12 Kasım 2009 Perşembe

@ Türk Yüzyılı

Yazar Mustafa Özcan'ın makalesini aşağıda okuyabilirsiniz:

Türkiye'nin Batı'dan yaz çevirerek Doğu'ya yöneldiğine dair bazı mahfillerde derin kaygılar gözleniyor. Bu kaygılar gerçeği yansıtıyor mu? Gerçekten de Türkiye yüzünü Batı'dan Doğu'ya mı dönüyor? Özellikle de Avrupa Birliğine entegre olma sürecinde en ileri aşamayı temsil eden AKP döneminde! Esasında bir eksen kaymasından ziyade bir tarihi seyir değişikliği ve mecra değişimden bahsetmek daha doğru olur. Bu tarihi seyir siyasi mühendislikleri altüst ediyor ve bozuyor. Kime niyet kime kısmet tekerlemesini hatırlatırcasına esasında Türkiye kendisini Batı'ya hapseden bir vizyondan kurtarıyor. Yeniden aslı mecrasına ve eksenine dönüyor. Bu anlamda, 200 yıllık eksen kaymasını tekrar kendine dönerek tamir ediyor. Eksen yerine oturuyor. Tanzimat ve batılılaşma ile birlikte Türkiye siyasi olarak yüzünü Batı'ya dönmüştü. Kültürel olarak da akkültürasyon kavramının çağrıştırdığı şekilde kendi kültürünün üzerine başka kültürleri kaplama yapmıştı. Kendi kültürüne yabancılaştıkça vizyon ve eksen kaymasına uğramıştır. Şimdi, eskiden yapılan kaplamalar dökülüyor ve gerçek yapısı ortaya çıkıyor. 200 yıllık Batıcı ideoloji bizi Batı'ya taşıyamadı. Aksine batılılaşma sürecinde ve özellikle de son dönemde tecrit olduk ve Batı'daki topraklarımızı kaybettik. Akkültürasyon sonucu olarak da bir kimlik krizine ve aşınmasına düçar olduk. Geçenlerde Mısır'da yapılan bir toplantıda konuşan Mısır'ın tanınmış entelektüellerinden Tarık Bişri, Türklerin İslam'ın küresel güçleri olduğunu ve İslam'ı küresel alana taşıdıklarını söylemiştir. Araplar geniş fütuhat yapmalarına rağmen ona göre İslam'ı küresel alana taşıyamamışlardır. Türkler ise bunu başarmışlardır. Bundan dolayı Türkler pazu olarak ve askeri güç olarak İslamiyeti küresel bir faktör haline getirmişlerdir. Bu rol taşıyıcılık anlamındadır. Zaten İslam'ın ilkeleri küresel ve evrenseldir. Lakin bu hakikatler Türklerin eliyle küresel alana taşınmış ve açılmıştır.

*
Tarık Bişri'nin ifade ettiği gibi İslam'ın fizik olarak küresel gücü Türklerdir. İslamiyetin doktrin olarak küresel gücü ve aracı ise Ehl-i Sünnet anlayışıdır. İslam'ın Serüveni kitabında Marshall Hudson, İslamiyet'in küresel oyuncusunun ve gücünün Sünnilik olduğunu ifade etmiştir. İslam ortak paydasını genel anlamda bu anlayış temsil ettiğinden bunun haricinde kalan anlayışlar dikotomik (tezadçı) bir etkiye ve özelliğe sahip olmuşlardır. Dolayısıyla ister istemez yapıları gereği uyumu değil tezadı besliyorlar. Amerikalı akademisyen ve İslam tarihçisi Hudson'ın bu tespitini hem Türkler ve hem Sünnilik açısından Lübnanlı yazar Paul Salem güncellemektedir. Al Hayat gazetesinde tarafsız ve yansız bir bakış olarak Paul Salem şunları kaydediyor. Cengiz Çandar'ın da 'Türkiye'ye doğru anlamak' başlıklı yazısında Paul Salem'in bu analizine atıf var. Şu sözler onun derin analizinin bir ürünü ve mahsülatıdır :"

