27 Eylül 2008 Cumartesi

@ Apo'dan din açıklaması...

İmralıda tutuklu bulunan bölücübaşı Abdullah Öcalan son dönemde din konusuna kafayı taktı. Daha önce de 'Şanlıurfa'ya ilahiyat fakültesi kurulmalı" diyen Öcalan, avukatlarıyla yaptığı son görüşmede kendisinin 'din düşmanı' olarak gösterilmeye çalışıldığını ancak bunun doğru olmadığını söyledi.

Gerçek müslümanlık Hz. Muhammed'in ölümüyle sona erdi

Öcalan gerçek Müslümanlığın Hz. Muhammed'in ölümü ile sona erdiğini kaydetti. Öcalan bu konuda şunları söyledi: 'Gerçek Müslümanlık Hz. Muhammed'in ölümüyle sona ermiştir. O'nun ölümünden sonra Müslümanlık iktidara alet edilmiştir. Bilindiği gibi Muaviye ile Hz. Muhammed'in torunları arasındaki mücadele bir iktidar mücadelesidir. Muaviye, Hz. Muhammed'in torunlarını öldürdü. Hz. Hasan'ın karısını da aldı. Aslında bu İslami bir mücadele değil bir iktidar mücadelesiydi. Bundan sonra artık Gerçek Müslümanlık, Ehli-beyt kalmamıştır. Ehli-beyt dönemindeki Müslümanlık yoktur. Harem kuruyorlar, kadını sömürüyorlar, bunlar kadın düşmanıdırlar, kadını çok kötü kullanıyorlar. Bunlar dinsizdirler. Benim gerçek İslamiyet'e çok büyük saygım vardır. Benim inançlı insanlara saygım sonsuzdur. Sasonlu Mele Abdullah ile çok görüştüm. Suriye'deydi, 80 yaşındaydı. Vefat etti, mezarı da ordadır. Mele Abdullah gibi Müslümanlar, gerçek müslümandırlar.'

LAİKLİK YANLIŞ YORUMLANIYOR

'Laikiz diyorlar ancak bunlar laikliği yanlış yorumluyorlar, iktidar amaçlı kullanıyorlar. Dünyadaki seküler anlamdaki laikliği kabul ediyorum. Biz de laikiz. Laiklik bağımsız düşünmektir' diyen Öcalan "İslamcı basının" kendisi hakkındaki değerlendirmelerin önemli olduğunu belirtti. Öcalan; "İslamcı basın benim hakkımda ne diyor, bu önemlidir. AKP ve Fethullah Gülen onlar. Özellikle benim dine yaklaşımım üzerinden güya değerlendiriyorlar. Çünkü ben son savunmalarımda bu konuyu özellikle Tanrı kavramını çok daha derinlikli açtım. Benim bu değerlendirmelerimden kaynaklı kendimi yarı tanrılaştırdığımı iddia ediyorlar. Bazı çevreler benimle ilgili bir site de açmışlar herhalde. Buradan bana ilişkin değerlendirmeler yapıyorlarmış. Benim din karşıtı olduğumu iddia ediyor. Bunlar doğru değil" dedi.

26 Eylül 2008 Cuma

@ Gül, New York'ta yahudi temsilcileriyle görüştü...

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Yahudi toplumu temsilcileri ile New York'taki Türkevi'nde görüştü.
63. Birlemiş Milletler Genel Kurulu toplantılarına katılmak üzere New York'ta bulunan Cumhurbaşkanı Gül, Yahudi temsilcilerini BM Genel Merkezi'nin karşısındaki Türk evinde kabul etti. Cumhurbaşkanı Gül'ün bugün gerçekleştireceği ikili temaslar arasında Filistin lideri Mahmud Abbas da var.

25 Eylül 2008 Perşembe

@ Müslümanlar, katoliklerden daha demokrat...

17 Katolik ve Müslüman ülkede toplanan veriler, Müslüman ülkelerdeki dindarların, demokratik değerlerle 'daha rahat' bağdaştığı yönünde.

Tempo Dergisi'nin haberine göre; Avrupa'da yaygın olan görüş, dindarlığın hem kadın-erkek eşitliği, hem de demokratik değerlerle zor bağdaştığı yönünde. Malezya'daki Nottingham Üniversitesi profesörlerinden Eduard J. Bomhoff ise 2005-2007 Dünya Değerler Araştırmaları verilerine dayanarak, Müslüman toplumlarda durumun farklı olduğunu söylüyor. Bomhoff ile 9 Katolik (Arjantin, Brezilya, Şili, Kolombiya, Fransa, İtalya, Meksika, Polonya, İspanya) ve 8 Müslüman (Ürdün, Fas, Burkina Faso, Endonezya, İran, Malezya, Mali, Türkiye) ülkeyi kapsayan araştırmanın sonuçlarını konuştuk.

Bomhoff un iddiası şu düşünceye dayanıyor:"Fransa ve İspanya gibi ülkelerde, kadın-erkek eşitliği ve tam demokrasi gibi konularda 'modem' tutumlara sahip, örgütlenmiş dine karşı olan pek çok ilerici kimse var. Fakat yine bu iki ülkedeki dindar Katolikler arasında, çok tutucu tavırlara sahip ve sağlıklı bir demokrasiden ziyade güçlü bir lider fikrine yatkın kişiler de hep var oldu. Bu nedenle, Avrupalılar arasında inanmayanların inananlara göre daha 'modem' olduklarını varsayma eğilimi görülüyor. Güçlü dini inançlan olanlann ise, hem kadın-erkek eşitliği hem de demokrasiye bağlılık konusunda sorunlan bulunduğu düşünülüyor. Biz toplam ülkedeki verilere baktığımızda, Müslüman ülkelerdeki görüntünün, Katolik ülkelerden farklı olduğunu gördük."

Bu araştırma kapsamında şu dört başlık değerlendiriliyor: Müslüman ve Katolik toplumlarda kürtaja, eşcinselliğe, fuhuşa, boşanmaya, intihara, ötenaziye tolerans nasıl? Ekonomik marketin (kapitalist düzenin) ideolojileri ne kadar kabul ediliyor? Kadın-erkek eşitliği ne kadar önemli? Demokrasiye verilen değer nedir?

Bomhoff, Müslüman ve Katolik toplumlardaki dindar insanların kürtaj, eşcinsellik, fuhuş, boşanma, intihar ve ötenaziye toleransının benzer olduğunu ifade ediyor.

Ancak ekonomik marketin ideolojisinin kabulü, kadın-erkek eşitliğine yaklaşım ve demokrasiye verilen önem başlıklannda, Müslüman ve Katolik toplumlann birbirine daha az benzediğini söylüyor: "Örneğin Tann hayatınızda ne kadar önemli?' ve 'Demokratik ülkede yaşamak sizin için ne kadar önemli?' sorularına Türkiye'de verilen cevaplara bakalım. Dindar ve dindar olmayan Türkler arasında çok az bir fark var. Her iki grup da 'önemli' diyor. Bu durum diğer Müslüman ülkelerde de benzerlik gösteriyor."

@ Ahmedinejad hahamlarla buluştu...

Her fırsatta İsrail'e veryansın eden İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat, New York'ta hahamlar başkanlığındaki siyonizm karşıtı bir grup Amerikalı Yahudi ile biraraya geldi.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, siyonistlerin ilk kurbanlarının bizzat Yahudiler olduğunu söyledi. İran'ın resmi ajansı İRNA'nın haberine göre, BM Genel Kurul toplantılarına katılmak üzere ABD'de bulunan Ahmedinejad, hahamlar başkanlığındaki siyonizm karşıtı bir grup Amerikalı Yahudi ile New York'ta bir araya geldi.

Ahmedinejad, Yahudi gruba hitaben, “Peygamberlerin gerçek takipçileri birbirinin kardeşidir. Bu yüzden görüşmemiz, kardeşlerin bir araya gelmesi olarak kabul edilebilir” dedi.

Peygamberlerin öğretilerinin takip edilmesi halinde tüm savaş ve düşmanlıkların son bulacağını anlatan Ahmedinejad, “Yahudilik dininin peygamberi, Allah'ın büyük peygamberlerinden biridir. Müslümanlar ve Yahudiler yüzlerce yıl Filistin'de ve dünyanın başka yerlerinde barış ve huzur içinde birlikte yaşadı” ifadelerini kullandı.

Hahamlar, Ahmedinejat'a "ender kişilerden birisiniz"

Ahmedinejad, siyonistleri “güç ve servet peşinde olan siyasi bir grup” şeklinde tanımlayarak, “Yahudilikle hiçbir bağları yoktur. Onlar, hiçbir millet tarafından, hatta Yahudiler arasında bile kabul görmüyor. Siyonistlerin ilk kurbanları bizzat Yahudiler olmuştur. Onlar, Yahudiler adına cinayet işliyor ve Yahudiler için utanç vesilesi oluyor. İnşallah, siyonist rejim en kısa sürede ortadan kalkacak ve böylece farklı din mensupları, bütün insanlar barış ve huzur içinde yaşayacak” şeklinde konuştu.

Siyonizm karşıtı Yahudiler adına konuşan bir haham da, Ahmedinejad'a hitaben, “Yahudilerin, siyonistlerden farklı olduğunu anlayan ender kişilerden birisiniz. Onlar, kendilerine meşruiyet kazandırmak için Yahudi elbisesini giyiyor” ifadesini kullandı.

@ Darwincilerin mahalle baskısı istifa ettirdi

Türkiye'de başta başörtülü kadınlara uygulanan yasak ve dindarlara karşı getirilen bazı kamu yasaklarını tanımlayan mahalle baskısının bir benzeri İngiltere'de yaşandı.

İngiltere Kraliyet Bilim Akademisi Direktörü Michael Reiss, Yaratılış öğretisinin okullarda yanlış bir kavram olarak değil de, bir dünya görüşü olarak öğretilmesi gerektiğini söylediği için, Darwinci bilim adamlarının hışmına uğradı ve istifa etmek zorunda kaldı.

YARATILIŞ DA ÖĞRETİLSİN DEMİŞTİ
Aynı zamanda bir biyolog olan Reiss, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamayla Darwinci tezi savunanları kızdırmış ve eleştiri oklarının hedefi olmuştu. Reiss'i eleştiri oklarının hedefine koyan ise Darwinci mahalledeki dogmatik düşünce oldu. Reiss, Yaratılış öğretisinin okullarda bir dünya görüşü olarak öğretilmesi gerektiğini, öğretmenlerin bu öğretiyi yanlış olarak tanıtmamaları gerektiğini söylemişti.

DARWINCİLER SALDIRIYA GEÇTİ
Reiss'in bu açıklamalarının ardından başta Darwinci Nobel ödülü sahibi Richard Roberts ve diğer bazı Darwinci bilim adamları, Reiss'in istifa etmesi için çağrıda bulundu.

İSTİFA ETMEK ZORUNDA KALDI
Reiss'in istifa etmesi için Kraliyet Bilim Akademisi'ne baskı yapan Darwinci bilim adamları hedeflerine ulaştı ve Reiss istifa etti. Kraliyet Bilim Akademisi ise, yaptığı açıklamada, Reiss'in görüşlerini paylaşmadığını duyurdu.

KRALİYET BİLİM AKADEMİSİ KENDİSİNİ KÜÇÜK DÜŞÜRDÜ
Reiss'in Yaratılış öğretisiyle ilgili olarak söylediklerini destekleyenler de oldu. Imperial College Üniversitesi'nden Lord Winston, Kraliyet Bilim Akademisi'nin Reiss'e yönelik tavrıyla kendisini küçülttüğünü, oysa Akademi'nin Reiss'e destek vermesi gerektiğini söyledi.

24 Eylül 2008 Çarşamba

@ Yahudiler 2'ye bölündü...

BM'nin karşısında toplanan binlerce Yahudi, Ahmedinejad'ı protesto ederken, bir grup siyonizm karşıtı Yahudi ise İran liderine 'hoş geldin' dedi. Birleşmiş Milletler 63. Genel Kurul çalışmalarına katılmak üzere New York'a gelen İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Yahudileri böldü.

