçası olduğunu düşündüğü diğer ülkeler ise Endonezya, Kongo, Sierra Leone, Malawi, Senegal, Cibuti ve Fas.

Cumhuriyet'ten Seçil Türesay'ın haberine göre sonuçlar, verilen “evet” yanıtlarının yüzdelerine göre beş kategoriye ayrıldı: Orta seviyede dindar (yüzde 76-yüzde 85), bu dindarlık seviyesinden daha az dindar (yüzde 37-yüzde 69), en az dindar (yüzde 14-yüzde 36), orta seviyede dindardan daha çok dindar (yüzde 86-yüzde 93) ve en dindar (yüzde 94-100). Mısır’ın başını çektiği “en dindar”lar arasındaki 10 ülkenin Sri Lanka, Kongo ve Malawi dışında ağırlıklı olarak Müslüman nüfuslu ülkeler olduğu göze çarpıyor. 32 ülkenin yer aldığı bu kategorinin ilk 10’una dair dikkati çeken bir başka nokta da çoğunluğunun Afrika ve Asya’nın yoksul ülkeleri olması. Dini günlük yaşamlarının önemli bir parçası olarak görenlerin Türkiye’deki oranı ise yüzde 89.

Bu oran, Türkiye’yi listenin 45’inci sırasına yerleştirirken ortalamadan daha çok dindar kategorisine, başka deyişle en dindarların altındaki ikinci kategoriye sokuyor, bu kategoride 29 ülke bulunuyor. Soruları yanıtlayan Gallup yetkilisi Eric Nielsen, Türkiye’de ofisleri bulunmadığını ve yerel bir araştırma şirketinden destek aldıklarını vurgularken orta seviyede dindar sınıfına giren 32, daha az dindarlarda 28 ve en az dindar olanlar kategorisinde 22 ülkenin yer aldığını söyledi. Her ülkede 1000 kişinin verdiği yanıtlara göre en az dindar olan halk, soruya yüzde 14 oranında evet yanıtı veren Estonyalılar.

Dindarlık konusunda sıralamanın son 10 ülkesi olan diğer ülkeler ise yüzde 17’yle İsveç, yüzde 18’le Danimarka, yüzde 20’yle Norveç, yüzde 21’le Çek Cumhuriyeti, yüzde 21’le Azerbaycan, yüzde 22’yle Hong-Kong, yüzde 25’le Japonya, yüzde 25’le Fransa, yüzde 27’yle Moğolistan. Bu sıralama, dindarlığın düşük seviyede olduğu toplumların çoğunun refah seviyesi yüksek ülkeler olduğunu da gözler önüne seriyor. ABD dünya listesinde yüzde 65’lik oranla orta seviyeden daha az dindar sınıfına giriyor.

İslam devleti olan İran’daki yüzde 83’lük oranın laik bir cumhuriyet olan Türkiye’deki yüzde 89’luk orandan daha düşük olması ve İran’ın Türkiye’den bir alt kategori olan orta seviyede dindar kategorisinde yer alması da vurgu yapmaya değer bir başka istatistiki veri.

9 Şubat 2009 Pazartesi

@ Çakal Carlos: '' Türkiye yeniden süper güç olabilir''

Yakın tarihin önemli militanlarından “Çakal Carlos” olarak bilinen Ilich Ramirez Sanchez, İBDA düşüncesine yakınlığı ile bilinen BARAN Dergisi’ne konuştu. Özellikle İsrail karşıtlığı ile bilinen, Cezayir’de Fransa’ya karşı da savaşmış olan Carlos, şu an Fransa’daki Clairwaux Cezaevi’nde kalıyor. Baran Dergisi ile telefon aracılığıyla irtibat kuran Carlos, dergiye ilginç açıklamalarda bulundu.

Carlos, röportajında Türkiye’nin 1950’lerden itibaren emperyalizmin himayesine girdiğini söyledi: “Türkiye, muhteşem bir tarihi olan büyük bir ülkedir. Bildiğiniz üzere, bir süredir bu tarih ve bu kimlik karartıldı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan emperyalizminin bir maşası, bir uydusu, bir hizmetçisi olarak kullanıldı, kullanılıyor. Üstelik bu gün İsrail’in Ortadoğu’da ki en büyük müttefikidir. Bu, ilk gün den beri tatbikatta olan Sabetayist bir plandır.”

