27 Ocak 2009 Salı

@ Çince'yi boşverin, Türkçe öğrenin!

Dünyaca ünlü stratejist George Friedman: "Çince'yi boşverin, Türkçe, Japonca ve Meksikalılar'ın dilini öğrenin"

ABD'nin önde gelen düşünce kuruluşlarından, CIA'ye yakınlığı nedeniyle 'Gölge CIA' olarak da tanınan 'Stratfor'un sahibi, ünlü stratejist George Friedman, önümüzdeki yüzyılın sonlarında Çin ve Rusya gibi ülkelerin gerileyip yerlerini Türkiye, Japonya, Meksika ve Polonya gibi yeni dünya güçlerine bırakacağını öne sürdü.

Friedman, 'Next 100 Years: A Forecast for the 21'st Century' (Önümüzdeki 100 Yıl: 21'inci Yüzyıl İçin Öngörüler) adlı yeni yayınlanan kitabında, Rusya ve Çin gibi güçler için önümüzdeki yüzyılda endişelenmeye gerek olmadığını, bu ülkelerin komünizme benzer çöküş yaşayacağını yazdı.

Yazısını 'Rusça veya Çince'yi bırakın, Türkçe, Japonca, Polonya ve Meksika dillerini öğrenmeye bakın" diyerek sürdüren Friedman, "ABD'nin başlıca odak noktası olan İslami militanlarla savaşa gelince, o da tarihin derinliklerinde kalacak" dedi.

Friedman'ın kitabına yer veren The Washington Post'a göre, bütün bu öngörülerinin Rusya'nın yeniden uyandığı, Çin'in ekonomik patlama yaşadığı ve aşırı İslamcılara karşı savaşın kontrolden çıkmış halde tırmandığı dönemde saçma görünebilecek. Tersini savunan Friedman, bütün bu verilerin 21'inci Yüzyıl'ın sadece başını tanımladığını kendisinin 21'inci Yüzyıl'ın sonlarına ışık tuttuğunu belirtti.

Friedman, kitabında doğum oranlarının düşüp uzun hayat beklentilerinin artması nedeniyle 1970-90 yıllarında doğanların yaşlarının ileri dönemlerinde mali krizle karşı karşıya kalacaklarını ileri sürdü. Bunun da ABD gibi ülkelerin iş gücüne ihtiyaç duyacağı anlamına geldiğini belirten Friedman, "Göçmenleri sınırdan çeviriyoruz. Oysa bir süre sonra onları ülkemize çekmek için teşvikler dağıtacağız" diye yazıyor.

ABD'nin hemen yanıbaşında bulunması ve hızla artan işgücü nedeniyle ABD'nin ulusal çıkarları açısından tehdit oluşturacağını savunan Friedman, giderek güçlenen ve saldırganlaşan Meksika ile ABD arasında ciddi çatışmalar çıkabileceğini savundu.

"TÜRKİYE İLE ABD SAVAŞABİLİR"

Friedman, Türkiye ile Japonya'ya dair iddialar ortaya attı. Friedman önümüzdeki yüzyılın sonlarına doğru çıkabilecek savaşın ABD ile Türkiye-Japonya ittifakı arasında olacağını öne sürerek şu iddialara yer verdi: "Bu savaş bugüne kadar var olan klasik silahlarla yapılan savaşlardan tamamen farklı olacak. Yani bugünden bir tür bilim kurgu gibi görünen bir savaş yaşanacak."

Friedman'a göre 21'inci Yüzyıl'ın gidişatını bu savaşın sonucu belirleyecek. Ancak o döneme kadar, yani yüzyılın sonlarına kadar ABD başlıca egemen güç olmaya devam edecek.

PENTAGON'A DANIŞMANLIK YAPIYOR

Stratfor ya da 'Gölge CIA' 1996'da, Teksas'ın Austin kentinde kurulan özel bir istihbarat kurumu. Başında ünlü stratejist ve siyaset bilimci George Friedman bulunuyor. Friedman aynı zamanda 'Amerika'nın Gizli Savaşı', 'Savaşların Geleceği' gibi best-seller kitapların yazarı. Türkiye'deki son gelişmelerle ilgili olarak, George Friedman tarafından kaleme alınan analizi 'Türkiye-Yeni Osmanlıcılık' ve yeni ABD yaklaşımı konusunda ilginç bir çalışma olarak nitelenmişti.Friedman ve başında bulunduğu Stratfor, Pentagon'a da danışmanlık yapıyor. 70 kişinin çalıştığı kurumda soyadlar pek bilinmiyor. Eski istihbaratçı olan çalışanlar arasında yer alan eski Rus ajan sadece 'Viktor' olarak biliniyor. Kuruluşun sitesi ise, yayınladığı analiz ve verdiği haberlerle dikkat çekmişti. En çarpıcı örneği ise NATO'nun eski Yugoslavya'ya yönelik operasyonu sırasında yaşanmıştı. Belgrad'taki Çin Büyükelçiliği'nin bombalanmasını ilk haber veren Stratford olmuştu. Daha sonra Çin Büyükelçiliği'nin bombalanmasının bir hata olmadığını, söylendiği gibi pilotlara yanlış harita verildiği için değil, bombanın, Çin'in Sırplar'a verdiği desteğe bir karşılık olarak atıldığını da yine Stratfor açıklamıştı. Srtatfor'un, Asya'da 1997'de bir krizin yaşanacağını da ABD yönetimine çok önceden bildiren ilk kurum olmuştu.