Binlerce Amerikalı Yahudi, İran liderini protesto ederken, 'Siyonizm karşıtı' küçük bir Hasidik Yahudi grup ise Ahmedinejad'a 'hoş geldiniz' diyen bir bülten dağıtarak, aleyhteki protesto gösterisini boykot etti. BM binasının karşısındaki Dag Hammarskjold Park'ta toplanan binlerce kişi, 'İran'ı durdurun, Ahmedinejad, ABD'ye hoş gelmedin, Askerlerimizi öldürmeyi bırakın, Ahmedinejad-Hitler' gibi pankartlar taşırken; Hasidik Yahudiler; "İsrail, tüm Yahudileri temsil etmiyor, İsrail savaş için kışkırtıyor, Judaizm'e evet, Siyonizme hayır'' pankartlarıyla dikkat çekti. Binlerce öğrencinin katıldığı protesto gösterisinde, Hasidik gruba sözlü tacizde de bulunuldu: "Kendinizden utanın, İran'a gidin, Siz Yahudi değilsiniz."

Ahmedinejad'a destek veren Neturei Karta International grubu adına açıklama yapan Haham Yisroel Dovid Weiss, şöyle konuştu: "Geçmişte İran'a birkaç kez giderek Ahmedinejad ve diğer İran cumhurbaşkanlarıyla tanışma fırsatı bulduk. Her gidişimizde medyanın histerik tavrı ve yanlış bilgilendirmiş bazı Yahudilerin açıklamalarına rağmen İran halkı ve liderleri çok dost canlısıydı. Ahmedinejad dindar bir insan; karşılıklı saygı, adalet ve barışı amaçlayan bir lider. Yahudilik, barışı arayan bir dindir. Bugün bazı Yahudiler, siyonizmin etkisiyle düşmanlarına karşı nefret ve şiddetle karşılık vermek istiyor. Ne yazık ki farklı milletleri de aynı yola sokmaya çalışıyorlar. Bizler savaşın önlenmesi için dua ediyoruz. "

BM'de dün konuşma yapan Ahmedinejad ise ABD başkan adayları John McCain ve Barack Obama ile görüşmeye hazır olduğunu söyledi.

22 Eylül 2008 Pazartesi

@ “ABD’nin krizi, Osmanlı’ya benziyor”...

Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Niall Ferguson,ABD krizini değerlendirdi:

Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Niall Ferguson, Financial Times gazetesinde yayınlanan makalesinde, ABD’nin halen yaşadığı borç sıkıntılarını, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1870 yıllarındaki krizine benzeterek uyardı. Prof. Ferguson, “Amerika için bir Osmanlı uyarısı” başlıklı makalesinde, gelecekteki tarihçilerin bu yılları, Osmanlı’nın 1870’li yıllarına benzer bir dönemeç olarak değerlendireceklerini öne sürdü. Kırım Savaşı’nın ertesinde Osmanlı İmparatorluğu ve idaresi altındaki Mısır’ın iç ve dış borçlarının büyük boyutlara ulaştığını, borç ödemelerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun bütçesinde tüm harcamaların yarıdan fazlasına tırmandığını anımsatan Ferguson, bir borç krizinin kaçınılmaz hale gelmesiyle, 1875 yılında iflasını ilan ettiğini kaydetti.

Ferguson’a göre, borç krizinin ardından, Osmanlı’da sultan tahttan çekilmiş, Osmanlı’nın, Balkanlar’daki konumuna öldürücü bir darbe vuran Rusya askeri üstünlüğü ele geçirmişti. Ancak bugünkü finansal kaymayı, doğudaki yeni ihracat ve enerji imparatorluklarının lehindeki benzer bir jeopolitik değişimin ne kadar çabuk takip edeceği, henüz belli değil. Ancak bu tarihsel benzeşme, Amerika’nın adeta bir imparatorluğu andıran Ortadoğu ve Asya’daki üs ve müttefik ağları için iyi bir işaret değil. Borçlu imparatorluklar, er ya da geç borç verenleri tatmin etmek için hisse satmaktan fazlasını yapmaya mecbur kalırlar.

21 Eylül 2008 Pazar

@ Mekke gelecekte böyle olursa...


Mekke Osmanlı şehriyken Kâbe'den yüksek bina inşa edilmesi kesinlikle yasaktı ama bugünkü hali malum. Peki ya yarın? Kâbenin yeni projesi nasıl? ... Murat Bardakçı'nın yazısı..

Bu fotoğrafa dikkatle bakın: Uzay filmlerinden kopup gelmiş hayâlî bir şehri andıran görüntünün sağ alt tarafında, diğer yandaki gökdelenlerin yanında minnacık kalan minarelerin çevrelediği alanın tam ortasında siyah bir nokta göreceksiniz.

Burası, Kâbe'dir... İslâm'ın kıblesi Kâbe-i Muazzama...

Şimdilik sadece bir maket olan bu görüntü birkaç sene sonra gerçeğe dönecek ve temellerini Hazreti İbrahim'in attığı Beytullah, yani Kâbe, gökdelen bloklarının çevrelediği devâsa bir alanın ötesinde unutulmuş, terkedilmiş ufacık bir noktaya dönüşecek.

Gazetelerde son haftalarda Mekke ile ilgili olarak çıkan haberler bilmem dikkatinizi çekti mi? Suudi yönetiminin Kâbe'nin çevresindeki binaları ve beş yıldızlı büyük otelleri yıkmaya karar verdiği ve kutsal yapının etrafının genişletileceği söyleniyor, yıkımların başladığı anlatılıyordu.

Bütün bu yıkımlar Kâbe'nin çevresini boşaltıp hacılara çok daha fazla kolaylık sağlamak için değil, Suudi Arabistan'ın hâkimi olan El-Suud ailesinin damgasını taşıyacak maketini gördüğünüz uçuk bir Mekke için yapılıyor...

Atlantis benzeri hayalî uygarlıkların bilim-kurgu yazarlarının rüyalarındaki başkentini andıracak olan bu yeni Mekke'nin siluetini gökdelen azmanı binalar çizecek, meydanlar uzay filmlerinden fırlamış mekânları andıracak ve bu garip manzaranın en ucunda da tepeden bakılan ama noktadan bile küçük kalan bir yapı bulunacak: Kâbe-i Muazzama...

Göğe yükselen ve artık gökdelen değil, "uzaydelen" denmesi gereken binalar hem otel, hem de alışveriş merkezi olacaklar; en arkadaki daha da yüksek kuleler ise, iş merkezleri!

Mekke'nin bizde, yani Türk yönetiminde olduğu yıllarda şehirde Kâbe'den yüksek bina inşa edilmesinin kesinlikle yasak olduğunu ve Beytullah'a hürmetten kaynaklanan bu yasağın 400 seneye yakın istisnasız uygulandı.

@ Danimarka'da şeriat mahkemesi...

DANİMARKA’nın Odense şehrinde Türkler ve Ortadoğuluların yoğun yerleşim bölgesi Volssmose’de şeriat mahkemesi kurulduğu öne sürüldü. Information gazetesinin haberine göre, Volssmose’de yaşayan Müslüman asıllı yabancılar mahkemelere verdikleri dava dilekçelerini geri çekmeye başladılar. Gazete haberine göre Müslüman asıllı yabancılarla ilgili davalarda cezaları imamlar belirliyor.

Odense Emniyet Müdürlüğünden polis memuru Torben Agaard, polise başvurarak suç duyurusunda bulunan ve dava açmak isteyen Müslüman yabancıların yüzde 90’ının şikayet dilekçesini birkaç gün sonra geri çektiğini belirterek "Müslümanların işledikleri suçlar veya aralarındaki anlaşmazlıklarla ilgili kararları imamlar veriyor. Bu da Danimarka hukuk sistemi için çok kötü. Çünkü suç işleyen yabancılar Danimarka mahkemelerinde, bizim yasalarımıza göre cezalandırılmamış oluyorlar. Müslümanlar arasında sorunların çözümü için, para, tehdit, şiddet ve değişik cezalar uygulanıyor. Polisin görevini yerine getirmesi ise engellenerek paralel bir toplum yaratılıyor" dedi.

Bölgede imamlık yapan Ortadoğulu Abu Bashar, sorunların büyük bir kısmının imamlar tarafından çözüldüğünü doğrulayarak "Aile içinde eşler arasında, çocuklarla veya komşuyla bir sorun yaşandığı zaman bize başvuruluyor, biz de taraflar arasında sorunu çözüyoruz" dedi.

@ Türkiye’de dini özgürlük kısıtlandı...

ABD’nin hazırladığı Dini Özgürlükler Raporu’nda, Türkiye’de ‘laik devleti’ korumak için İslami ve diğer dini gruplara kısıtlamalar uygulandığı belirtildi. Raporda, Müslüman olmayanlara karşı baskı yapıldığı ve özgürlüklerinin de kısıtlandığı savunuldu.


ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan yıllık Uluslararası Dini Özgürlükler raporunun Türkiye bölümünde, raporun kapsadığı dönemde (1 Temmuz 2007-30 Haziran 2008 ) yer alan konuya ilişkin siyasi gelişmeler arasında, AK Parti hakkında açılan kapatma davasına ve üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kaldırılması konusunda TBMM’de kabul edilen Anayasa değişikliğinin, daha sonra Anayasa Mahkemesi’nde iptal edilmesine işaret edildi.

Haberin devamı

Raporun Türkiye bölümünde şöyle denildi: “Anayasa, dinin özgür olmasını öngörüyor ve diğer yasalar ve politikalar da, genellikle özgür ibadete katkı sağladı. Ancak laik devletin bütünlüğüne ve varlığına ilişkin Anayasa hükümleri, bu hakları sınırlıyor. Devlet, genellikle dini özgürlüklerin uygulanmasına saygı gösterdi, ancak ‘laik devleti’ koruma gerekçesiyle İslami ve diğer dini gruplara bazı kısıtlamalar uyguluyor ve devlet kuruluşlarında ve üniversitelerde İslami ifade biçimine önemli sınırlamalar tatbik ediyor”.

DİNİ AZINLIKLAR ZORLUKLARLA KARŞILAŞTI
Rapora şöyle devam edildi: “Bu raporun kapsadığı dönemde devletin, dini özgürlüklere gösterdiği saygının statüsünde değişiklik olmadı. Şubat 2008’de Parlamento, üniversitelerde başörtü takılmasını engelleyen yasağın kaldırılmasına yönelik Anayasa değişikliklerini kabul etti. Ancak 5 Haziran 2008’de Anayasa Mahkemesi, üniversitelerde başörtü takılmasına izin vermeyi amaçlayan bu değişikliklerin, devletin laik yapısını ihlal ettiğine ve dolayısıyla Anayasa’ya karşı olduğuna hükmetti. Yetkililer, devlet dairelerinde ve kamu okullarında İslami başörtüsünün takılmasına ilişkin geniş yasağı uygulamaya devam etti. Devlet ‘İslami aşırılıklara’ karşı çıkmaya devam etti. Dini azınlıklar, inançlarından dolayı kamu kurumlarında meslek edinmelerinin fiilen engellendiğini dile getirdi. Dini azınlık grupları, ibadet ve eğitim konularında da zorluklarla karşılaştı”.

MÜSLÜMAN OLMAYANLARA BASKI
Raporda ayrıca şu ifadelere de yer verildi: “Dini eğilim, inanç ve ve ibadete ilişkin toplumsal baskı ve ayrımcılık haberleri basında yer aldı. Raporun kapsadığı dönemde, Müslüman olmayanlara yönelik şiddet dolu saldırılar ve devam eden tehditler, bir baskı atmosferine yol açtı ve Müslüman olmayan bazı grupların özgürlüğünü azalttı. Birçok Hıristiyan, Bahai ve Müslüman, toplumsal kuşku ve güvensizlikle karşılaştı ve daha radikal İslami unsurlar, Yahudi karşıtı duyguları dile getirmeye devam etti. Ayrıca İslam’dan başka dinlere geçmek isteyen kişiler, bazen yakınlarından ve komşularından gelen sosyal tacize ve şiddete uğradı”.

ORDUYA GÖRE KÖKTENDİNCİLİK TEHDİT
Raporun bir sonraki bölümünde “ordu, yargı ve bürokrasinin diğer branşlarındaki laik grupların, İslami köktendincilik olarak gördükleri duruma karşı kampanya düzenlediği” ifadesi kullanılarak, “Milli Güvenlik Kurulu ve Genelkurmay, kategorik olarak dini köktendinciliği kamu güvenliğine tehdit olarak değerlendiriyor” denildi.