Carlos, Türkiye’nin büyük bir tarihi olduğunu anlattıktan sonra Türkiye’nin Tayip Erdoğan’ın yaptığı protestodan daha fazlasını yapabileceğini söyledi. Bu konuda orduya da çağrı yapan Carlos şunları söyledi: “Türk Ordusu, mutlaka hakiki Türkler tarafından sevk ve idare edilmelidir. Bunu o şanlı tarihlerini savunarak ve Siyonist İsrail’le olan tüm ilişkilerini keserek göstermelidir.”

Carlos, Türkiye’nin stratejik önemi konusunda da açıklamalarda bulundu. Türkiye’nin AB ve ABD ittifakından ayrılarak, Doğulu ittifaklar araması gerektiğini söyleyen Carlos, Türkiye’nin dış politikası için şu önerilerde bulundu: “Peki, Türkiye’de Amerikan üslerinin ne işi var? Bu kadarı bile vahameti anlamak için yeterli değil mi? Yunanistan’la olan meseleyi bir şekilde siyasi çözüme bağlamak kafidir ve üstelik hiç geciktirmeden NATO’dan da çıkılmalıdır. Türkiye yeniden büyük bir güç haline gelebilir. Bugün Rusya’yla geçmiştekine benzer herhangi bir ideolojik problem yoktur. Artık Rusya’da Sosyalizm yoktur, Sovyetler Birliği bir mittir. Eğer stratejik bir ittifak yapılacaksa, bu niçin Rusya olmasın? Ve Türkiye’nin kültürel ve stratejik tesir ufkunu Türkçe konuşan Müslüman Türki Cumhuriyetler üzerinden Çin sınırlarına kadar genişletin. Buna mani olan nedir? İranlılarla zaten herhangi bir problem yoktur. Ermeniler ile olan problem de aslında sembolik bir meseledir ve geçmişte ölen Ermeniler ile ilgili yapılacak jestlerle kolayca halledile bilecek bir mevzudur. Türkiye işte böylelikle bölgenin en büyük gücü olabilecektir. Türkiye’nin artık hakkını vermesi gereken tarihi rolü budur. Bugüne dek olduğu gibi, Amerikan emperyalizmi ve Siyonizm’in hizmetçisi olmak değildir bu rol, yahut Avrupa’nın ikinci sınıf ayak işlerini yapmaya koşmak değildir.”

8 Şubat 2009 Pazar

@ Konuşan karıncalar!

İngiliz bilim adamları, karıncaların yuvalarının içinde konuştuğunu ifade ediyor. İngiliz gazetelerinde yer alan habere göre, yuvaların içine minyatür mikrofon ve hoparlör yerleştiren araştırmacılar, kraliçe karıncanın işçi karıncalara yönelik sesini kaydedip tekrar çaldı.

Oxford Üniversitesi'nden Jeremy Thomas, kraliçenin sesini çaldıklarında işçi karıncaların antenleri havada ve çeneleri açık saatlerce hareketsiz savunma durumunda beklediklerini kaydetti. İngiliz bilim adamı, "En önemli keşif, değişik seslerin karınca kolonisinin değişik tepkilerine yol açması" dedi.

Araştırma Science dergisinde de yayınlandı.(AA)

7 Şubat 2009 Cumartesi

@ Blair: ''Dinin dünyaya rehberlik edeceği günler yakın!''

ABD Başkanı Barack Obama’nın tüm din ve inançlara eşit mesafede durma sözü verdiği Ulusal İbadet Kahvaltısı’nda eski Britanya Başbakanı Blair de vaiz gibi konuştu: Dinin dünyaya rehberlik edeceği günler yakın!

ABD Başkanı Barack Obama’nın selefi George W. Bush’un Evangelistleri öne çıkaran politikasının aksine bütün inançlara eşit mesafede duracağına ilişkin vaadine uygun olarak Washington’da düzenlediği geleneksel Ulusal İbadet Kahvaltısı’nda seçkin konuklar eski Britanya Başbakanı Tony Blair’den inanca dair bir vaaz dinledi. 2007’de başbakanlığı bıraktıktan sonra Katolikliğe geçen Blair, Başbakan Gordon Brown’dan rol çalıp Obama’nın elini sıkan ilk Britanyalı siyasi olurken, önceki gün Washington Hilton’daki kahvaltıda ilginç bir konuşma yaptı.