26 Ocak 2009 Pazartesi

@ Evanjeliklerden Huccetiyecilere

Mustafa Özcan'ın aynı başlıklı makalesini aşağıda okuyabilirsiniz:

Bush ile Ahmedinejad kimi zaman uslupları benzer ve ideolojileri ayrı zıt ikizlere benzetilmiştir. Bush gitti geride Nejad kaldı. Sadece giden Bush mu? Evanjelikler de arkasından yalnız ve sahipsiz kaldı. Buna mukabil, Nejad dimdik ayakta olduğu gibi yaslandığı dini kitle ve anlayış da canlı varlığını muhafaza ediyor. Yeni dönemle birlikte Bush'un gitmesiyle Evanjelikler olarak anılan tebşirciler, müjdeciler veya İncilcilerin de Obama ile birlikte siyaset üzerindeki etkileri kalmadı denemezse bile zayıfladı. Evanjelikler olayları tahrik ederek ve hızlandırarak olayların üzerinden Mesih'in nüzülünü veya ikinci gelişini beklerler, çabuklaştırmaya çalışırlar.

Kimileri onların felsefesini 'kıyamet için Allah'ın elini hızlandırmak' şeklinde özetler. Bunların felsefesi Grace Hallsell'in 'Forcing God's Hand (Allah'ın elini kıyamete zorlamak)' kitabında değindiği gibi ahir zaman ve kıyamet sürecini ve dilimini hızlandırmak için komplo ve kışkırtmalar da dahil her türlü çılgınlığı irtikap ederek; çılgınlıklar üzerinden ikinci Mesih dönemine ulaşmayı sağlamak ve temin etmektir. Bush'la birlikte bunların rüzgarları soldu ve etkileri kırıldı. Kimileri, Bush ile Nejad arasında ideolojik farklılıktan ama uslup birliğinden bahsederler. Bu durumda dini anlayış olarak da tersinden bir beraberlik veya benzerlik söz konusu mu? Evet. Ahmedinejad da İran'da dini bir grupla veya cereyanla anılmaktadır. Bunlar da Huccetiyeciler yani Mehdiciler olarak bilinirler. Mehdi gelmeden alemin sukun bulmayacağını ve Mehdi geldikten sonra da her şeyin süt liman olacağını söyler ve buna kuvvetli bir biçimde inanırlar. Elbette Mehdi algısı veya beklentisi genelde hem İranlılar ve hem de diğer ülke müslümanları arasında müşterek bir unsur ve inanç olmasına rağmen Huccetiyecilerin anlayışı biraz daha özeldir. Vurguları biraz daha yoğun ve fazladır. Diğerlerinden bu açıdan ayrılırlar.

Hıristiyanlar arasında Vatikan gibi kurumsallığa önem verenler bağlamında aynı şekilde İslam dünyasında da Bediüzzaman'ın ifadesiyle şahs-ı manevi yani kolektif hizmete ağırlık verenler vardır ve bunlar Mehdi meselesini inkar etmemekle birlikte onu bir ferd-i ferid veya ferdi yekta olarak görmezler ve bir bütün içinde değerlendirirler ve cerayanın içinde bir temsilci olarak görmeyi yeğlerler. Bununla birlikte hem Bediüzzaman hem de Ahmedinejad Mehdi'ye zemin hazırlamak tabirlerini kullanırlar.

*

Bediüzzaman 'Mehdi bizi işbaşında görsün' derken Ahmedinejad da ona zemin hazırlamaktan bahseder. Bu zemin hazırlamak nasıl bir şeydir? Bu noktada kimileri İsrail üzerinden Evanjeliklerin yapmak istediğini İran'da da Huccetiyecilerin veya Nejad'ın Filistin üzerinden yapmak istediğini iddia ederler. Amir Taheri'nin bazı İranlı blogculara atfettiği Barak Hüseyin Obama'nın Mehdi'nin müjdecisi ve habercisi olduğu yönündeki değerlendirmelere benzer şekilde Eh Ahram gazetesinden Muhammed Said Abdulmümin, Amir Taheri gibi, İranlı yazarlara gönderme yaptığı yazısında Huccetiyecilerin veya İran'da kimi grupların Mehdi'nin zuhurunu hızlandırmak için Filistin ve Gazze meselesine yön verdiklerini ileri sürmektedir. Evanjelikler kıyameti hızlandırmak için Yahudileri Filistinliler ve Müslümanlar üzerine kışkırtırken ve Bush gibi başkanları da bu hususta seferber ederken öbür taraftan da İran'da zıt benzer kutup ve grupların Filistinliler üzerinden olayları hızlandırmak istedikleri varsayılmaktadır. Bush'la birlikte Evanjelikler geri plana düşerken Gazze olaylarıyla birlikte İran'daki izdüşüm olarak anılan grup önplana çıkıyor.