"Güvenliğin ötesinde, Türk politikasındaki kaymanın bir de politik ve ideolojik yönü var. Kendi Müslüman ve Osmanlı geçmişlerini reddederek kestirip atan önceki yılların radikal Kemalistlerinin tersine, Ak Parti gücünü Türkiye'nin Müslüman kimliğinden derliyor ve Osmanlı geçmişine neredeyse nostaljik bir bakışla güneydoğudaki komşularına yaklaşıyor. Ankara Avrupa iddiasını terk etmemekle birlikte, Avrupa ailesinin reddedilmiş evladı olmaktan Müslüman ailenin potansiyel babası olmaya doğru gidiş onu ferahlatıyor. Türkiye tüm Ortadoğu'da modernizm ile entegre olan tek ülkedir. İşlevsel bir demokratik siyasi sisteme, üretken bir ekonomiye sahiptir ve din ve laiklik, inanç ve bilim, bireysel ve kollektif kimlik, milliyetçilik ve hukukun üstünlüğü arasında işleyebilir dengeler kurmuştur. Fas'tan Pakistan'a kadar, bölgedeki hiçbir ülke bu şekilde bir başarı elde edememiştir. İran, Mısır ve diğer Arap ülkeleri gelecek değildirler. Türkiye olabilir. Bölgede derin tarihi kökleri bulunan büyük bir Sünni ülkesi olarak, bu, Türkiye'nin Ortadoğu'daki yüzyılının başlangıcı olabilir."

*
Arap basınında bu ve benzeri yazıları ve akis ve yansımaları görebiliriz. Yumuşak bir güç olarak sivrilen AKP bilerek veya bilmeyerek Türkiye ile Ortadoğu arasındaki tıkalı kanalları açmıştır. Bunun ötesinde aslında konjonktür Türkiye'ye yardımcı olmuş ve önünü açmış ve siyasi aktörler de bu fırsatı kıymetlendirmiş ve değerlendirmişlerdir. Ortadoğu'ya açılma ideolojik körlüğü veya Batıcılık ideolojisini de aşındırmaktadır. Bunun en iyi analizini The Jerusalem Post gazetesinden Aryeh Levin 'Erdoğan İsrail'e Menderes'i hatırlattı' başlıklı yazısında ortaya koymuştur. Biz de Macellan gibiyiz. Batı'ya giderken galiba siyasi olarak Doğu'yu yeniden keşfediyoruz. Portekizli bir gemici olan Macellan hep batıya giderek Çin ve Hindistan'a ulaşabileceğine inanıyordu. Alman imparatoru Şarlken'in desteğini alan Macellan, yolculuğuna ispanya'dan başladı. Amerikanın en güneyinden dolaştı. Büyük Okyanus'u geçip Filipinlere ulaştı. Dolayısıyla Batı'ya keşfedelim derken yeniden evimize döndük. Bu Yahya Kemal'in özelinde de böyledir. Batıcı ve Batı hayranı olan Yahya Kemal Beyatlı ancak Paris'i gördükten sonra evine dönebilmiş ve şarklı kimyasına yeniden kavuşabilmiştir.. Dolayısıyla Batı üzerinden bir geri tepme hali yaşıyoruz. Paul Salim'in dışında Hazim Sağiye gibi Al Hayat yazarları da Türkiye'nin bir imparatorluk tutkusu yaşadığını ve bu emellerin yeniden depreştiğini savunuyor. Ve bu bağlamda, AKP'nin yumuşak gücünün açtığı zeminin ileride bir imparatorluk zeminine dönüşmesi ihtimaline yönelik kaygılarını paylaşıyor.
Eksen kayması tartışmalarına bir de bu zaviyeden bakmakta fayda var…

8 Kasım 2009 Pazar

@ Çin: "Müslümanlara saygı duyuyoruz"

Çin Başbakanı Ven Ciabao, ülkesindeki Müslümanlara saygının tam olduğunu bildirdi.

Mısır'ın başkenti Kahire'de bulunan Ven, Sincan Uygur Özerk Bölgesindeki Müslüman halka karşı baskılar dolayısıyla eleştirilere hedef olan Pekin yönetiminin Müslümanlara saygı duyduğunu belirtti ve "Müslümanların inançları, kültür ve yaşam tarzlarına Çin'de saygı tamdır" dedi.

Arap Birliği'nin Kahire'deki merkezindeki açıklamasında, Çin'in hem çok etnili hem de çok dinli bir ülke olduğunu söyleyen Ven, "Çin hükümetinin siyasi temeli, bütün etnik gruplar arasındaki eşitliği sağlamak ve bütün bölgelerin kalkınmasını hızlandırmaktır" ifadesini kullandı.

Sincan Uygur Özerk BÖlgesindeki olaylara doğrudan değinmeyen Ven Ciabao, "Çin'de 10 farklı etnik gruptan 20 milyon kadar kişi Müslüman ve bunların hepsi Çin ulusunun bir üyesidir" diye konuştu.