KAPATMA DAVASI KARARI RAPORA GİRMEDİ
Mart 2008’de Yargıtay Başsavcısı’nin, AK Parti hakkında “laikliğe karşı faaliyetlerin merkezi haline geldiği” gerekçesiyle kapatma talebinde bulunduğu hatırlatılarak, konuya ilişkin Anayasa maddesi anlatıldı. Rapor, 1 Temmuz 2007-30 Haziran 2008 tarihleri arasındaki dönemi kapsadığından, Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti’yi kapatmama yönündeki kararına raporda yer verilmedi.

Türkiye’nin 70 milyonu aşan nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu kaydedildi. Lozan Antlaşması’na göre Rum Ortodoks Hristiyanların, Ermeni Ortodoks Hristiyanların ve Yahudilerin, resmi azınlık olarak tanımlandığına işaret edildi.

Bazı Alevilerin, kendilerine karşı ayırımcılık yapıldığını savunduklarına raporda yer verildi.

HEYBELİADA RUHBAN OKULU
Raporda “ekümenik” olarak tanımlanan İstanbul’daki Rum Patrikhanesi’nin, Heybeliada’daki ruhban okulunun açılması yönündeki çabalarını sürdürdüğü belirtildi.

Düzenlenen basın toplantısında da, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası dini özgürlüklerden sorumlu yetkilisi büyükelçi John Hanford, Heybeliada Ruhban Okulu’na ilişkin bir soru üzerine, “bu konuları gündeme getirdik ve getirmeye devam ediyoruz. Ben, bunu kişisel olarak Washington’da Türk büyükelçisiyle görüştüm. ABD’nin Ankara büyükelçiliği de, Türk hükümetine, bu konulara cevap vermesi, Heybeliada ruhban okulunun açılmasına izin verilmesi ve genelde dini özgürlüğün ilerletilmesi gerektiğini dile getiriyor. Sanırım biliyorsunuz, Başkan Bush da, bu konuyu Başbakan Erdoğan ile gündeme getirdi” dedi.

Hanford, “Türk hükümetinin, Heybeliada ruhban okulunun açılacağına ilişkin defalarca söz verdiğini” ileri sürdü, ancak bunun henüz gerçekleşmediğini söyledi.

Büyükelçi Hanford, Türk hükümetinin, Fener Patrikhanesi’ni, dünya Ortodoks Hristiyan toplumunun lideri ve “ekümenik” olarak tanımakta isteksiz davrandığını ifade etti.

DİĞER ÜLKELERDEKİ DURUM
Dini Özgürlükler raporunda dünyada Burma, Çin, Eritre, İran, Kuzey Kore, Suudi Arabistan, Sudan ve Özbekistan, özellikle kaygı duyulan ülkeler olarak gösterildi.

Bu konudaki gelişmelerin özellikle izlendiği ülkeler, bu devletlerin yanı sıra Afganistan, Cezayir, Küba, Mısır, Hindistan, Endonezya, Irak, İsrail, Laos, Malezya, Pakistan, Rusya, Sri Lanka, Türkmenistan, Venezuela ve Vietnam olarak sayıldı.

20 Eylül 2008 Cumartesi

@ PEW anketinin Türkiye sonuçları...

PEW küresel eğilimler anketinin Türkiye sonuçları yayınlandı. Anket 1003 kişiyle yüz yüze olarak 31 Mart - 21 Nisan tarihleri arasında yapıldı. Sonuçlar, Türk toplumda son 4 yılda ortaya çıkan değişimleri gösteriyor. İşte yankı uyardırıcak tespitler..

Türkiye en dindar ülkeler sıralamasında Endonezya, Tanzanya, Ürdün, Pakistan, Nijerya ve Mısır'ın ardından 7. sırada. "Hayatımda dinin çok önemli yeri ve önemi var" diyenlerin oranı yüzde 94. Yüzde 84'lük bir kesim "din hayatımda çok önemli yere sahip" diyor. 18-39 yaş arası Türkler'in yüzde 83'ü, 40-59 yaş arası Türkler'in yüzde 84'ü, 60 yaş üzeri Türkler'in yüzde 88'i din çok önemli diyor. Türk kadınlarının yüzde 87'si, Türk erkeklerinin yüzde 81'i "din çok önemli" görüşüne sahip.

Türkiye'de halkın yüzde 34'ü 5 vakit namaz kılıyor. Günde 1 kez dua edenlerin oranı yüzde 8. Sadece Cuma namazına gidenler yüzde 10. Hiç ibadet etmeyenler yüzde 20. Ramazan'ın tamamında oruç tutan Türkler'in oranı yüzde 20. Çoğunda tutanlar yüzde 60. Birkaç gün tutanlar yüzde 9. Hiç tutmayanlar yüzde 9.

Türkiye'de İslami radikalleşme hakkında kaygı duyanların oranı yüzde 41. "Çok kaygı duyuyorum" diyenler yüzde 22. Suudi Arabistan hakkında olumlu görüşe sahip olanların oranı yüzde 36. Çin için yüzde 24, Pakistan için yüzde 36, İran için yüzde 24, Hindistan içinse yüzde 27...

Hıristiyanlar hakkında olumsuz görüşe sahip olanların oranı yüzde 74. Olumlu görüşe sahip olanlar yüzde 10. Hıristiyanlar hakkında olumsuz görüş bildirenler arasında en dramatik yükseliş Türkiye'de. 2004 yılında bu oran yüzde 52'ydi. Son 4 yıl içinde Türkiye'de Hıristiyanlara ve Yahudiler'e yönelik bakış olumsuz yönde büyük artış gösterdi. Yahudiler'e karşı olumsuz görüş besleyen Türkler'in oranı yüzde 76. Bu oran 2004 yılında yüzde 49'du. 2 yıl önce ise yüzde 65'ti. Olumlu görüş bildirenlerin oranı ise yüzde 7. Türkiye, Mısır, Ürdün ve Lübnan'ın ardından dördüncü. 50 yaşın altındaki Türkler arasında Yahudiler hakkında olumsuz görüşleri olanların oranı yüzde 77. 50 yaşın üzerindekilerde de yüzde 75. Müslümanlar hakkında olumsuz görüşe sahip olan Türkler'in oranı sadece yüzde 9.

Pew'ün yorumuna göre "dünyanın en laik ülkesi" Fransa. Fransızların sadece yüzde 10'u dinin hayatlarında çok önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Yüzde 60'ı ise hiç dua etmediklerini söylüyor.

Türkler kendi ülkelerinde modernleşmeyi savunanlarla radikaller arasında çatışma olduğunu düşünen uluslararasında açık ara birinci sırada.
Geçtiğimiz yıl bu çatışmanın var olduğunu düşünen Türkler'in oranı yüzde 52'yken bu oran rekor artışla yüzde 68'e yükseldi.
Bu mücadelenin içinde olup kendini modernleşmecilerle özdeşleştirenlerin oranı yüzde 40. Radikallerden görenlerin oranı yüzde 13.

Teröre destek veren Türkler'in oranı yüzde 3. Türkiye ankette teröre en az destek veren ülke. Türkler'in yüzde 83'ü intihar saldırılarını onaylamıyor. 2003 yılında Türkiye'de Usame Bin Ladin'e destek yüzde 15'ken, bu rakam yüzde 3'e kadar gerilemiş durumda. Türkiye'de Hamas'ın destek oranı yüzde 6. Hizbullah'ınki ise yüzde 3. Müslüman ülkeler arasında en düşük destek oranları Türkiye'de.

ABD için Türk halkının sadece yüzde 12'si olumlu düşünüyor.. Amerikan karşıtlığında yine birinciyiz. Amerika Türkiye'deki demokrasiye karşı diye düşünenlerin oranı yüzde 62. Anketteki en yüksek oran.

17 Eylül 2008 Çarşamba

@ CERN'deki deney ve Big Bang

İsviçre’deki Avrupa Nükleer Araştırma Kurumu CERN’de geçen hafta başlatılan ve dünyada epey yankı uyandıran deney, kuşkusuz önemli. Ama tüm evreni var etmiş olan Big Bang’in (Büyük Patlama’nın) yanında, bu minik “tekrar”ının esamesi bile okunmaz. Ve, hazır söz açılmışken, Big Bang hakkında bir şeyler dememek de olmaz.
Bilim dünyasına 1930’lı yıllarda girdi Big Bang teorisi. İsim babası ise, aslında bu lafı teoriyle alay etmek için ortaya atan İngiliz astronom Fred Hoyle idi. Hoyle, bir ateist ve materyalist (maddeci) idi. İnandığı felsefe, evrenin bir “başlangıç anı”na sahip olmamasını gerektiriyordu. Çünkü ilahi dinlere göre Allah “ezeli ve ebedi”dir; materyalizme göre ise madde.

Ama Hoyle’un sevmediği Big Bang, üstüste gelen destekleyici verilerle sonunda fizik dünyasında “hakim teori” oldu. Hala da öyle. Bu teori uyarınca, içinde var olduğumuz evren, 15 ila 17 milyar yıl önce bir “patlama” ile “yokluk”tan var hale geldi. Sadece madde değil, zaman da “sıfır”dan başladı.

Peki Big Bang’den önce ne vardı? Bu soruya bilimin verebileceği bir cevap yok, çünkü bilimin gücü sadece fiziksel dünyayı incelemeye yetiyor. Onun “ötesi”ne eli ulaşamıyor. Ancak bu, söz konusu soruyu anlamsız kılmıyor. Aksine, bununla birlikte, bilim, fizik ötesine (metafiziğe) bir kapı açmış oluyor. Bu yüzden Big Bang’den yola çıkan pek çok fizikçinin “yaratılış” kavramına ve Allah’ın varlığına ulaştığı bir sır değil.

Ancak Big Bang’in ateizmi zora sokan ve teizmi (Allah inancını) güçlendiren yönü, “önce ne vardı” sorusuyla sınırlı değil. Daha da garip bir şey var bu patlamada: Patlama sonrasında ortaya çıkan evrenin “düzenliliği”.

Bunu anlamak için önce Big Bang’den bugünkü evrene varan sürece değinmek gerek. Fizikçilere göre bu patlama sonrasında ortaya çıkan ilk “şeyler”, “atom altı parçacıklar”dı. Yani o ilk anlarında, evren atomdan çok daha küçük parçacıklardan ibaretti ki, buna “radyasyon” da diyebilirsiniz.

Garip olan şu: Başta sadece radyasyondan ibaret olan madde, nasıl oldu da “organize olup” atomu oluşturdu? Oluşan ilk atom olan hidrojen, sonra nasıl oldu da helyumu, oksijeni, karbonu ve giderek demir gibi ağır elementleri meydana getirdi?

Bu çok önemli, çünkü eğer evren radyasyondan ibaret kalsaydı, bırakın katı cisimleri, gazlar bile var olmaz, yıldızlar, gezegenler, taşlar, topraklar hiç bir şekilde oluşamazdı. Siz ve ben de asla var olamazdık.

Kuşkusuz başlangıçtaki radyasyonun katı maddeye doğru bir “evrim” geçirmesi, “büyü”yle olmadı. Evrenin yine ilk anlarında ortaya çıkan “dört temel kuvvet”in üçü (güçlü nükleer, zayıf nükleer ve elektromanyetik kuvvet), atom altı parçacıkları atomlara dönüştürdü. (Dördüncü kuvvet olan yerçekimi, çok sonra devreye girecekti.)

Şimdi, bakın, burada meselenin püf noktasına gelmiş bulunuyoruz. Ve bu da, 1970’lerde, Cambridge Üniversitesi’nden teorik astrofizikçi Brandon Carter’ın sorusuyla doğdu: Evreni düzenleyen bu “temel kuvvetler”in şiddeti biraz daha farklı olsaydı, ne olurdu? Bu soru üzerine hesaplara girişen Carter ve diğer bilim adamları vardıkları sonuçlara epey şaşırdılar. Çünkü fark ettiler ki evrenin “temel kuvvetleri”nin herhangi birisi biraz bile farklı bir değerde olsaydı, atom oluşmayacak ve “radyasyon” sonsuza kadar hüküm sürecekti.