İranlı yazarlardan Ahmet Zeyd Abadi, İran yönetiminde Huccetiyecilere yakın olan isimlerden Gulam Ali Recai gibilerin Gazze meselesine bu doğrultuda yaklaştıklarını ifade ediyor ( İran ve't teamur ale'l kadiyyeti Filistiniyye, 22 Ocak, 2009). Gazze olayları bağlamında İran'da Huccetiyecilere karşı olan ve gerçek manada Ahbarilik karşıtı Usuli damarı temsil eden reformcu veya modernist kanadın yayın organı Karkazeren, Gazze münasebetiyle Hamas'ı eleştirdiği için kapatıldı. Ahmet Zeyd Abadi, İran'daki bu kavgayı da Mehdi meselesiyle ilgili iki farklı kanat arasındaki kavganın uzantı ve türevlerinden birisi olarak görme eğiliminde. Hatta yine Muc dergisinde yayınlanan aynı meseleye dair bir karikatür nedeniyle Hatemi hükümeti savrulurken Devrim Lideri Hamaney'in araya girmesiyle mesele yatıştırılmış ve bu hükümet krizi yaşanmasının önüne geçilmiştir. Realist veya ıslahçı kanadı temsil eden Alburz Mahmudi gibi isimler daha açık bir şekilde Huccetiye çizgisini eleştirerek bu akımın suları bulandırdıktan sonra Mehdi'nin zuhuruyla yeniden suların berraklaşmasını beklediğini ileri sürmektedir. İlginçtir, gerçekten de Evanjeliklerle Huccetiyeciler arasında bu tarz bir benzerlik bulunmaktadır. Pat Robertson adlı televaiz ve evanjelik guru, Şaron'un bitkisel hayata girmesini Allah'ın vaat ettiği Gazze Şeridi'nden çekilmesine bağlamıştı. Ona göre orada ölen yiten, giden çoluk çocuğun hiç hükmü yok. Hamas da meseleyi tamamen dini bir mesele olarak görüyor ve bu bağlamda mücadele ettiklerini vurguluyor. Dini liberalizmi temsil eden Katar Şeriat Fakültesi eski Dekanı Abdulhamid Ansari ise ideolojik gözlükle bakanlar için sivil kayıpların hiç önemi olmadığını ve onların tamamen ideolojik bağlama angaje olduklarını ve bu meseleye bağlamda yoğunlaştıklarını söylüyor. Galiba mesele çok boyutlu olduğu kadar çok karmaşık da. Her şey iç içe. Şüphesiz ideolojik haklılığı perçinleyen hususlardan birisi de insani boyutun ve insani prensiplerin güçlü olmasıdır. Gazze saldırılarında İsrail'i zayıf düşüren işte bu boyutun eksikliği olmuştur. Bundan dolayı kimi Hıristiyanlar bile bu canavarlığın Deccalizmin izdüşümü olduğunu söylemiştir.

8 Ocak 2009 Perşembe

@ Arabulucu Türkiye olsun!

Bir Fransız diplomat, Fransa’nın haftalık haber dergilerinden Le Nouvel Observateur’e yaptığı açıklamada Hamas’ın İsrail’le yaşanan çatışmanın çözümünde Türkiye’nin arabuluculuğundan ve Gazze’den İsrail’e geçiş bölgesine bir Türk gözlemci gücü yerleştirilmesinden yana olduğunu söyledi.

Fransız Dışişleri Bakanlığı Kuzey Afrika ve Ortadoğu Dairesi Eski Müdürü Yves Aubin De La Messuziere, derginin perşembe günü piyasaya çıkacak sayısında yayınlanacak açıklamasında, Hamas’ın gözünde arabuluculuk için en saygın ülkenin Türkiye olduğunu ifade etti.

Hamas ile kurduğu temaslarıyla tanınan Fransız diplomat, Hamas içindeki bazı isimlerin Türkiye’nin Gazze’den İsrail’e geçiş noktalarına bir gözlemci güç gönderme olasılığını değerlendirdiklerini belirtti.

Fransız diplomat, İsrail saldırısının başlangıcında Hüsnü Mübarek’in Hamas’a yönelik şiddetli sözleri nedeniyle Mısır’ın Filistin islami hareketi gözünde saygınlığını yitirdiğini de savundu.

Fransız diplomata göre potansiyel arabulucular arasında Katar da bulunuyor ancak Mısır gibi Arap Birliği üyesi olan bu ülkenin Kahire’nin Arap dünyasında konuyla ilgili lider rolü oynamaktan vazgeçmeyecek olması nedeniyle pek şansı bulunmuyor.

6 Ocak 2009 Salı

@ Sınırlar kaldırılsın!