19 Ekim 2009 Pazartesi

@ Yeni Osmanlılara hazır olun...

İsrailli profesör Zeevi, Yediot Ahronot’taki makalesinde, Arap ülkelerine yakınlanmaşta olan Türkiye için İsraillileri uyardı ve “Yeni Osmanlılara hazır olun” dedi.

Son günlerde görünürde birbirinden bağımsız iki olay meydana geldi; Türkiye Ermenistan arasında tam diplomatik ilişkiler kurulması ve Türkiye'nin İsrail'in katılımında gerçekleşecek uluslararası büyük bir hava tatbikatını iptal etmesi. Ancak eğer işe Ankara tarafından bakarsak bu iki olay arasında direk bir ilişki olduğunu ve ikisinin de aynı kaynaktan sebeplendiğini anlarız.

Son senelerde; Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelmesinden bu yana Türkiye'nin stratejinde yeni bir sürece girilmiştir. Türkiye, Avrupa Birliği'ne girme arzusundan vazgeçmeden doğusunda ve güneyinde bulunan bölgede konumunu yeniden gözden geçirmek istedi. Bu yürüyüş kaynağını uzun vadeli iki tarihi sebepten almaktadır. Bunlardan ilki Arap ve İslam dünyası ile ilişkilerinin ısınmış olması, diğeri de Kafkas bölgesi ve doğusundaki Türkçe konuşan bölge ile bağların yenilenmesidir.

Türkiye bilindiği gibi nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkedir. Bizler Türkiye'nin Arapları desteklediği varsayımına meylediyoruz. Ancak Arapların Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı yönetimine ihanet etmesinden, özellikle de laik Mustafa Kemal Atatürk'ün iktidara gelmesinden sonra bakışlarını Modern Avrupa yönüne çeviren Türkiye ile Doğu arasında uzaklaşma meydana geldi.

Son yıllarda ise iki taraf arasında yeniden yakınlaşma görülmeye başlandı. Türkiye'nin Filistin mücadelesine gösterdiği sempatinin de bunda etkisi oldu. PKK'nın gizli lideri Abdullah Öcalan'ın Suriye tarafından Türkiye'ye teslim edilmesinin ardından iki ülke arasındaki buzların erimesi, daha sonra da şu anki hükümetin iktidara yükselişi bu süreci iyice hızlandırdı. Öyle ki bu hükümet kendisinden önce gelenlerden farklı bir şekilde İslam'la Türk demokrasisini entegre etmeye çalışmaktadır. Türkiye'ye Arap ve İslam dünyasına yakınlaşmasında en çok yardımcı olan ise ''dökme kurşun'' operasyonunda Türk halkının İsrail'e öfke püskürmesi oldu.

Bu ilerleyişin yanında Türkiye ayrıca son senelerde Kafkas ülkeleri ve doğusunda yer alan Türkçe konuşan halklarla ilişkilerini yeniden başlattı. Türkiye eskiden beri ve hala da oralarda nüfuzu olduğu düşüncesiyle Kafkas bölgesine özel bir ilgi göstermektedir. Türkçe konuşan halklarla –Azeriler, Özbekler, Tacikler ve diğerleri- ilişkisi genişletilmiş milli mefhumunun bir parçasıydı. Ancak bu ilişkiler Sovyetler Birliği'nin tüm bölgeye hakim olduğu Soğuk Savaş döneminde neredeyse tamamen kesildi. Demir perde düşünce ise ilişkiler yeniden gelişmeye başladı ve Türkiye bölgenin diplomatik ve iktisadi faaliyetlerinin merkez noktası haline geldi.

Tüm bu gelişmeler Türkiye'yi konumunu yeniden değerlendirmeye ve bölgesel büyük bir devlete dönüşme arzusuna itti. Orada yeni bir Osmanlı'dan ve Türkiye'nin, geçen yüzlerce sene boyunca yaptığı gibi bölgeye barışı getirmek için çabaların sürdürülmesi adına omuzlarına yüklediği görevden bahsediliyor. Bu bağlamda yeni dışişleri bakanı Davutoğlu, Türkiye'nin Avrupa, Orta Doğu ve Kafkaslarda merkezi odak ve buluşma noktası olacağı yeni, derin bir stratejinin kurulmasından bahsetti.
Bu stratejik plan, Türkiye'nin dış politikasında bazı değişiklikleri zorunlu kılmaktadır. Bunlardan biri de İsrail'le ilişkilerini aleni bir şekilde sürdürmemektir. Türkiye Ordusu bu önemli ilişkisinden muhakkak kolaylıkla vazgeçmeyecektir. Ancak Türk diplomatik planlamacılar içten ve dıştan gelen eleştirileri durdurmak için – Türk gazeteciler, TSK'nın Gazze'yi vurmasına hazırlık olarak İsrailli uçaklara alçak uçuşlu saldırı uygulaması eğitimi yaptırdığını iddia ettiklerinde halkın büyük tepkisini toplamıştı- orada iki ülke orduları arasında aleni etkinliklerin azaltılmasına ihtiyaç olduğunda karar kıldı. Böylece bedeli İsrail'le ilişkilerden taviz vermek bile olsa kendilerini İslam dünyasına daha tarafsızmış gibi sunmuş oldular.