Hesaplar ilerledikçe pek çok fizikçi evrende bir “İnsancı İlke” (Anthropic Principle) olduğu, yani evrenin fiziksel kanunlarının, insan yaşamına izin verecek bir “hassas ayar” (fine tuning) ile belirlendiği kanısına vardı. Bilim yazarları Augros ve Stancui şöyle diyordu: “Kopernik’in gösterdiği gibi, evrenin fiziksel merkezinde değiliz. Ama galiba evrenin AMACININ merkezindeyiz.”

Bu amacı kimin belirlediğini soran pek çok fizikçi de, buradan “Yaratıcı”ya varmakta zorlanmıyor.

@ ‘İslamofobi insanlık suçu ilan edilmeli!..’

Hristiyan Zapatero, Müslüman Erdoğan ve Musevi Hahambaşı Haleva iftarda buluştu

BaŞbakan Tayyip Erdoğan, İspanya Başbakanı Jose Lois Zapatero ile birlikte AKP İstanbul İl Başkanlığı’nın düzenlediği iftar yemeğine katıldı. Wow Otel’de 3 bin 500 davetlinin katılımıyla gerçekleştirilen iftarda konuşan Başbakan Erdoğan, Medeniyetler İttifakı’nın önemine vurgu yaparak, Batı ülkelerinde baş gösteren ’İslamofobi’yi eleştirdi. Erdoğan, ’İslamofobi’nin de antisemitizm gibi insanlık suçu ilan edilmesi gerektiğini söyledi.

Evrensel kandil yakıldı

Türkiye’nin medeniyetler arasında kültürel ve siyasi bir köprü olduğunu belirten Erdoğan, “Bugün bir oruç akşamı İstanbul’da yeni bir mahya yazmak, yeni bir meşale tutuşturmak için buradayız. Evrensel insanlık sevgisi, adalet, barış adına buradayız. Hepinize yaktığınız bu kandil için teşekkür ediyorum. Medeniyetler İttifakı için İstanbul bu akşam burada Madrid’le birleşmiş durumda. Muazzam bir ilham kaynağı olarak farklı dinlerin temsilcileri burada. Dünyanın pek çok şehirlerinin içinden bir nehir geçer ama İstanbul’un içinden bir deniz geçer” dedi

İftarda şiir de okudu

Konuşmasında Yahya Kemal’in “Endülüs’te Raks” adlı şiirini de okuyan Erdoğan, insanlığın savaş ve şiddetten yorgun düştüğünü ifade etti. Erdoğan, “Bunun için ülkemizi irademizi zorlamazsak yarınki, nesillere daha az acı dolu bir dünya bırakabiliriz” dedi. Medeniyetin bir güç gösterisi ya da güçlü olanın haklı karşısındaki üstünlük iddiası olmadığını belirten Erdoğan, “Hakikatin temeli güç, silah ve para olamaz” dedi. Erdoğan, insanlığın derin bunalımını aşmak için büyük adımlar atılmaya mecbur olunduğunu ifade ederek, “Zira unutmayalım ki, barış ve adaleti sağlamak savaştan daha büyük bir cesaret istiyor. İki Akdeniz ülkesi olan Türkiye ve İspanya tarihin yüklediği bu görevi yerine getirmektedir” dedi. İftara, AKP’-lilerin yanısıra iş, sanat ve spor çevrelerinden davetliler katıldı.

@ İngiltere Osmanlı modelini deniyor...


Can Dündar'ın Milliyet'teki makalesi:

İngiltere, çağımızın en ilginç deneylerinden birine kalkıştı. Türkiye’de lafı bile dudakları uçuklatan bir şeyi sınıyorlar:
Çokhukukluluğu...
Sunday Times, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı 5 büyük kentte şeriat mahkemeleri kurulduğunu duyurdu.
Londra, Birmingham, Bradford, Manshester ve Warwickshire’da kurulan (Glasgow ve Edinburgh’da da kurulacak olan) şeriat mahkemeleri, boşanma, aile içi şiddet, mali anlaşmazlıklar gibi sosyal konularda karar yetkisine sahip olacak. Kararlar, ancak Bölge Mahkemesi ve Yüksek Mahkeme’nin onayıyla yürürlüğe girebilecek; davalı ve davacının ortak rızasıyla uygulanabilecek.
* * *
Tartışmayı 77 milyon Anglikanın lideri, Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams başlatmıştı. Şubat ayında, İngiltere’de yaşayan Müslüman kadınlara peçe yasağı getirilmesini eleştirirken, “Hükümet dini semboller konusunda karar vermemeli. Bunu Çin denedi, başarısız oldu. Dini kısıtlamalar İngiliz toplumunu yanlış bir laiklik anlayışına sürüklüyor” demişti.
Williams’a göre, İngiltere’nin bazı yurttaşları kendilerini İngiliz hukuk sistemine bağlı hissetmiyorlardı. O halde Müslümanlar “kültüre bağlılık” ile “devlete bağlılık” gibi iki keskin alternatif arasında seçime zorlanmamalı, ailevi ve mali meselelerde isterlerse şeriat kanunlarını uygulayabilmeliydiler.
“Bu, onların kendilerini İngiliz toplumunun bir parçası hissetmeleri için elzem”di.
* * *
İlk söylendiğinde kıyamet koparan bu sözler, şimdi uygulamaya konuyor.
Uygulamayı eleştirenler, bunun ülkede resmi hukuka paralel ikinci bir hukuk sistemi doğuracağından kaygılanıyorlar.
Kararı savunanlar ise, şeriat hukukunun İngiltere’deki Müslüman toplumda zaten Şeriat Mahkemesi adıyla faaliyet gösteren yapılar bulunduğunu, son uygulamayla bu yapıların resmi denetim altına alınmış olacağını belirtiyorlar.
* * *
Tartışması yıllara yayılacak bıçak sırtı bir konu bu...
Ama asıl ilginci, gelinen noktanın, Osmanlı’nın hukuk sistemine yakın bir görünüm arz etmesi...
Osmanlı’da da “millet sistemi” çerçevesinde “gayrimüslim cemaatlerde kamu alanına sıçramayan hukuki-cezai durumlarda karar alma, uygulama, denetleme yetkisi ruhani başkanlara bırakılmıştı.”
Murat Belge bunun gerekçesini şöyle izah eder (“Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür”, Bilgi Üniversitesi Y., 2005):
“Devletin dini olan İslam, tebaa içinde büyük sayıda insanın dini olmayınca hem bu farklı dinlere hoşgörü sağlayan, hem de pratik düzeyde adaleti garanti altına alan bir İslam anlayışı ve somut politikası zorunlu oluyordu.”
Tanzimat’la gelen şey, o güne dek “hoşgörü” çerçevesinde göz yumulan bu uygulamanın dış baskıyla hukuki güvence altına alınmasıdır. Ama bununla “mevcut teokratik devlet ilkesinden de bir kopuş başlamıştır.” (Bülent Tanör, “Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri”, YKY, 1998)
* * *
Şimdi İngiltere, bugüne dek “hoşgörü çerçevesinde göz yumulan” bir uygulamayı, biraz da “iç baskıyla” hukuki güvence altına alıyor.
Bu, Başpiskopos Williams’ın umduğu gibi, Müslüman göçmenlerin kendilerini İngiliz toplumunun bir parçası gibi görmelerine mi hizmet edecek, yoksa laik hukuktan bir kopuşun başlangıcı mı olacak?
Bu sorunun cevabı, insanlığın 21. yüzyılını belirleyecek kadar önemli...

@ Osmanlı geri dönüyor...

Birleşik Arap Emirlikleri gazetesi Haliç'te yayınlanan yazıda, ''Türkiye'nin yumuşak güce dayalı olan çok boyutlu dış politikası, ‘Yeni Osmanlıcılık’ denilebilecek bir yöntemle nüfuz alanı genişletmeyi amaçlıyor'' şeklinde belirtiliyor.

Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan’a yaptığı ziyaret birçok ilkle dolu olduğu için gerçekten şaşırtıcıydı. Zira ziyaret bir Türk cumhurbaşkanının bağımsız Ermenistan’a yaptığı ilk ziyaretti. İki ülke ilk kez, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915-1923 arasındaki çöküşüne eşlik eden şiddetin bıraktığı 90 yıllık acı düşmanlıkları aştı.
Bu yıllar arasında 1,5 milyon Ermeni ve yüz binlerce Türk öldürülmüştü. İki ülkenin devlet başkanları ilk kez bu ziyarette, aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek için ortak ‘siyasi iradenin’ var olduğundan söz etti. Oysa geçmişte hâkim olan tek irade nefret ve şiddetti.
Bu durum doğal olarak taraflar arasındaki konuların pürüzsüz bir biçimde yürüyeceği anlamına gelmez.
Zira aşırılıkçı Ermeni ve Türk milliyetçiler dünyaya ayağa kaldıracak ve hiç oturmayacaklardır. Erivan Ankara’dan, 20. yüzyıl başlarında yaşananların Ermenilere yönelik ‘soykırım’ olduğunu resmen itiraf etmesini istemeyi sürdürecektir. Bunun yanı sıra Ermeni çoğunluğa sahip Dağlık Karabağ üzerine yaşanan anlaşmazlıklar da şiddetini koruyor.

Bölgesel süpergüç olmak hedefleniyor
Ne var ki duvarda bir gedik açıldı. Bu gediğin Türklerin ve Ermenilerin karşılıklı çıkar alışverişinde bulunduğu açık sınırlar haline gelecek şekilde genişlemesi mümkün. Özellikle de Gül’ün Kafkasya Platformu kurulması önerisi ışığında...
Türk başarısı sadece Ermenistan’la sınırlı değil. Aksine, iktidardaki AKP’nin yapılandırdığı ve Türkiye’nin Osmanlı’yı ‘yumuşak güç’le (ekonomik cazibe, demokrasi ve çoğulculuk) yeniden inşa etmeyi hedefleyen projesi ‘yeni Osmanlıcılık’ stratejisinin nihai olarak yerleştirilmesini sağlayacak.
Türk strateji uzmanı Ömer Taşpınar’a göre yeni Osmanlıcılığın üç ayağı var. İlki, Türkiye’nin içeride ve dışarıda İslami ve Osmanlı mirasıyla uzlaşmaya hazır olmasında temsil ediliyor. Yeni Osmanlıcılık Türkiye’de İslami yönetim veya dışarıda Türk emperyalizmi
çağrısı yapmıyor. Aksine, içeride daha az sert ve dış politikada daha etkin bir laiklik çağrısını yapıyor. İkinci ayaksa, büyüklük ve kendine güven duygusu. Zira yeni Osmanlıcılık
Türkiye’ye bölgesel bir süpergüç olarak bakıyor. Stratejik ve kültürel tasavvuru Osmanlı ve Bizans imparatorluklarının coğrafik boyutlarını yansıtıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin
kendisinin merkez olacağı büyük bölgede epey etkin bir rol oynaması gerekiyor.

Herkes için kabul edilir değil
Üçüncü etkense, İslam dünyasına olduğu oranda Batı’ya açılmak. Ermenistan’a yönelik açılım, bu yeni Osmanlı stratejisi bağlamında gerçekleşti. Tıpkı yeni Türkiye’nin Müslüman Arap Ortadoğu’ya açılması gibi...
Bu proje istekli bir Türk milliyetçiliği projesi olsa da gerçekçi. Peki kimin açısından gerçekçi? ‘Yeni Osmanlıcılığın’ hedeflerinden kuşkulanan ve bütün eğilimlerini reddeden Atatürk generalleri açısından değil. Bu nedenle cumhurbaşkanını Erivan’da gördüklerinde hayrete düşüyorlar. Fakat bu şaşkınlığın daha olumsuz komplikasyonları olacağı kesin.

@ Ünlü evrimcinin sitesini Adnan Oktar kapattırdı...

Ünlü evrimci yazar Prof. Richard Dawkins’in sitesini Adnan Oktar’ın kapattırdığı öğrenildi.
Ünlü evrim teorisyeni Prof. Richard Dawkins’in internet sitesi, Adnan Oktar’ın şahsı ve ‘Atlas of Creation’ kitabı hakkında kişilik haklarını ihlâl eder nitelikteki yazılar nedeniyle Şişli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararıyla tedbiren kapatıldı.