Eskiden tek bir devlettik. Aramızda sınır filan yoktu. Bu sınırları aramıza dış güçler koydu. Şimdi bu sınırlar ancak bayramlarda açılıyor. Bu sınırların hep açık olması için, 365 günün bayram olmasını istiyoruz!..’
Bu sözler Suriye Baş Müftüsü Dr. Ahmed Bedrettin Hassun’a ait. Türkiye’den giden kalabalık bir gazeteci ve akademisyen grubuna hitaben, yaptığı konuşmasına böyle başladı. Dr. Hassun sempatik tavırları ve güçlü hitabet kabiliyeti ile, insanları derhal etkileyebiliyor. Paris Sorbonne’dan diplomalı. Ama esas önemli olan söyledikleri. “Aramıza sınır koyan güçler, şimdi yeniden ülkelerimizi parçalayıp taksim etmek istiyorlar. Tıpkı halen Irak’ta yapmakta oldukları gibi. Irak’ta Sünni, Şii, Kürt, Keldani ve Türkmen diye halkın arasına nifak sokup bölüyorlar. Daha önce aynı oyunu Lübnan’da da oynadı malum güçler. Aman dikkatli olalım, birliğimizi ve kimliğimiz muhafaza edelim. Dış güçlerin tekrar topraklarımızı taksim etmesine fırsat vermeyelim” Suriye Baş Müftüsü, yakın tarihimizle ilgili olarak o kadar önemli noktalara işaret ediyor ki. Öyle hayati ikazlarda bulunuyor ki, “Son yüzyılda yaşanan bütün acıları, felaketleri bir film şeridi gibi hemen gözlerimizin önünden geçiriveriyor sanki.”

Bu kaçıncı taksim? Bu kaçıncı işgal ve mezalim? Dr. Ahmed Hassun, aramızda sınır yoktu derken; İngiltere ile Fransa’nın, Osmanlı hakimiyetindeki Arap topraklarını kendi aralarında taksim etmek için yaptıkları Sykes-Picot Anlaşmasının öncesini hatırlatıyor. 1916’da yapılan bu gizli anlaşma, İngiliz diplomat Mark Sykes ve Fransız George Picot’un adlarıyla anılıyor. Anlaşma ile Suriye ve Lübnan toprakları Fransa’ya, Ürdün, Irak ve Filistin toprakları da İngiltere’ye taksim ediliyor. Mahut anlaşmanın detaylarını burada vermek mümkün olmayacağı için, siyasi tarih kitaplarına başvurmak gerekir. Sadece şunu belirtelim ki, taksimat bu anlaşma ile sınırlı kalmamış. ‘Parçala ve hükmet’ taktiği, emperyalist güçlerce hep uygulanmaya devam etmiştir. Tek ve bağımsız bir Arap Devleti kurmak vaadiyle kandırılıp kışkırtılan Araplara, bağımsızlık filan vermek şöyle dursun; onları bir daha rahat ve huzur yüzü göremeyecek şekilde, hem kendi aralarında çatıştırdılar, hem de burunlarının dibine taşıdıkları yeni bir düşmanla hiç bitmeyecek bir savaşın içine soktular!.. Netice olarak bugün irili ufaklı 22 tane Arap kimlikli devlet var bölgede. Filistin de bağımsızlığına kavuşursa bu sayı 23 olacak. Ama bu bağımsızlığı olabildiğince geciktirmek ve kurulacak devleti prematüre hale getirmek için, daha şimdiden Filistin halkı da fena halde bölünmüş durumda. Bir tarafa destek verilir gibi yapılıyor, öbür taraf ise açlık ve sefalet içinde kıvrandırılıyor.

Birinci Dünya savaşından sonra, Arap topraklarında kurulan İngiliz ve Fransız Manda Yönetimleri, parçalama ve taksimatı sürdürerek bölgede tutunmaya çalıştılar. Daha 1920 yılında Lübnan Suriye’den koparılmıştı. Bugünkü Suriye toprakları üzerinde de Şam ve Halep merkezli devletçikler ile Lazkiye ve çevresinde de bir Dürzi hükümeti kurdurulmuştu. Ülkede yekpare bir yönetimden bahsetmek mümkün değildi. Bu durum, 1921 den itibaren Fransız Manda Yönetimi’ne karşı başlayan mücadelenin, 1946 yılında bağımsızlığın kazanılmasıyla noktalanmasına kadar devam edecektir. Lübnan’ın bugünkü durumu da malum. 1975 -1990 arasında devam eden korkunç iç savaşın yakıp yıktığı ülke, yaralarını daha yeni yeni sarmış iken, şimdi yeni bir tehlikenin eşiğinde dolaşıyor. Eski Başbakan Refik Hariri’nin bir suikast sonucu öldürülmesi, ülkedeki bütün dengeleri alt üst etti. Lübnan’daki iç savaşın önüne geçmek üzere, Arap Birliği’nin kararı ile daha önce Lübnan’a gönderilmiş olan Suriye askerleri, bu suikastten sonra Amerika’nın başını çektiği lobinin baskıları sonucu, BM Güvenlik Konseyi Kararı ile bu ülkeden geri çekildi.

Lübnan’daki suikast ve siyasi çekişmelerden ötürü, ABD ve Avrupa Birliği, uzun müddet Suriye’ye karşı şiddetli bir baskı politikası uyguladı. Suriye’nin politik olarak uluslar arası camiadan tecrit edilme planları, Türkiye’nin gayretleri sayesinde başarısızlığa uğradı. Lübnan nüfus ve yönetim biçimi ile Orta Doğu’da tam bir mozaik tablosunu yansıtıyor. Anayasal statüye göre, Cumhurbaşkanının Maruni Hıristiyan, Meclis Başkanının Şii Müslüman, Başbakanın Sünni Müslüman, Genelkurmay Başkanının Maruni Hıristiyan olması gerekiyor. Daha önce İsrail işgaline karşı direniş mücadelesi veren bir silahlı örgüt iken, özellikle işgalin sona erdirilmesinde gösterdiği başarılar sonucu, ülkede giderek daha geniş destek görmeye başlayan ve siyasal bir partiye dönüşerek Lübnan Parlamentosunda da kilit bir rol oynamaya başlayan Hizbullah, hali hazırda hem Suriye hem de İran ile olan ilişkilerinden ötürü çok güçlü bir konumda. Buna karşılık Lübnan’daki Dürzilerin Lideri Velid Canbolat, Suriye karşıtı tavırlarıyla öne çıkıyor.