Bu yeni bakış açısı onları ayrıca Ermenistan'la ilişkileri yeniden başlatmaya ve iki devlet arasında diplomatik ilişkiler kurulması için ittifak imzalamaya itti. Şunu hatırlamalıyız ki Türkiye, Sovyetler Birliği'nin çökmesiyle yeni Ermenistan devletini tanımıştı. Ancak Ermenistan ve Azerbeycan arasında Dağlık Karabağ bölgesi üzerine anlaşmazlık yaşanınca Türkiye Azerbeycan'ı destekledi ve bu da Ermenistan'la ilişkilerin kopmasına neden oldu. Türkiye'nin dış sorumluları eğer Kafkaslar'da ve Hazar Denizi Bölgesi'nde merkezi bir rol oynamak istiyorlarsa eski kinleri aşmaları, Ermenistan'la ilişkilerini iyileştirmeleri ve daha dengeli bir konum sunmaları
gerektiğini anladı.

Bu nedenle Türkiye'nin bakış açısından bakılırsa bu iki eylemin, en büyük gayesi Türkiye'yi barış getiren bölgesel süper bir güç konumuna yerleştirmek olan stratejik adımın bir parçası olduğu açıklaması yapılabilir. Türkiye'nin İsrail'le ilişkisini geriletme adımı Arap ve İslam dünyasından ortaklarıyla ilişkilerini iyileştiyor. Ermenistan'la ilişkilerini geliştirmesi ise Türkiye'nin doğusunda bulunan ve Türkçe konuşan Müslüman kardeşlerine zarar veriyor. Ancak bu iki adımın gayesi de doğduğu mekanda kendi anlayışına, bundan önce de tarihi çarpıklığa uygun bir denge oluşturmaktır.

Dror Ze'evi Üniversitesi Ortadoğu Bölümü'nde öğretim görevlisi

4 Ekim 2009 Pazar

@ Türkiye'nin büyüklüğünü çekemeyenler var...

Tarih profesörü Prof. Dr. Halil İnalcık, Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi'nin (ADAM) "Cuma Konferansları" adlı etkinlikleri kapsamında "Osmanlı Tarihi Konusundaki Temel Tartışmalar ve Gerçekler" başlıklı bir konferans verdi.

İnalcık, modern Avrupa'nın ortaya çıkmasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük rol oynadığını, ancak Avrupalı tarihçilerin bu gerçekle yüzleşmek istemediklerini söyledi. "Avrupa'nın tarihini iyi okumak lazım" diyen İnalcık, Avrupa-Osmanlı ilişkisindeki bu durumun günümüzdeki AB-Türkiye ilişkilerini de önemli ölçüde belirlediğini anlattı.

"Türkiye'yi AB'ye almaktan kaçınanların Türkiye'nin önemini hazmedediklerini" söyleyen İnalcık, "Türkiye çok tehlikeli ve çetin bir dönemden geçiyor. Avrupa'da ve dünyada Türkiye'nin büyüklüğünü çekemeyenler var" diye konuştu.

30 Eylül 2009 Çarşamba

@ En zengin müslüman ülke...

Dünyanın en büyük ekonomileri sıralamasında Dünya Bankası verilerine göre 16. sırada yer alan Türkiye, satın alma gücü paritesine göre Gayri Safi Milli Hasıla'da (GSMH)Müslüman ülkeler arasında ise birinci sırada yer alıyor. 1 trilyon 29 milyar Dolarlık GSMH ile 57 üyesi bulunan İslam Konferansı Örgütü içerisinde ilk sırada yer alan Türkiye, satın alma gücü paritesinde kişi başına düşen milli gelir bakımından ise 13 bin 138 Dolar ile 7. sırada yer alıyor.