Oktar’ın ayrıca ihtiyati tedbir kararından sonra sitenin hazırlayıcısı aleyhine Kadıköy Asliye Hukuk Mahkemeleri nezdinde 8 bin YTL’lik manevi tazminat davası açtığı belirtiliyor. Oxford Üniversitesi profesörlerinden biyolog, düşünür, dünyada ve Türkiye’de büyük ses getirip en çok satanlar listelerinde yer alan Tanrı Yanılgısı’nın da aralarında bulunduğu kitapların yazarı Prof. Richard Dawkins’in sitesine Türkiye’den erişim mahkeme kararıyla engellenmişti. Ancak internet kullanıcılarının YouTube gibi site kapatmalarında alışkın oldukları şekilde, sitenin hangi mahkemenin kararıyla kapatıldığına ilişkin bir bilgiye yer verilmemişti.

“Gen Bencildir”, “Kör Saatçi” ve “Tanrı Yanılgısı” gibi kitapları Türkiye’de de yayımlanan, bazı kitapları TÜBİTAK tarafından Türkçe’ye çevrilen Richard Dawkins’in “Tanrı Yanılgısı” adlı kitabının Türkiye yayıncısı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” suçunu işlediği iddiasıyla yargılanmış ve beraat etmişti.

Ünlü evrimcinin sitesine yasak

Sitesi Şişli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 03/09/2008 tarih ve 2008/199 sayılı kararıyla, Adnan Oktar’ın şahsı ve onun “Atlas of Creation” adlı kitabı hakkında kişilik haklarını ihlal eder nitelikteki yazılar nedeniyle tedbiren kapatıldı.

16 Eylül 2008 Salı

@ İngiltere'ye şeriat geldi...

İngiltere'de Müslümanların yoğun olarak yaşadığı beş büyük kentte şeriat mahkemelerinin oluşturulduğu açıklandı.

Sunday Times'ın konuyla ilgili haberinde, İslami yasaların İngiltere'de uygulanmaya başladığı duyurulurken, mahkemelerin sadece hükümet tarafından onaylanan şeriat yargıçlarınca kurulabileceğine ve kararlarının da bölge mahkemeleri ile Yüksek Mahkeme'nin onayıyla yürürlüğe girebileceğine dikkat çekildi.

Buna göre başkent Londra başta olmak üzere, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı Birmingham, Bradford, Manchester, Warwickshire'da bölge mahkemelerinin bünyesinde hizmet verecek olan şeriat mahkemeleri, boşanma, aile içi şiddet, mali anlaşmazlıklar gibi sosyal konularda söz söyleme hakkına sahip olacak.

BU BİR İLK
Kararları bölge mahkemesi ve Yüksek Mahkeme'nin onayıyla geçerli sayılacak olan şeriat mahkemeleri, bir ilki oluşturuyor.

Times, şeriat mahkemelerinin sisteme resmen konulmasının ardında, Müslüman toplumlar arasında daha önce de yapılan uygulamanın resmi denetime tabi tutulması arzusunun bulunduğunu yazdı. Gazete, daha önce şeriat mahkemeleri adıyla halk arasında faaliyet gösteren yapıların aldığı kararların resmi hukukta hiçbir yeri bulunmadığını hatırlattı.

Şeriat mahkemelerinin kararlarının uygulanması için Müslüman davalı ve davacının her ikisinin de rızasının gerektiği kaydedildi.

2 MAHKEME DAHA KURULACAK
Gelecek dönemde Glasgow ve Edinburgh'da iki şeriat mahkemesinin daha kurulmasının düşünüldüğünü belirten The Sunday Times, uygulamanın başlatılmasıyla ilgili ilk önerinin bundan 7 ay önce Anglikan Kilisesi lideri Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams tarafından ortaya atıldığını da hatırlattı.

LORD DESTEKLEDİ
Bu görüşe ilk destek verenlerden biri de İngiltere'de Adalet Bakanlığı müsteşarı yetkileriyle donatılmış olan Lord Phillips oldu. Phillips, şeriat hükümlerinin medeni hukukla ilgili konularda ve mali anlaşmazlıkların çözümünde kullanılmasının mümkün olduğunu belirtmişti.

Bu arada İngiltere'de aralarında muhalefetin de bulunduğu bazı çevreler ise şeriat mahkemelerinin kurulmasının ülkede hukuk sistemine paralel ikinci bir hukuk sisteminin doğmasına neden olabileceğine dair endişelerini dile
getiriyor.

13 Eylül 2008 Cumartesi

@ John McCain ve yahudi ekibi...

Kongre öncesi anketlere itibar edilecekse şayet, McCain'in son yirmi yıldır herhangi bir Cumhuriyetçi adayın aldığından çok daha fazla yahudi oyu aldığı görülüyor. Bu durumun muhtemel pek çok açıklaması vardır belki ancak en önemli etken, kampanyasını Yahudi Cumhuriyetçiler ve ılımlı yahudilerle birlikte sürdürmüş olmasıdır.

Broxmeyer, McCain'in seçim kampanyasının önde gelen sponsorlarındandı ama o aynı zamanda JINSA başkanı. McCain seçim kampanyasına destek olan Fred Zeidman, JINSA yönetim kurulu üyesi; Eric Cantor ise danışman kurulu üyesi.

McCain, Jeo Lieberman'la birlikte 2006 yılında JINSA tarafından ödüllendirilmişti.

Mark Broxmeyer: İsrail Şahini

Broxmeyer kongreye katıldığında yüzü anımsanmayabilir ama Yahudi Cumhuriyetçi kodamanlar sesinden tanıyacaklardır onu. Broxmeyer, McCain seçim kampanyasının en büyük sponsorlarından biri ve aynı zamanda bağlantı noktası: Yerel liderleri telefonla arayan, faaliyetleri örgütleyen ve insanları zinde olmaya teşvik eden bir kişi.

New York Long Island'da gayri menkul yatırımcısı olan Mark Broxmeyer, gayri menkul çıkarlarını koruma gâyesiyle siyasete bulaştı ve bu, daha ziyade yerel düzeyde söz konusu oldu. Ancak iki başkan adayına daha destek vermişti. Biri başarılı oldu (G.W.Bush) diğeri ise olamadı (Steve Forbes).

Washington çevresinde, İsrail taraftarı şahin bir grubun, JINSA'nın başkanı olarak tanınır.

JINSA 1976 yılında Yahudi cemaati liderleri tarafından kuruldu. Savunma bakanlığı çevresiyle yakın bağlar tesis etti ve Richard Perle gibi neocon düşünürlere ev sahipliği yapan bir merkez oldu. Broxmeyer, JINSA'daki rolünün seçim kampanyasındaki rolünden ayrı olduğunu vurguluyor. Ancak McCain'in, kendisinin önceliklerini paylaştığını ve ona verdiği desteğin bu ruhtan kaynaklandığını söylemişti.

Jewish Daily Forward'a "bana göre o bir Amerikan kahramanı. Ulusal güvenlik meselesinde benimle benzer görüşü paylaşıyor" demişti.

Joe Lieberman: Demokratlardan Cumhuriyetçilere

Joe Lieberman hakkında söylenmemiş ne kaldı? Sekiz yıl önce kahraman bir yahudiydi. Büyük bir partiden ilk yahudi başkan yardımcısı adayıydı ve pek çok Amerikalı yahudi gibi sağlam bir Demokrat'tı. Fakat John MacCain için aylarca sürdürdüğü hatiplik görevinin ardından ödül olarak Minneapolis'teki kongre açılışında baş köşede oturacak.

McCain'in aday olmasında Lieberman'dan daha fazla sorumluluk sahibi kimse yoktur herhalde. Lieberman, New England gazeteleriyle birlikte McCain'in adaylığına geçen Aralıkta sürpriz bir şekilde destek vererek McCain'in can çekişen seçim kampanyasına hayat vermiş ve New Hampshire önseçimlerinde zafer kazanmasını sağlamıştı.

Geçen Aralıkta McCain'i desteklemesinden bu yana kampanyanın yahudi cemaati nezdindeki vekilliğini de icra eti. Bu rolün kendine mahsus tehlikeleri vardı: Her ne kadar Lieberman'ın yardımcıları anketlerin doğruluğuna meydan okusalar da Lieberman şimdi Barack Obama'dan daha az popüler.

Lieberman hiçbir zaman geleneksel bir demokrat olmadı. Senato'ya ilk kez 1988'de girdi. İlk dönemin ikinci yılında The New York Times şöyle yazmıştı: "Demokratlara oy verir, Cumhuriyetçi bir tınısı vardır ve her iki partiyi de canından bezdirir."

Demokratlar arasında pek revaçta olmayan Birinci ve de İkinci Körfez savaşlarına tam destek verdi. Florida Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Kenneth Wald, bir yahudi siyasi kahraman olarak Lieberman'ın 2000 yılında giydiği gömleğin ona tam olarak uymadığı görüşünde. "İnsanların, sevdikleri anlamlar çıkarmaya çalıştığı sembollerden biri olmuştu; bu yıl Obama'da olduğu gibi. Ama insanlar toplumun geri kalanından daha muhafazakâr olan onun hakkında ne var ne yok öğrenmek için bir anlamda geçmişe baktılar."

Lieberman'ın McCain'le arkadaşlığı yeni değil. Her ikisi de 20 yıldır Senatodalar ve 10 yıldır Munih Güvenlik Konferansına birlikte seyahat ediyorlar.

2002'deki iklim değişikliği yasasına birlikte destek verdiler ve yasa tasarısı yeniden yazıldığı için 2007'de yeni bir destekçi daha kazandılar: Senatör Barack Obama. McCain ve Lieberman'ın yakın yardımcıları her ikisinin dost olduğunu söylüyorlar. Hatta her ikisi Marshall Wittmann adlı aynı sözcüyü paylaşıyorlar.

Marshall Wittmann: Maverick Wordsmith

Joe Lieberman, Cumhuriyetçi Kongrede âşina olmadık arazide bulunuyor olabilir ama kendini neredeyse evinde hisseden basın sözcüsü Marshall Wittmann için söz konusu değil bu.

Wittmann, tahmin edileceği üzere, Washington'un siyaset tayfı boyunca tahmin edilemez sarsıntılardan geçerek yükseldi kariyerinde. Geçmişte Troçkist olduğunu itiraf eden Wittmann radikal bir siyonist ve sendikacıdır; baba G.Bush yönetiminde çalıştıktan sonra yahudi olmasına rağmen 1990'ların ortalarında Hıristiyan koalisyonuna geçti. Dediğine göre ailesi bu durumdan hoşnut olmadı.

Her iki kanadın düşünce kuruluşlarında çalıştı: 2002'de McCain'in basın sözcüsü oldu; 2004'te ayrılarak John Kerry'i destekledi ve Demokratik Liderlik Konseyi'nin merkez solu için çalıştı. Lieberman 2006 yılında bağımsız aday olarak Senato seçimlerinden başarıyla çıkınca onun basın sözcüsü oldu - öyle bir hamleydi ki Kongredeki Demokratları sarsmış ve parti toplantısındaki potansiyel köstebeklere karşı tetikte olmaya sevketmişti.

Önceleri Washington'da kendisinden en çok altıntı yapılan bilgeydi Wittman; o, bu hikaye hakkında hiç yorum yapmıyor artık fakat iki siyasi kahramanın, McCain ve Lieberman'ın son başkanlık seçimlerinde bir araya gelmiş olmalarından dolayı memnun olsa gerektir. Wittmann'ın her ikisinin basın sözcülüğünü yapması ve işi kabul ederek gösterdiği nihâi fedâkarlık her ikisine karşı beslediği sevginin işaretiydi: Artık ismiyle alıntı yapılmaz oldu.

Fred Zeidman: Bush'un eski destekçisi

Minneapolis'deki Cumhuriyetçi Kongre'de yapılan konuşmalar, kokteyl saatleri ve akşam yemeklerinde yapılan toplantıların yanısıra McCain kampanyasının Yahudilere uzana eli National Jewish Outreach başkanı Fred Zeidman, diğer Cumhuriyetçi Yahudileri arayıp buluyor ve bir mesaj veriyor: Yalnız değilsiniz.