‘Babam ateist’
21. yüzyılın inanç bakımından ‘en fakir dönem’ olduğunu savunan Blair, ‘dinin yeniden dünyaya ve geleceğe rehberlik edeceği yılların yakın olduğunu’ söyledi. Dinle 10 yaşında tanıştığını belirten Blair, o anı şöyle anlattı: “O gün babam 40 yaşında kalp krizinden mustaripti. Hayatı askıdaydı. Azimli bir ateistti. Okulda öğretmenimle dua ederken önce babamın ateist olduğunu itiraf etmem gerektiğini düşündüm ve ‘Korkarım babam tanrıya inanmıyor’ dedim. Öğretmen ‘Sorun değil. Tanrı ona inanıyor. Tanrı karşılıksız sever’ diye yanıt verdi.”
Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy’un da katıldığı kahvaltıda Obama da ‘bir dini grubun başka bir dini gruba göre ayrıcalıklı olmayacağı veya laiklere karşı dini gruplara ayrıcalık yapılmayacağı’ mesajı verdi.

Bütün dinlere eşit mesafe
Obama “Neye inanmayı seçersek seçelim, nefreti temel alan hiçbir din yok” dedi. ABD başkanlarının 1953’ten beri her şubatta düzenledikleri kahvaltı geleneğini sürdüreceğini belirten Obama, tarihte dinin bölücülük için kullanıldığını belirterek, “İnancın doğası, bazı inançlarımızın asla aynı olmayacağı anlamına geliyor. Farklı kitaplarımız var. Buraya nasıl geldiğimiz ve nereye gideceğimiz konusunda farklı inançlarımız var veya hiçbir inancımız yok” dedi. Beyaz Saraya bağlı ‘İnanca Dayalı Girişim’ ofisinin adını ‘İnanca Dayalı ve Komşuluk Ortaklığı’ diye değiştiren Obama, “Ofisin amacı bir dini gruba karşı diğer dini gruba veya laik gruplara karşı dini gruplara öncelik tanımak olmayacak” dedi. Obama önceki gün başkanlık uçağı Air Force One’ı ilk kez kullandı. (Independent, aa)

6 Şubat 2009 Cuma

@ Türkiye geliyor - 2

Texas'ta 1996 yılında kurulan Stratfor özel istihbarat kuruluşunun dergisinde, derginin kurucusu George Friedman imzasıyla yer alan “Erdoğan'ın Çıkışı ve Türk Devletinin Geleceği” başlıklı yazıda, Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'ten ziyade, Peres'e daha fazla süre tanımakla suçladığı moderatör Washington Post gazetesi köşe yazarı David Ignatius'a öfkelendiği kaydedildi.

Başbakan Erdoğan'ın “Hiçbir şekilde İsrail halkını, Cumhurbaşkanı Peres'i veya Musevi halkını hedef almadım” dediği belirtilen yazıda, buna karşın uluslararası basının, Erdoğan'ın İsrail'in Gazze politikasını eleştirmesine ve salondan çıkmasına yoğunlaştığı ifade edildi.

Derginin makalesinde, Türkiye ile İsrail'in çok yakın müttefikler olduğuna dikkat çekilerek, “Bu ittifak göz önünde bulundurulursa, Gazze'de yaşanan son olaylar Erdoğan'ı zor bir duruma sokmuştur” denildi.

Türkiye'nin zorlu bir jeopolitik bölgede bulunduğu belirtilen makalede, bu konumda izlenebilecek iki yol bulunduğu, bunların “laik soyutlanma politikası” veya “İslamcı enternasyonalizm” olduğu görüşü dile getirildi.

Yazıda, “laik soyutlanma politikası” olarak adlandırılan görüş hakkında, Soğuk Savaş sırasında Türkiye'nin kuzeyden gelen Sovyet tehdidine karşı ABD ve NATO ile ittifak yaptığı, Sovyetler'in de önce Mısır, ardından Suriye ve Irak gibi ülkeleri 1950 ve 1970'lerde etkisi altına aldığı anlatıldı. Mısır'ın
Sovyet etkisi altına girmesiyle Türkiye'nin güney sınırının tehdit altına girdiği savunulan yazıda, Türkiye'nin İsrail ile ilişkisinin böylece doğduğu, iki ülkenin doğu Akdeniz'de ortak çıkarları paylaştığı kaydedildi.