Amerika bir taraftan İsrail ile barış yapması için Suriye’ye baskı yaparken, diğer taraftan Lübnan’a müdahale etmemesi için Avrupa Birliği ile birlikte sıkıştırmaya çalışıyor. 2003 yılından itibaren Irak ile birlikte Suriye’yi de doğrudan hedef alan Amerika, ekonomik ambargo, politik izolasyon, savaş tehdidi ve rejim değişikliği gibi rijit baskı yollarıyla Suriye’yi her yönden zorlamayı sürdürdü. Avrupa Birliği de bir müddet için, ABD’nin yanında zorlayıcı tavır takındı ancak daha sonra, özellikle Sarkozy’nin göreve gelmesinden sonra Suriye’ye karşı, baskı yapma yerine diyalog yolunu tercih etmeye başladı. Nitekim AB, 1995 tarihli Barselona Anlaşması gereği, 12 tane Doğu Akdeniz ülkesi ile imzalaması gereken “Ortaklık Anlaşması”nı, diğer bütün devletlerle hayata geçirdiği halde, Suriye’yi dışarıda tutuyordu. Nihayet iki hafta evvel Suriye ile de bu anlaşma imzalandı. Ticaret, endüstri, çevre ve kültür alanlarında iş birliğini öngören anlaşmaya göre, Suriye ile AB arasında, gelecekteki 12 yıl boyunca düzenli olarak tarifelerin düşürülmesi hedefleniyor. Bu anlaşma şüphesiz Suriye ile AB arasındaki ilişkilerde yeni bir dönemin başlangıcı.

Geçtiğimiz Haziran ayında, Akdeniz İşbirliği Konferansı çerçevesinde Paris’e giden Beşşar Esad’ın Fransa ziyareti, bu ülkede hararetli siyasi tartışmalara konu olmuştu. Bunun sebebi, Chirac döneminde Suriye’ye karşı başlatılan dışlayıcı politika idi. Ancak Devlet Başkanı Sarkozy, tepkilere rağmen Beşşar Esad’ı üst seviyede protokolle karşılayarak, Fransa’nın Suriye ile geçmişte örselenmiş olan ilişkilerini düzeltme niyetini ortaya koymuştu. Eylül ayında da bu defa kendisi Suriye’ye giderek; Beşşar Esad, Katar Emiri El Tani ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte Şam’daki dörtlü zirveye katıldı. Kısacası artık Suriye’nin AB ülkeleri ile ilişkileri daha iyi.

Türk Gazetecilerle olan sohbetinde, Suriye Baş Müftüsü Ahmed Hassun, bir müddet önce, Avrupa Konseyi’nde 46 tane Dışişleri Bakanı önünde yaptığı konuşmadan da bahsetti. Dr. Hassun, bu arada Türkiye’ye de; “Avrupa Birliği’nin kapısını çok fazla zorlamanıza gerek yok. Onlar daha çok size muhtaç ve mutlaka bir gün ayağınıza gelecekler” dedi ki, bana göre hiç de haksız değildi.

5 Ocak 2009 Pazartesi

@ Çözüm Türkiye'den geçiyor!


İsrail'in Gazze'deki katliamları tüm hızıyla sürerken, ABD basını, Filistin sorununa çözüm yolunun Türkiye'den geçtiğini belirtti.

New York Times'ta yer alan yazıda, Gazze'ye Türk-Arap barış gücünün yerleştirilmesinden söz edildi, Washington Post'ta ise Türkiye’nin aracılığıyla Hamas ile El Fetih arasındaki anlaşma sağlanması üzerinde duruldu. İşte iki ilginç yazıdaki Türkiye'ye biçilen roller...

1) NEW YORK TIMES: TÜRK-ARAP BARIŞ GÜCÜ

İsrail’in Gazze’ye yönelik operasyonlara tepkiler tüm dünyada devam ederken, uzmanlar krize ilişkin tartışmalarını da sürdürüyor. New York Times gazetesine konuşan ABD’nin İsrail nezdindeki eski Büyükelçisi Martin Indyk de, İsrail’in üstünlük sağlaması halinde Filistin Yönetim Başkanı Abbas’ın Gazze üzerindeki otoritesinin yeniden tesis edilmesi amacıyla bölgeye Türk ve Arab kuvvetlerinden oluşan çokuluslu bir barış gücünün konuşlandırılmasını önerdi.