"Kongrelerde uğruna çabaladığımız ve yaptığımız şeylerden birisi, daha önce üye olmamış yahudileri tespit etmektir. Şimdi yalnızca bir minyan [10 kişiden oluşan cemaat] kurmakla kalmayıp bizim gibi daha çoklarının olduğunu ve Cumhuriyetçi Yahudiler olmakla hasım bir sahada bulunmadıklarını bilmelerini istiyoruz" demişti.

Zeidman, bu kampanyada yalnız geçen zamanları var. Ocak 2007'de McCain'e destek verdiğinde McCain'in kendisini Cumhuriyetçi başkan adayı olarak mevzilendirdiğinin bir diğer işareti olarak anlaşılmıştı. Zeidman, McCain'in tam da ihtiyaç duyduğu bir mâli kaynak ve Cumhuriyetçi yahudi siyasetinin ileri gelen bir şahsiyetiydi.

G.W.Bush'un 2004 yılındaki seçim kampanyasında Zediman'la birlikte çalışan Jeff Ballabon "Fred, Cumhuriyetçi yahudi çevrelerin üst tabakasıdır" demişti.

2007'nin ortalarına gelindiğinde ise McCain kampanyasının parası tükendi ve Zeidman'ın 2006 yılından beri çalışmakta olan oğlu dâhil kampanya çalışanlarının çoğu işten çıkartıldılar. Baba Zeidman, buna rağmen sadâkatinin bocalamadığını söylüyor.

"Teksas'ta – Yidce'de meşhur bir deyiş değildir – sizi kim getirdiyse dans etmeyi onunla öğretirler. John McCain'in yanına geri gidecek ve o yarışmadan çekilene dek destek vermeyi sürdüreceğim diye karar vermiştim."

Zeidman, McCain'in her daim vefalı bir destekçisi değildi. 2000 yılında Cumhuriyetçi önseçimlerde McCain'e karşı G.W.Bush'u desteklemişti. Teksas'ın küçük bir kasabasından büyüyen Zeidman'ın Bush'la karşılaşması 1970'lerin başlarında her ikisinin genç ve bekar olduğu ve Houston'da yaşadıkları zamana gidiyor. Zeidman, Bush'u ilk kez Teksas valisi adayı olduğunda desteklemişti ve o günden bu yana her seçimde destekledi. Ancak Zeidman, 2000 önseçimleri sırasında McCain'den etkilendiğini ve o tarihten sonra McCain'i tanımaya çalıştığını ve nihayet onun destekçisi olduğunu söylüyor.

Eric Cantor: Yükselen yıldız?

Eric Cantor tek kelimeyle vefalı bir Cumhuriyetçidir; Denver'deki Demokrat kongrede baş rolde oynadı ve McCain hesabına bir haftayı Demokratları ateş altında tutmakla geçirdi – güvenilir bir hempa olduğunu işaretiydi bu.

Ancak Cumhuriyetçi Kongre'de konuşmacı listesinde Cantor'un adı geçmedi. Basın toplantılarında geçen zor zamanların karşılığında böyle olması, iki şeyden birine işaret eder: Ya fişi çekildi ya da terfi edecek.

45 yaşındaki Cantor, Cumhuriyetçi Parti liderliğinin yükselen bir yıldızı olarak anılmaktaydı ve bu yılın seçim kampanyasında göze çarpan bir rolü vardı. McCain'in başkan yardımcısı kim olacak soruları sorulduğunda onun da adı geçiyordu.

Cantor, McCain kampanyasında yahudilerden destek toplayan National Jewish Outreach programının eşbaşkanıydı Cantor'un ulusal siyasette yükseldiği en yüksek noktaydı ve çokları nihayet vaktinin geldiği işareti saymışlardı bunu.

@ Bilimciler yaratılışı tartışıyor...

İngiltere'de bilim dünyasının en prestijli derneği Royal Society'nin yani Kraliyet Akademisi'nin eğitim sorumlusuna göre, evet.

Profesör Michael Reiss'ın bu sözleri ülkede büyük yankı uyandırdı.

Örneğin öğretmenler sendikası hemen bir açıklama yaparak "Yaradılış teorisi bir bilim değil, bir inançtır. Dolayısıyla da yeri fen dersi değil, din dersidir" dedi.

Biz de Profesör Michael Reiss kendisine neden böyle düşündüğünü sorduğumuzda şu yanıtı verdi:

"Kraliyet Akademisi, türlerin soyu ve evrenin tarihi konularının okullarda gerçekten çok iyi bir şekilde öğretilmesini istiyor. Amacımız, çocukların bilime ilgi göstermesi. Sorun şu: Sınıftaki bir ya da birkaç öğrenci, "Ben bunlara inanmıyorum; Kuran'da ya da İncil'de yazanlara harfiyen inanıyorum" derse, fen öğretmeni ne yapacak? Biz de diyoruz ki: Bu konuyu onlarla tartışsınlar. İngiltere'de asıl sorun, öğrencilerin fen derslerinden sıkılması. Onlar için gerçekten tartışmalı olan konuları gündeme getirirsek, bu sağlıklı bir yaklaşım olur."

Profesör Reiss, bunları 20 yıllık biyoloji eğitmenliği sırasında edindiği deneyimlere dayanarak söylediğini belirtiyor.

Reiss'a göre bugün İngiltere'de her 10 öğrenciden biri, okula yaradılışa inanarak geliyor.

Ve bu çocuklara "Siz yanlış biliyorsunuz, bunlar hurafe" gibi bir tavırla yaklaşmak, yalnızca onları uzaklaştırmaya yarıyor; sonuçta evrim teorisinin ne olduğunu HİÇ öğrenemiyorlar, çünkü dinlemiyorlar....

Bilim dünyasında Profesör Reiss'ı destekleyen birkaç isim oldu; onlar "Evrime eşit değerde bir teori olarak anlatmamak kaydıyla olabilir, farklı görüş olarak derslere konabilir" diyorlar.

Ama çoğunluk karşı çıkıyor.

Örneğin Oxford Brookes Üniversitesi'nden biyolog Doktor Simon Underdown, " Bence, tabii, yaradılışın okullarda bir yeri var. O yer de kesinlikle din eğitimi dersidir. Fen derslerinde yaradılış gibi inançlara fazla yer ayırmaya başlarsak, (ki hemen belirteyim, evrim teorisinin yaradılış teorisi karşısında korkacak hiçbir şeyi yoktur), o zaman şunu düşünmemiz lazım: Fen dersinde buna zamanımız var mı? " diye konuştu.

Diğer bilim adamları da bilimi tamamen reddeden yaradılış teorisinin, bilime ayrılmış bir derste yeri olamayacağını söylüyor.

Profesör Reiss'a medyadan da eleştiriler geliyor.

Örneğin Times gazetesi, bugünkü başyazılarından birinde "Evrim teorisi, bir diğer teoriyle dengelenecek bir dogma değil, pekçok şeyi açıklama gücüne sahip bir teoridir" diye yazdı.

Bir biyolog ve bilim eğitimci olmanın yanısıra, Anglikan Kilisesi'nde papaz olan Profesör Reiss ise, kendisini şöyle savunuyor:

"Benım savunduğum şey şu: Derste öğrenciler tarafından, gerçekten gündeme getirilirse tartışılsın. Ayrıca, öğrencilerin okula devamının mecburi olduğu 11 yıl boyunca, fen derslerinde yeterince zaman buluna-bileceğini düşünüyorum. Ben kesinlikle, "Evrim ile yaradılışa eşit zaman ayrılsın" gibi birşey söylemiyorum."

İngiltere'de yaradılış konusu, ders kitaplarında yer almıyor.

Ayrıca eğitim bakanlığının öğretmenler için yayımladığı kılavuzda da, "Öğrenciler gündeme getirmedikçe, öğretmenlerin yaradılış konusunu fen dersinde açmamaları" isteniyor.

Ancak öğrenciler sorarsa ne yapmaları gerektiği, açıkça belirtilmiyor.

@ Atlas'ın, Fransa'daki etkileri...

Fransa'da dün "tarih tersine dönüyor'' dedirten bir gelişme yaşandı. Avrupa'da laikliği en katı yorumuyla uygulayan ve bu nedenle özellikle son bir asırda sürekli Katolik Kilisesi'nin hedefinde yer alan Fransa, artık Vatikan'ın katı laiklik karşıtı mücadelesine en büyük desteği veriyor.

Katolik aleminin dini lideri Papa 16. Benedict'i Elysee Sarayı'nda kabul eden Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, din-devlet ayrımı konusunda ülkesinde tartışmalara yol açan çıkışını sürdürerek "olumlu bir laiklik" istediğini söyledi.

Dün, Elysee Sarayı'na davet edilen 700 civarında entelektüel, siyasetçi, sanatçı ve din temsilcileri önünde Papa ile birlikte bir konuşma yapan Sarkozy, dinlerden "yoksun kalmanın delilik olacağını" belirterek, "bu yüzden saygı gösteren, bir araya getiren, diyalog kuran; dışlamayan ve ayıplamayan bir laikliğe davet ettiğini" ifade etti. "Maneviyat arayışının demokrasi için bir tehlike olmadığını" ve "demokrasinin dinlerle diyalog kurmasının meşru olduğunu" vurgulayan Fransız lider, ortaya attığı "pozitif laiklik" anlayaşını, "Açık bir laiklik, diyaloğa ve hoşgörüye davet. Bir şans, bir nefes, kamu tartışmasına verilen ek bir boyut." ifadeleriyle nitelendirdi. Papa 16. Benedict de Sarkozy'e destek vererek, "laikliğin önemi ve gerçek anlamı hakkında yeni bir düşüncenin gerekli hale geldiğini" söyledi. Konuşmasında, dinlerin toplumlara yapabileceği katkıya vurgu yapan Papa, Fransa'daki laik cepheyi teskin etmek için "din ve devlet arasındaki ayrım üzerinde durmanın" önemine işaret etti. Papa, Paris'e gelirken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada da, "inancın siyaset, politikanın da din olmadığını" belirtmiş; fakat "bu iki alanın birbirine açık olması gerektiğini" söyledi. Katoliklerin ruhani lideri, tarihi referanslarla Fransızlara Hıristiyan köklerini hatırlatırken, Nicolas Sarkozy ise, "Hıristiyan köklerimizi üstleniyoruz." dedi. Papa, Fransa ile Katolik Kilisesi arasında "geçmişte var olan kuşkuların, serinkanlı ve olumlu bir diyaloğa dönüştüğünü" ifade etti. Ortaçağda "Kilisenin büyük kızı" olarak nitelendirilen Fransa, Fransız İhtilali ile başlayan laikleşme sürecinde Kilise'ye karşı çetin bir mücadeleye girişmişti. Üçüncü Cumhuriyet döneminde kızışan bu mücadele, laik ve dindar şeklinde "iki Fransa'nın savaşı" olarak adlandırılıyor. Öte yandan Papa'nın ziyareti, Sarkozy'nin daha önceki laiklik çıkışlarıyla gelişen din-devlet ilişkileri tartışmasını yeniden gündeme taşıdı. Bazı laik ve sol eğilimli kuruluşlar, Papa'nın "kamu parasıyla" ağırlanmasına tepki göstererek Sarkozy'yi laikliği ihlal etmekle suçladı. Sosyalist Parti senatörü Jean-Luc Melenchon, Le Monde gazetesinde yayınladığı makalesinde, Sarkozy ve 16. Benedict'in, Amerikalı Prof. Samuel Huntington'ın "medeniyetler çatışması" tezi çizgisinde yer aldığını savunarak, "Papa ve Sarkozy'nin Fransız toplumunu kurumsal olarak yeniden dinileştirme ortak stratejisi olduğunu" iddia etti. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, daha önce Roma ve Riyad'da dile getirdiği "Laiklik Fransa'yı Hıristiyan köklerinden koparamaz.", "Değerlerin aktarımında ve iyi ile kötünün ayrımının öğretilmesinde eğitimci hiçbir zaman papazın yerini alamaz.", "Tanrı ise esirleştirmez, hür kılar." gibi ifadeleriyle ülkesinde sert tartışmalara yol açmıştı. Dün, Fransa'daki Müslümanların temsilcileriyle de bir araya gelen Papa, pazartesi günü bu ülkeden ayrılacak.

11 Eylül 2008 Perşembe

@ Uzayda yaşayabilen canlı...

Bilimadamları uzay boşluğunda dondurucu soğuk ve öldürücü ultraviyole ışınları nedeniyle hiçbir canlının yaşayamayacağını ileri sürüyordu.