“İslamcı enternasyonalizm” konusunda ise yazıda, Türkiye'nin “Müslüman güç” olarak ikinci bir bakış açısının daha bulunduğu, bu bakış açısının ise İsrail ve ABD ile ilişkileri koparacağı ileri sürüldü. Yazıda, söz konusu ilişkilerin artık eskisi kadar önemli olmadığı, İsrail'in Türkiye'nin ulusal güvenliğinin vazgeçilmez parçası olarak görülmediği ve Türkiye'nin ABD'ye dayanmaktan kurtulduğu, ABD'nin ise Türkiye'ye daha fazla ihtiyaç duyduğu tezine yer verildi.

Dergi, Türkiye'nin gücünü Müslümanları desteklemek üzere genişletebileceğini, Arnavutlar ve Boşnakları desteklerken Balkanlar'a girebileceğini, etkisini Arap rejimlerini şekillendirmek için güneye doğru uzatacağını ve Orta Asya ile zaten yakın bağlarının bulunduğunu kaydetti. Türkiye'nin en sonunda Kuzey Afrika'daki olayları etkileyen bir deniz gücüne de yoğunlaşabileceğini savunan dergi, bu “yayılmacı vizyonu” desteklemek için ordunun da güçlendirilmesinin gerektiği görüşünü dile getirdi.

Stratfor, İslam dünyasında Endonezya, Pakistan, İran ve Mısır'ın yanı sıra kendi komşularının ötesinde nüfuzunu kullanabilecek beş ülkeden biri olan Türkiye'nin dünyanın 17'inci büyük ekonomisi olarak, Suudi Arabistan dahil diğer bütün Müslüman ülkelerden daha büyük bir gayri safi yurt içi hasılaya sahip olduğunu yazdı.

TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ

“Türkiye'nin derinden bölünmüş bir toplum olduğunu söylemenin doğru olmayacağı, tam tersine anlaşmazlıkları uzlaştırmayı öğrendiği” ifade edilen yazıda, Başbakan Erdoğan'ın “Türk siyasi yelpazesinin merkezini” temsil ettiği belirtildi.

Dergi, Erdoğan'ın üç gücü dengelemesi gerektiğini belirtirken, bu güçleri, “sıkıntılara karşın sağlam ve sağlıklı kalan bir ekonomi, dış karışıklıklara aşırı derecede müdahil olmak istemeyen ve bunun özellikle de dinsel nedenlere bağlı olmasına karşı çıkan güçlü bir ordu ve Türkiye'yi İslam dünyasının bir parçası ve belki de lideri olarak görmek isteyen İslamcı hareket” olarak saydı.

“Başbakanın aynı anda hem iş dünyasını, hem orduyu, hem de dindar kesimi memnun etmeye çalıştığını” kaydeden Stratfor, “Erdoğan, Gazze'ye saldırarak bu işi daha da zorlaştıran İsrail'e çok kızdı” ifadesine yer verdi.

Dergi, “Davos'taki çıkışın İsrail ile kesin olarak yolları ayırmış görünmesine, ancak aynı zamanda gerçek bir kopma yaratmamasına imkan tanıdığını, böylece Başbakan Erdoğan'ın ince çizgisinde başarıyla yürüdüğünü” belirtti.

Bununla birlikte bölge daha karışık hale geldikçe ve Türkiye güçlendikçe, Türkiye üzerindeki jeopolitik baskının da artacağı ifade edilen makalede, “Buna bir de yayılmacı ideolojiyi, bir Türk İslamcılığını ekleyin, bölgede hemen kuvvetli yeni bir güç ortaya çıkabilir” denildi.

“Bu gücü sınırlayacak tek unsurun Rusya olduğu” belirtilen yazıda, Rusya'nın Gürcistan'a boyun eğdirip kuvvetlerini tekrar Ermenistan'daki Türk sınırına getirmesi durumunda, Türkiye'nin politikalarını Rusya'yı dengeleyecek şekilde yeniden belirleyebileceği görüşü dile getirildi. Yazıda, Rusya'nın nasıl bir dönüş yaptığına bakılmaksızın, “Türkiye'nin gücünün uzun vadede artmasının kaçınılmaz olduğu” vurgulandı.