İsrail ve ABD açısından "çok iyimser" senaryo

New York Times gazetesi, Gazze krizine ilişkin geniş haberinde İsrail ve ABD açısından “Çok iyimser” senaryoda İsrail’in Hamas’a karşı “net bir zafer” sağlamasının, ve bu zaferin, Mısır, Ürdün ve daha uzaklardaki ülkelerin “İslami militanlar ve bunların bölgedeki en büyük sponsörü olan İran’a karşı ortak tutum ilan etmesi”ni kolaylaştırmasını içerdiğini yazdı. Gazete şöyle devam etti:

Abbas'ın Gazze'de siyasi kontrolünü tesis etmek

“Ondan sonra ve İsrail nezdindeki eski Amerikan Büyükelçisi Martin S. Indyk’in argümanına göre, Türk ve Arap kuvvetlerinden oluşan uluslararası barış gücü, El Fetih harekatına liderlik yapan, tüm Filistinlilerin Başkanı olup ancak gerçekte sadece Batı Şeria’nın zayıf lideri olan Başkan Mahmut Abbas’ın Gazze’deki siyasi kontrolünün yeniden tesis edilmesinin yolunu hazırlayabilir.”

Aynı senaryoya göre, bunu İsrail ile Filistin arasında iki devlete ilişkin bir antlaşmanın izleyebileceğini ve İsrail ile Suriye arasında barış sağlanabileceğini belirten gazete, bunun sonucunda İran’ın izole edileceğinin düşünüldüğünü de kaydetti.

2) WASHINGTON POST: TÜRKİYE ARACILIYLA HAMAS-EL FETİH ANLAŞMASI

Washington Post’un tanınmış köşe yazarı David İgnatius, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun Ortadoğu ile ilgili “domino teorisi”ni anımsatarak “Domino taşları yanlış tarafa düşüyor” uyarısını yaptı. İgnatius, Türkiye’nin aracılığıyla Hamas ile El Fetih arasındaki anlaşma sağlanması ve ABD’nin Türkiye’nin aracılı Suriye-İsrail görüşmelerine destek vermesi için Barack Obama’ya çağrıda bulundu.

David İgnatius, “Çevrilmesi Zor bir Sayfa” başlıklı köşe yazısında 20 Ocak'ta ABD yönetimini devralacak Barack Obama’nın, yeni bir sayfa çevirerek Ortadoğu’da barış ve güvenliğin sağlanması amacıyla Suriye ve İran gibi ABD’nin düşmanları ile bir diyaloğu açmaktan söz ettiğini ancak Obama'nın bu açıklamalarının, Ortadoğu’da birçok kişiye umut verirken tüm taraflardaki şahinleri kaygılandırdığı yorumunu yaptı.

Obama neler yapmalı

Nitekim, İran ve kendi aşırı ideolojinin dürtüklediği Hamas’ın, ateş kesi uzatmayı reddederek füze saldırılarını hızlandırdığını kaydeden İgnatius, İsrail’de seçim siyaseti ve öfkeli halkın ülkenin liderlerinin Hamas saldırılarına Gazze’ye ağır hava operasyonu ve bunun ardından kara harekatı ile yanıt verdiğine dikkat çektikten sonra şöyle devam etti:

“Türkiye’nin başlıca dış politika stratejisti Ahmet Davutoğlu, iki hafta önce bana bölgenin siyasi seçenekleri, domino taşları gibi sıralandığını anlatmıştı. Son haftada bu taşlar yanlış tarafa düşüyor.”

David İgnatius, Obama’ya nefret ve kuşku miras kaldığını vurgularken Obama’nın, Gazze çatışmaları öncesi var olan seçenek listesi üzerinde çalışması gereğini vurgularken de opsyonları şöyle sıraladı:

"Barış görüşmelerinin 2009 yılında Filistin Yönetimi Başkanı Mahmut Abbas’ın otoritesi altında sürebilmesi için Abbas’ın görev süresinin uzatılması amacıyla Türkiye’nin aracılığındaki Hamas ile El Fatih arasında bir anlaşma yapılması,

-Gazze çatışmaları öncesi doğrudan müzakereler aşamasına geçilmek üzere olan Türkiye aracılı Suriye ile İsrail arasındaki barış görüşmelerine ABD desteğinin sağlanması,

-Bölge için yeni bir güvenlik çerçevesi olanağını araştırmak üzere Tahran ile keşif amacıyla görüşmelerin başlatılması."

David İgnatius, Obama'nın herşeyden önce çatışma bölgesine ilişkin "net ve bağımsız bir Amerikan vizyonu"nu koruma yolunu bulması gerektiğini savunurken savaş mantığının Ortadoğu'yu yok etmekte olduğu uyarısını da yaptı. İgnatius "Daha iyi bir yol olmalı ve Obama'nın görevi bunu aramaktır" ifadesini de kullandı.

Davutoğlu'nun "Domino Teorisi"

Ahmet Davutoğlu, Aralık ayında David İgnatius ile yaptığı söyleşide 2009 yılında Ortadoğu’nun önünde bir takım siyasi seçeneklerin bulunduğunu belirterek bu seçeneklerin iyi yapılması önemini vurgulamıştı. İgnatius’un, Davutoğlu’nun uyarılarını değerlendirdiği 21 Aralık tarihli köşe yazısında da Davutoğlu’nun adeta bir “domino sırası”nı anlattığını kaydederek şunları yazmıştı:

“Eğer (domino taşları) doğru yönde düşerse iyi şeyler olur. Eğer yanlış yönde düşmeye başlarsa dikkat. Davutoğlu’nun domino teorisi, Ortadoğu stratejisini tasarlarken Barack Obama’nın ekibi tarafından dikkatle değerlendirilmeli. Türk yetkilisi dosyalarını iyi biliyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanı olarak Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasındaki başarısı aracılık çalışmalarının yanısıra dünyanın bu karışık bölgesinde başka hassas diplomatik girişimlerini de yürüttü.”