Ancak bir kurtçuk bilimadamlarını şaşırttı. Ayı kurtçuğu adlı bir canlı uzay boşluğunda 10 gün boyunca yaşamayı başardı. Kurtçuklar 10 gün sonunda tekrar dünya ortamına taşındığında, yaşamaya ve yeniden üremeye devam ettiler.

Current Biology adlı bilim dergisinde yer alan habere göre 1 milimetre büyüklüğünde olan kurtçukların uzay boşluğunda yaşamayı başarması bilimadamlarını şaşkına çevirdi. Uzmanlar kurtçukların bunu nasıl başardığını bulmaya çalışıyor ancak olay gizemini koruyor. Bu kurtçuklar dünyada nemli bölgelerde ve denizde üreyebiliyor. Kurtçukların başka bir türü de karada yaşamayı başardı.

10 Eylül 2008 Çarşamba

@ Ergenekon O İncil’in Peşinde...

Hakkari’de bir mağarada bulunan Aramice yazılmış “Barnabas İncili” ve Ergenekon örgütü...

Zaman Gazetesi yazarı Aydoğan Vatandaş’ın Apokrifal adlı kitabı, Hakkari’de 1981’de bir mağarada bulunan Aramice dilindeki “Barnabas İncili” ve “dinler tarihini değiştirecek” nitelikte olan bu kitabın Ergenekon’la bağını anlatıyor.

Hikaye, nüshaların Aramice uzmanı Prof. Dr. Hamza Hocagil’e ulaşmasıyla başlıyor. Hocagil, nüshaların Barnabas İncili’ne ait olduğunu fark ediyor ve 2 yıl jandarma karargahında gizlenip, sonra Özel Harp Dairesi’ne geçtiğini öğreniyor. İddiaya göre Barnabas İncili, Hz. Muhammed’den bahsediyor ve Vatikan’ın kabul ettiği dört İncil’in değiştirildiğini ortaya koyuyordu. İşte kitaptaki iddialardan bazıları:

Hocagil’in birlikte çalıştığı İsak Rabin’in torunu Viktoria Rabin, Barnabas İncil’ini okuyunca Müslüman oluyor. Bir Etiyopyalı tarafından öldürülen Rabin, Vatikan’ın nüshaları 350 bin euroya alma isteğine karşı çıkıyor. Yunanistan’da bir yayınevine satılan İncil’i tercüme etmemesi için İsrail’in Hocagil’i tehdit ettiği, ancak Veli Küçük’ün özel kaleminin tercüme için Hocagil’le anlaştığı da bir başka iddia. Kitapta Küçük-Hüsnü Özyeğin ilişkisine de değinilerek İncil’in Özyeğin’in bankasını sattığı ve Yunan Kilisesi’nin de ortağı olan NGB’ye verildiğini ima ediyor.

ADALI’YI ÇATLI MI ÖLDÜRDÜ

Rahip Edip Savcı’nın kaçırılmasına da bu İncil’in neden olduğu düşünülüyor. Nüshaları incelemek için Midyat’a giden Hocagil’in de askerlerce alıkonulduğunu ileri süren Vatandaş, bunun arkasında Ergenekon’un olduğunu ima ediyor. 1996’da Aziz Barnabas’ın Kıbrıs’taki mezarının soyulmasını araştıran gazeteci Kutlu Adalı’nın o tarihlerde Kıbrıs’a giden Abdullah Çatlı tarafından öldürülmüş olabileceği de kitapta yer alan önemli iddialardan.

8 Eylül 2008 Pazartesi

@ Dua iyileştirir mi?

Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'nun, Hürriyet Gazetesindeki makalesi:

Akıl ve beden arasındaki ilişkiyi araştıran Harvard’lı Dr. Herbert Benson, bu amaçla bütün dinleri ve inançları incelemiş, özelikle zihnin bedeni nasıl etkilediğini anlayabilmek için uzun süreli araştırmalar yapmıştır. Dr. Benson "Dua etmek, iyi insan olma yolculuğunda başvurulabilecek en ucuz ve en etkili ilaçtır" diyor.

Harvard’lı bilim adamı Dr. Herbert Benson, uzun süredir ilgiyle izlediğim bir doktor. Bunun nedeni, Dr. Benson’un "akıl-beden ilişkisine" en çok kafa patlatan akademisyenlerden olması. Bu konuda yüzlerce araştırması, Harvard Tıp Fakültesi gibi önemli bir kurumda dünyaca ünlü bir kürsüsü vardır. Dr. Benson, "bütün dua biçimlerinin stresi yatıştırdığını, bedeni sakinleştirdiğini ve iyileşmeye yardımcı bir gevşeme tepkisi uyandırdığını" söylüyor.

Dua etmenin bağışıklık sistemini güçlendirdiği, kan basıncını dengelediği, kalp atışını düzenlediği, stres yönetimini kolaylaştırıp, depresyonu engellediği yönünde de gözlemler var. Dua etmek yalnız hastalıkları önlemiyor. İyileşmeyi de kolaylaştırıyor. Dua edenlerin daha hoşgörülü, daha iyimser insanlar oldukları biliniyor. Bunun nedeni olarak da onların "yüce amaçlı bir inanca ve daha büyük resimlere odaklanmaları" yani "detaylardan, lüzumsuzluklardan uzak kalmaları" gösteriliyor.

Okinowa’lı kadın

Üç yıl önce sevgili Sebati Karakurt ile yaptığımız Okinowa ziyaretinde görüp konuştuğumuz çoğu insanın her fırsatta dua ettiğini izlemek bizi şaşırtmıştı. Çünkü Okinowa sakinlerinin çok büyük bir kısmı, herhangi bir dini inanca sahip değildi. Çok az bir kısmı Budist veya Hıristiyandı. Onların oranı da yüzde 5-10’u geçmiyordu. Mihmandarlığımızı yapan orta yaşlı hanımefendinin de herhangi bir dine mensubiyeti yoktu. Ama nerede bir güzel ağaç görse, nehir dağ ya da güzel bir manzarayla karşılaşsa hemen iki elini birleştirip ağız ve burun hizasına dayıyor, gözlerini kapatarak bir şeyler mırıldanıyordu. Bir süre sonra neye ve nasıl dua ettiğini öğrenmek istediğimizde bize belki de hayatımızın en önemli derslerinden birini verdi.

Ona göre "dua etmek, sahip olduğunuz nimetlere teşekkür etmekten" başka bir şey değildi. Bunun için bir dine mensup olmak, bir dini ibadet mekánına gitmek gerekmiyordu. Dua etmek sadece teşekkürü değil dileklerimizi de içermeliydi. Bu dileklerin içine istediğinizi koyabilirdiniz. Dua bir bağlantı aracı, bir rahatlama yöntemi, huzur içinde geçirilen bir zaman dilimiydi. İnansanız da inanmasanız da her insanın zihni dua etmekle daha çok güçleniyordu.

Okinowalı kadına göre "dua ederken mutlaka yazılı bazı metinleri okumanız ya da ezberden tekrar etmeniz" de gerekmiyordu. Huzura, mutluluğa, baht açıklığına, aile-toplum bütünlüğüne şükretmek bile dua yerine geçebiliyordu. Ve ona göre dualar iyi şeyleri tekrar tekrar hatırlamanızın en kolay yoluydu.

Mayo Klinik ne diyor

Mayo Klinik uzmanları da "İster sizi tabiata bağlayacak araç olarak kullanın veya ister toplumsal kurumlara olan inancınızın aracısı olarak faydalanın, duanın gücünden mutlaka yararlanın" diyor. "İster dua edin, ister meditasyon yapın. Güçlü manevi duygularınızın varlığı sizi besleyecektir. Esnekliğinizi arttıracak, yaşamınızda oluşabilecek değişimler ile mücadele gücünüzü yükseltecektir. Kendinize başka bir duygu ile bakmanızı sağlayacaktır. En karanlık anlarınızda keder yerine inancı seçmenize yardımcı olacaktır. Özellikle kaos ve kriz zamanlarında düzen duygusu ve dinginlik getirecektir." Bu cümle de Mayo Klinik uzmanları tarafından hazırlanan "Sağlıklı Yaşlanma" kitabından alındı.

Şükretmeyi bilmek

Ruhsal iyileşmenin içini sadece dua ile de doldurmanız da mümkün değildir. Ruhsal bir iyileşme yolculuğuna çıktığınız zaman "şükran duyabilmeyi" de öğrenmeniz gerekiyor. Karnınızın doyduğuna, iyi bir uyku uyuduğunuza, güzel bir manzaraya baktığınıza, sağlığınıza, (etrafınızdaki) dostluk ağınıza, cebinizdeki (az veya çok) paranıza ve daha birçok şeye şükretmeniz her zaman elinizde. Şükrettikçe hayatınızın daha derin anlamlar kazandığını, üstünüzden şimdiye kadar hiç farkına varmadığınız binlerce tonluk ağırlığın kalktığını fark ederseniz sakın şaşırmayın. Şükretmek, en az yürümek, yüzmek, merdiven çıkmak veya kolesterolünü, şekerini, tansiyonunu kontrol altında tutmak kadar hayatı iyileştiren bir faktördür.

7 Eylül 2008 Pazar

@ Allah'ın Mütekebbir sıfatı...

Pasifik'te bu kez "kasırga mevsimi" bir başka. Meteoroloji uzmanları bile bu kadar peşpeşe gelen kasırgaları endişeyle izliyor. Önce Fay kasırgası, ardından Gustav, ardından Hanna vurdu. Şimdi de Ike ve Josephine geliyor.

Gustav kasırgası yüzünden 2 milyon Floridalı, kıyı bölgesini terke etmişti. Bundan 4 yıl önce Katrina kasrıgasının vurduğu New Orleans kenti de Gustav yüzünden bir kez daha tahliye edilmişti.

Hanna kasırgası ise en çok Haiti'yi vurdu. Ölü sayısı 137'ye yükseldi. Haiti İçişleri Bakanlığı ile sivil savunma departmanından yapılan açıklamalarda, Hanna kasırgasında can kayıplarının yüzde 80'inin Gonaives kentinde meydana geldiği belirtildi.

Koca kent artık yaşanmaz halde. Kasırganın adeta yuttuğu kentte, suların çekilmesinden sonra da yaşamın mümkün olmayacağı, yeniden yapılanmanın gerekli olacağı belirtiliyor. Üstelik yeni oluşan Ike kasırgasının da yine bu kesimde etkili olması bekleniyor. Ike'ın 4. derecede bir kasırga haline geleceği de tahmin ediliyor.

Allah her an, her yerde ve her olayda büyüklüğünü ve kudretini açıkça gösterir. Birkaç saniye süren bir depremle bir kent haritadan silinebilir. O'nun azabıyla hareket eden yer, gök, rüzgar ve yağmur uğradıkları şehre görülmemiş bir helak getirebilirler. Kuşkusuz Allah Mütekebbirdir. O'nun gücü ve kudreti karşısında, yeryüzünde büyüklenebilecek kimse yoktur; O, önünde secde edilecek tek makamdır.

6 Eylül 2008 Cumartesi

@ Laiklik neden istenmiyor?

Yaman Törüner'in Milliyet Gazetesindek yazısıdır:

Musevilerin “Vaat Edilmiş Topraklar”a yerleşmesiyle, kutsal kitaplarda bahsedildiği gibi, İsa’nın yeniden dünyaya döneceği ve dünyanın sonunun geleceği inancına, 19. yüzyıl başlarından beri Musevilerin bir bölümü inanıyor. Walter Russell Mead’a (WRM) göre, halen, Hıristiyan Amerikalıların yüzde 7’sinin de bu inancı paylaştığı tahmin ediliyor. Amerikan nüfusunun yüzde 7’si demek, Amerika’da yaşayan toplam Musevi sayısının 4 katı nüfus anlamına geliyor.
Bu görüşe inananlar, Kudüs’ün başkent olmasını ve tüm “Vaat Edilmiş Topraklar”ın İsrail’e katılmasını istiyor. Bilindiği gibi, bu sınırlar, Irak’taki Kürt bölgesini ve ülkemizin Güneydoğu bölgesini de kapsıyor. Ancak, WRM, Foreign Affairs’in (Dış Politika) ağustos sayısında, bu inanca sahip olanların azınlıkta kaldıklarını düşünüyor.
Amerikan başkanlarından Franklin ve Roosevelt, Hıristiyan-Musevi idi. Roosevelt, daha 1918’deki bir makalesinde, Kudüs’ün başkent olacağı bir bölgede İsrail devletinin kurulması gerektiğini yazmıştı. Martin Luther King de sık sık Amerika’nın İsrail’i koruması gerektiğini dile getiriyordu. 6 Gün Savaşı’na kadar, İsrail’e mutlak destek verilmesi fikri Demokratlar arasında yaygınken, savaş sonrasında, Cumhuriyetçilerin desteği artmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yapılan mezalim, Amerikalılar arasında Musevilere karşı duyulan sempatinin başlangıcı oldu. Amerika’daki siyahlar da bir zamanlar kendilerine yapılan mezalimin bir yansıması olarak Musevileri desteklediler.