İgnatius, Davutoğlu’nun analizinin Ortadoğu’daki gerçekleşmesi öngörülen seçimlere ilişkin olduğuna dikkat çekerken bu seçimlerin ilkinin Filistin’i ilgilendirdiğini kaydetmişti.

Filistin Yönetim Başkanı Mahmut Abbas’ın görev süresinin 9 Ocak’ta sona ereceğini anımsatarak anketlerin El Fetih’in yüzde 42 oy ile, yüzde 28’lik bir destek alan Hamas’in çok önünde gösterdiğine dikkat çeken İgnatius “Ancak durum patlamaya hazır. Çünkü Hamas’ın İsrail ile ateşkes Cuma günü sona erdi” yazmıştı.

Sonraki “siyasi domino”nin ise İsrail’deki seçimlerin olduğuna dikkat çeken Davutoğlu, “Eğer şahinler kazanmaya başlarsa, mesele güvenlik olacak. Güvenlik barıştan daha önemli olacak” demişti.

4 Ocak 2009 Pazar

@ Gülmek genlerimizde var...

ABD’deki San Francisco Devlet Üniversitesi’nce yapılan araştırma mutluluk ve üzüntü ifade eden mimiklerin “öğrenilmediğine”, insanoğlunun “beynine işlendiğine, genlerinde var olduğuna” ilişkin 1960’larda ortaya atılan savı güçlendirerek gündeme getirdi.

Sonuçları “Kişilik ve Sosyal Psikoloji” adlı bilimsel yayın organında açıklanan araştırmada 4 bin 800 fotoğraf incelendi. Prof. David Matsumoto ve arkadaşlarının incelediği kareler 2004’teki Paralimpik Olimpiyatları’ndan. Altın ve gümüş madalya kazanan judocuları görme engelliler ve görme engeli olmayanlar olarak ikiye ayıran uzmanlar her iki grupta da altın madalya alanlardaki mutluluk ifadelerinin aynı olduğunu, gümüş madalya alanların yüzünde ise yine görme engeli gözetmeksizin alt dudaklarını sıkarak birinciliği kaybetmenin üzüntüsünü saklamak amacıyla sahte bir gülücüğün belirdiğini saptadı.

Dereceye giremeyen sporculardaki üzüntü ifadesi de her iki grupta aynıydı. Başka deyişle görme engellilerin görebilenlerle aynı surat ifadelerine sahip olmaları, hisleri göstermenin veya saklamanın yaşarken öğrenilmediğinin işaretiydi. Prof. Matsumoto, “Genlerimizde araştırma sonucunda duygularımızı ifade etmemizi sağlayan bir kaynağın bulunabileceği kanısı iyice güçlendi, hislerimiz ve onları kontrol eden mekanizma evrim sürecimizin izlerini taşıyor olmalı” diyerek çalışmalarını özetledi. (BBC)

@ ABD bölünür mü?

Bildiğiniz gibi, Rus Profesör Igor Panarin, 2010 yılında ABD’nin bölüneceğini öne sürdü. ABD’de yayınlanan Wall Street Journal gazetesinin haberine göre, toplu göçler, ekonomik çöküş ve ahlâkî düşüşün gelecek sonbaharda ABD’de bir iç savaşı tetikleyeceğini ve doların düşeceğini öne süren Panarin, 2010 yılının Haziran ayı sonralarında ya da Temmuz başında ise ülkenin altı parçaya bölüneceğini savunuyor.

Mahir Kaynak'ın, bu konuyla ilgili görüşlerini belirttigi makalesini sizlere aşağıda iletiyoruz:

Küresel finans krizinin ABD’de başlaması bu ülkenin bölünme ihtimalinin olduğuna varan senaryoların üretilmesine neden oldu? Daha önce dünyadaki güç merkezinin Uzakdoğu’ya kayacağı biçimindeki öngörüler ABD’nin tamamen devre dışı kalacağına ve bu ülkenin yeni güç odaklarının kontrolündeki parçalara bölüneceğine dair beklentilere dönüştü.

Bir güç odağının devre dışı kalması sorunlarının büyüklüğüne değil bunlara çözüm üretememesine bağlıdır. Ülkelerin geleceğini çoğunlukla büyük güç odaklarının davranışları belirler ve bunların sayısı sınırlıdır. ABD belirleyici konumdaki ülkelerin ön safında yer alır.

ABD’nin dünyanın en müreffeh ülkelerinden biri olması sadece kendi üretiminden kaynaklanmıyordu. Küreselci ekonomik düzen dünyanın çeşitli ülkelerinde oluşan üretici gücün ABD’ye mal akıtmasını ve bunun karşılığında, kağıt üzerinde, alacaklı olmasını sağlıyordu. Ayrıca finans kesimi bir dolarlık varlıktan yüzlerce dolarlık sanal varlıklar üretebiliyordu.

Bu durum sadece ABD’nin sorunu değildi. Yani sorunla ABD’yi baş başa bırakıp diğerlerinin etkilenmemesi söz konusu olamazdı. Hatta, sanılanın aksine, diğer ülkeler daha çok zarara uğrayabilirdi. Hiçbir güç odağı sorunu görüp buna çözüm üretemeye çalışmadı. ABD’den sonra en etkili güç olması beklenen AB kurulan düzenin bir parçası haline geldi. Hatta küresel ekonomik güç Avrupa’yı yeni üssü haline getirmeyi düşünüyordu.

Sorunu gören ve buna çözüm arayan güç ABD oldu. Herkesin kriz olarak algıladığı şey hastalığı tedavi amacıyla yapılan bir ameliyat sayılabilirdi. Bu ameliyat başarıyla gerçekleştirildi ve yaşadığımız süreç bu ameliyatın nekahet dönemidir.

ABD sorunları çok ve büyük olan bir ülkedir ama bunlara çözüm üretecek potansiyele sahiptir. Mesela şu anda, dünyanın hiçbir yerinde, yeni ekonomik düzenin nasıl olması gerektiği konusunda tartışma yoktur. Herkes kaderine razı olmuş bilmediği bir yere doğru gitmektedir. Beklenti sorunların bir gün nasıl olsa çözüleceği ve eski düzenin ihya edileceği biçimindedir.

Gelecek için şöyle bir senaryo yazılabilir: ABD bölünmeyecek ama eskisine hiç benzemeyen bir ABD ile karşılaşacağız. Demokrasinin, özgürlüklerin ve her şeyden önemlisi serbest piyasanın savunucusu olan bir ülke değil güvenliği ön planda tutan, serbest piyasa kurallarını üretim için savunan ama küresel finans gücünü kontrol eden, evrensel düşüncenin yerine devlet odaklı bir yapıyı savunan ve dünyadaki dengeyi devletler arası ittifaklarda arayan bir ABD ile karşılaşacağız. Uzakdoğu’nun ihracata dayanan ve küresel finans gücünün çekirdeğini oluşturan ekonomileri gerileyecek ve ciddi iç sorunlarla karşılaşacak. AB özgürlük ve demokrasi savunuculuğu olarak özetleyebileceğimiz ideolojisinin yetersiz olduğunu görecek ihmal ettiği askeri gücün temel belirleyici olduğunu fark edecek, tek zenginliği petrol olan ülkeler bırakın etkili olmayı, var olmanın bile ne kadar zor olduğunu anlayacak.

Yeni düzen özgürlük ve demokrasi karşıtı olmayacaktır ama bunların varlığını sağlayacak bir güce ihtiyaç olduğu da görülecektir.

@ Yahudiler ''siyonist katliam'' ı kınadılar!

İsrail işgal güçlerinin Gazze’de işledikleri “Siyonist Katliam”dan beri olduklarını açıklayan Ortodoks Yahudi hareketi Naturei Karta, Filistin’in batısında işlenen toplu katliamı kınadıklarını belirtti. Naturei Karta hareketi İbranice yayımladığı bildiride, Siyonist rejimin işlediği katliamların ve şiddetin gerçek Yahudilerle hiçbir bağlantısının olmadığı bildirdi.

Yüzlerce üyesi bulunan ve Kudüs’ü kendilerine merkez edinen hareket, Siyonist rejimin Filistin saflarını bölmeye çalıştığını, demokratik yollarla seçilen liderlerine komplolar kurduğunu ve uluslararası hukuku göz ardı ettiğini açıkladı.

Örgüt tarafından yayımlanan bildiride, “100 yıldır Siyonist hareket eliyle sivillerin vahşice katledilmeleri, uluslararası hukuk ve yaygın olan örfün zıddına Filistin vatandaşlarının sürekli insan hakları ihlallerine tabi tutulmaları, bütün dünya halklarına barış, saygı ve kardeşliği öğütleyen hakiki Yahudilikten çok uzaktır” denildi.

Bildirinin devamında Siyonizmin tamamen uluslararası işgalci teröristlerden oluştuğunu ve İsrail’in tamamen Siyonizmin siyasetine hizmet ettiği kaydedildi. Siyonizmin, hakiki Yahudileri hiçbir şekilde temsil etmediğini açıklayan Naturei Karta hareketi, Siyonizmin bu topraklarda bir karış dahi haklarının olmadığını ve derhal işgal ettikleri Filistin topraklarından geri çekilmelerini istedi.

Neturei Karta, Aramice Şehrin muhafızları anlamına gelen bir tamlama olup; siyonizm karşıtı bir Ortodoks Yahudi cemaatidir. Mesih gelmeden kurulmuş olan İsrail Devleti'nin geçerli bir devlet olamayacağını savunurlar. Yahudi soykırımının da siyonistler tarafından İsrail Devleti'nin kurulması maksadıyla kullanıldığını iddia etmektedirler. Tevrat'a inanmakla beraber Siyonizme inanmamaktadırlar. Siyonizmin Musevi dinine ters olduğu ve İsrail'in bir an önce Filistin'i işgal etmeyi bırakması gerektiği şeklindeki görüşlerini kutsal kitap Talmud'dan ayetleri kanıt göstererek desteklemeye çalışmaktadırlar. Örgütün kurucusu ise Moşe Hirsch'tir.