Soğuk savaş sonrası
Stalin de bir Siyonist idi. Mayıs 1947’deki Yalta Konferansı’nın ardından, Sovyetler Birliği’nin, Birleşmiş Milletler açıklamasını beklemeden İsrail devletinin kurulmasını kabul etmesi bu nedenle oldu. Soğuk Savaş sonrası, Amerikan Evanjelistleri arasında, İsrail’i destekleyen Hıristiyanlar olarak bilinen Jaksonianlar, İsrail’in en büyük düşmanı olarak, Irak ve İran’ı gördüler.
Önceleri, Ortadoğu’da yaşayan Hıristiyanlar ve görevli misyonerler, bu bölgedeki laik hareketlerin, kendi durumlarını güçlendirdiği görüşünde idiler. Ancak, Soğuk Savaş sonrası, İsrail devletine karşı direnişin, bu bölgedeki laik-milliyetçi kesimden, özellikle Irak, İran ve Suriye’deki laik-Alevi-Şiilerden geldiği görüşü kuvvetlendi. Türkiye’de de, laiklik karşıtı ve “Ilımlı İslam” temalı hareketlerin desteklenmesinin ardında da bu düşünce yatıyor.
Musevilerin desteklenmesi olgusu, sadece Amerika’ya has bir davranış biçimi değil. Tarihte, Osmanlı devleti de Musevi toplumuna ciddi destekler vermişti.
Türkiye için diretilen “Ilımlı İslam” görüşünün temelinde bu eğilimler var. Ancak, WRM’nin de belirttiği gibi, son tahlilde Amerikan dış politikası, Amerikan halkının çoğunluğunun görüşü doğrultusunda biçimlendirilir.

5 Eylül 2008 Cuma

@ Vazgeçilmez Türkiye!

Ankara'nın uluslararası arenadaki artan rolünü ele alan bir makale yayınlayan Fransız Le Figaro gazetesi, Türkiye'nin, "çevresinde yaşananlarla vazgeçilmez bir ülke haline gelmeye başladığını" yazdı. İran, Irak, Kafkasya ve NATO-Avrupa Birliği ilişkileri gibi çok sayıda önemli dosyada Türklerin "merkezî bir rol" üstlendiğine işaret eden Le Figaro, "Türkiye'nin her tarafta talep edildiğine" dikkat çekti. Gazetenin dış haberlerden sorumlu yayın yönetmeni yardımcısı Pierre Rousselin tarafından kaleme alınan "Vazgeçilmez Türkiye" başlıklı editoryal makalede, dün Şam'da gerçekleşen 4'lü zirvenin "Türkiye'nin merkezîliğini" ortaya koyduğu ifade ediliyor. Son olarak Gürcistan'daki krizin Türk diplomasisine çok sayıda çatışmanın var olduğu Kafkaslar'da "merkezî bir rol" biçtiğini dile getiren Rousselin, bugün Kafkaslar'la ilgili bir uluslararası konferansın Türkiye'siz düzenlenemeyeceğini ileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Erivan'a gerçekleştireceği ziyaretin Türkiye'nin bölgede daha etkin olma yönündeki kararlılığını gösterdiği belirtilen makalede "Türkiye, Karadeniz'in bekçisi. Çanakkale'de ve Boğazlar'da bütün kilitler elinde. Etkisi, Ukrayna'ya kadar hissediliyor." deniyor. Avrupalıların, Kremlin'le yaşanan krizden zararsız bir şekilde çıkabilmek için Türklerle "el ele çalışmaları" gerektiğini yazan Le Figaro yazarı, makalesini "Türk ve Fransız diplomasisinin ilgilendiği çok sayıda bölgesel olay, Türkiye'nin AB üyeliği konusunda iki ülke arasında yaşanan ikili krizin tamamen aşılması için bir fırsat sunuyor. Bu şans kaçırılmaz." mesajıyla bitiriyor.

2 Eylül 2008 Salı

@ Holistik Evren Tasarımı

Türkiye Post'dan Kemal Çiftçi'nin köşe yazısı:

Amerikalı fizik ve matematik uzmanı John von Neumann, ortalama bir insan beyninin ömür boyunca yaklaşık 2,8 x 10 üzeri 20 birimlik enformasyon kaydettiğini hesaplamıştı. Beynin bunca bilgiyi nasıl kaydettiğini ve uygun cevapları nasıl bulup çıkardığını açıklayacak bir teori henüz bulunamadı.

Dört bir koldan insana verilen mesaj şöyleydi: “Sen de, kâinat da senin algıladığın ve gözlemlediğin gibi değilsiniz. Sen dar bir ara kesit içinde organize olmuşsun. Senin dışında ise, bildiğinden çok daha farklı kurallara göre var olan çok değişik bir alem var. İşin ilginci, sen, aynı zamanda o alemin de bir parçasısın.”

Ünlü fizikçi Werner Heisenberg, kuantum araştırmaları sırasında ortaya çıkan şaşırtıcı sonuçlar karşısında kendini alamayarak şöyle diyordu: “Doğanın atom altı deneylerde bize göründüğü kadar saçma olması mümkün mü?”

David Bohm; Fritjof Capra, Frederic Vester ve Erich Fromm gibi bilim adamları da aynı noktada birleşiyorlar: Evreni parçalara ayırmak ve bütün birimlerin birbirleri ile olan iletişim ve etkileşim dinamizmini yok saymak, bilimde olduğu kadar, toplum yaşantısında ve daha da önemlisi kişisel hayatımızda da yıkıcı etkilere yol açmaktadır. Asit yağmurları, yok edilen ormanlar, zehirli atıklar… Ve hiç beklemediğimiz, aslında doğal olarak beklememiz gereken felaketler…

Erich Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak” adlı kitabında, modern insanın bir çözümlemesini ve değerlendirmesini yapar; sonuçta da şöyle söyler:
“İnsanlık büyük bir hızla tümden yok olmaya doğru sürüklenmektedir. Ekonomik gelişimin giderek insanları tutsak alması, doğaya karşı takınılan düşmanca tavır ve bir atom savaşı tehlikesi, insan soyunu ve dünyayı tehdit etmektedir. Yeni bir insana ve yeni bir topluma geçişin tek yolu, her şeyin üzerinde egemenlik kurmak biçiminde beliren ve kazanç tutkusu, açgözlülük, bir de ihtiras demek olan “sahip olmak” karakterini terk etmekten geçer. İnsanlar, onları huzura, mutluluğa ve diğer insan kardeşlerini sevmeye yöneltecek olan “olmak” biçimli bir dünya görüşüne geçemedikleri sürece, kurtulmaları mümkün değildir.

Erich Fromm’dan tercümeleriyle tanıdığımız Aydın Arıtan, bu defa karşımıza telif bir kitapla çıktı: “Holistik Evren Tasarımı”. Yılların birikimini bizimle paylaşan Arıtan, yeni bilim anlayışını çok güzel özetlemiş:

“Madde yoktur, temel bir yapıtaşı yoktur. Sadece salınıp-titreşen dev bir enerji denizi vardır atom altı alemde. Evrende var olan her şeyi; insanı, taşı, toprağı ve suyu birbirlerinden ayrı ve bağımsız birimler olarak değerlendiren ve yalnızca üç boyutlu fiziksel algı alanımıza giren gerçekleri ‘var’ sayan bir anlayış artık iflas etti.” diyor Arıtan ve holografi ekseninde bir anlatımla evreni yeniden yorumluyor. Aynı zamanda kuantum herkesin kolayca anlayabileceği bir şekilde özetleyen Arıtan’ı tebrik ediyorum. Yazarın bazı yorumlarına katılmasam da, Artıan Yayınları arasında çıkan bu kitabı tavsiye okumanızı hararetle ediyorum. Zira evreni ve mikro alemi kavramamızı kolaylaştıran bir çalışma. Yoğun bir emek harcanarak ortaya çıkmış. Üstelik son derece rahat okunan, akıcı bir üslupla yazılmış.

@ ''Big Bang'' deneyi yapılacak!

Sonunda her şey tamam edildi. Şimdi deney için geri sayım başladı. Tarih belli: 10 Eylül.

Deney, evrenin oluşumunu tetikleyen "büyük patlama" (Big Bang) teorisini doğrulayabilecek nitelikte. Bunun için nükleer deneylerden bile daha karmaşık sayılan "parçacık çarpıştırma" işlemi gerçekleştirilecek. Tehlikeli bir deney olduğu için yerin altında kurulan devasa laboratuvarda gerçekleştirilecek. Bu yüzden deneyi gerçekleştirecek olan ekip "güvenli ortam var" diyor ve deneyin yapılmasını savunuyor.

Kaos teorisyeni şiddetle karşı çıkıyor

Ancak bir başka grup bilim adamı dün müthiş bir uyarıda bulundu. Onlara göre bu deney o kadar tehlikeli ki "dünyanın sonu olabilir". Bu amaçla daha önce de deneyin durdurulması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurmuşlardı. Ancak AİHM, "Büyük Hadron Çarpıştırıcı" aleyhindeki başvuruyu reddetmişti.

Alman kaos teorisyeni Otto Rössler'in etrafında bir araya gelen insanların, AB'nin nükleer araştırma merkezi (CERN)'in 10 Eylül'de hizmete sokacağı laboratuvarda yapılması planlanan "parçacık çarpıştırma" deneyine mani olabilmek için verdikleri dilekçeyi değerlendiren AİHM, başvuruyu geçen hafta reddetti.

"Dünyayı yutabilecek mini kara delikler" ortaya çıkabilir
Evrenin oluşumuyla ilgili "büyük patlama" teorisini doğrulayabileceği düşünülen deneye itiraz edenler, deney sonucu "dünyayı yutabilecek mini kara delikler" ortaya çıkması ihtimalini öne sürüyor ve Fransa-İsviçre sınırındaki CERN laboratuvarının kapatılmasını istiyor.

Vatandaş grubunun sözcüsü Viyanalı Markus Goritschnig, "Deney durdurulsaydı, şimdiye kadar hiç atılmamış bir adım atılmış olacaktı" dedi ve mahkemenin, yine de dava dilekçesini esastan görüşmesini beklediklerini belirtti.

Maddenin ilk kez kütle kazandığı ana gitmeyi planlıyorlar.

"Mini kara deliklerin, bilinen en tehlikeli nesneler olabileceğini" söyleyen Goritschnig, deneye katılan 26 fizikçinin "ateşle oynadığını" iddia etti.
Bilimadamları, CERN deneyiyle fiziğin başlangıcına, maddenin ilk kez kütle kazandığı ana gitmeyi ve maddenin neden ve nasıl kütle sahibi olduğu sorusunu cevaplandırmayı tasarlıyor.

Parçacık hızlandırıcıyı harekete geçirmek zor

İsviçre-Fransa sınırında, 27 kilometrelik bir tünel içerisinde bulunan parçacık hızlandırıcıyı harekete geçirmek o kadar kolay değil; önce makinenin 8 ana parçası -271 dereceye kadar soğutulacak. Ardından, 1600 adet süper-iletken mıknatıs düzgün olarak çalıştırılacak. Deney sırasında bütün parçaların senkronize şekilde çalışması şart. En ufak uyumsuzluk risk sayılıyor.

Saniyede 800 milyon parçacık çarpışması olması beklenen "asrın deneyi", yerin 150 metre altında yapılacak. Deneye Türkiye'den de bilimadamları katılıyor.