TÜRKİYE BİRİNCİ, ENDONEZYA İKİNCİ SIRADA
Nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasında 5. sırada yer alan Türkiye, İslam Konferansı'na üye 57 ülke arasında satın alma gücü paritesinde 1 trilyon Dolar GSMH ile birinci gelirken, Türkiye'yi dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi olan Endonezya takip ediyor. 230 milyona yakın nüfusunun 210 milyonunun Müslüman olduğu Endonezya, 907 milyar Dolarlık GSMH ile İslam ülkeleri arasında ikinci sırada yer alıyor. Endonezya, satın alma gücü paritesinde kişi başına düşen milli gelir bakımından ise 3600 Dolar ile 27. sırada yer alıyor.

KÖRFEZ ÜLKELERİ ÖNDE, AFRİKA ÜLKELERİ SONLARDA YER ALIYOR
Satın alma gücü paritesinde kişi başına düşen milli gelir (45 bin Dolar) bakımından en zengin Müslüman ülke olan Birleşik Arap Emirlikleri, 208 milyar Dolarlık GSMH ile 11. sırada yer aldı. Petrol bakımından körfezdeki Arap ülkelerinin kişi başına düşen milli gelir bakımından önde olduğu sıralamada, hem toplam GSMH'da hem de kişi başına düşen milli gelirde Müslüman Afrika ülkeleri ile Filistin son sırada yer alıyor.

DÜNYA EKONOMİSİNİN YÜZDE 13'Ü…
8 trilyon Dolarlık GSMH ile İslam ülkeleri, dünya ekonomisinin ancak yüzde 13'ünü elinde bulunduruyor. Bu oran, dünya nüfusunun üçte birinden fazlasını oluşturan Müslüman ülkeler için düşük bir rakam olarak göze çarpıyor. 65 trilyon 820 milyar GSMH'ya sahip tüm dünya ülkeleri arasında, 27 üyeli Avrupa Birliği 12 trilyon 180 milyar Dolarlık bir GSMH'ya sahip bulunuyor.

Dünya ekonomisinin yüzde 13'ünü oluşturan İslam Konferansı Örgütü ülkelerinin satın alma paritesinde GSMH ve kişi başına GSMH'den düşen pay şu şekilde sıralanıyor:

İKÖ ÜYESİ ÜLKELERİN GSMH VE KİŞİ BAŞINA DÜŞEN MİLLİ GELİR RAKAMLARI
1-Türkiye: 1,028,897,000,000 - 13,138
2- Endonezya: 907,264,000,000 - 3,600
3-İran: 839,438,000,000 - 8,400
4- Suudi Arabistan: 601,200,000,000 - 13,100
5-Mısır: 445,300,000,000 - 3,900
6 –Pakistan: 401,900,000,000 - 2,400
7 –Bangladeş: 376,300,000,000 - 2,100
8 –Malezya: 327,030,000,000 - 12,000
9 –Cezayir: 274,500,000,000 - 7,200
10-Nijerya: 234,500,000,000 - 1,400
11 –Birleşik Arap Emirlikleri: 208,100,000,000 - 45,200
12 –Fas: 204,300,000,000 - 4,100
13 -Kazakistan: 173,800,000,000 - 8,300
14-Kuveyt: 156,100,000,000 - 20,300
15 –Sudan: 149,890,000,000 - 2,100
16 –Tunus: 131,850,000,000 - 8,200
17-Katar: 124,420,000,000 - 28,300
18 –Libya: 121,000,000,000 - 11,800
19 –Irak: 104,310,000,000 - 1,800
20- Suriye: 93,760,000,000 - 3,900
21-Özbekistan: 88,360,000,000 - 1,900
22 –Azerbaycan: 72,990,000,000 - 5,400
23-Uganda: 66,390,000,000 - 1,800
24 –Umman: 65,750,000,000 - 13,500
25-Kamerun: 53,140,000,000 - 2,300
26-Türkmenistan: 49,580,000,000 - 7,900
27 –Fildişi Sahilleri: 45,850,000,000 - 1,600
28 –Ürdün: 37,180,000,000 - 4,700
29 –Mozambik: 28,460,000,000 - 1,300
30-Lübnan: 22,780,000,000 - 6,000
31 –Afganistan: 21,500,000,000 - 800
32 –Senegal: 20,570,000,000 - 1,800
33 -Yemen:19,360,000,000 - 900
34-Arnavutluk: 18,870,000,000 - 5,300
35-Gine: 18,650,000,000 - 2,000
36 -Burkina Faso: 16,660,000,000 - 1,200
37 –Bahreyn: 15,900,000,000 - 23,100
38- Çad: 13,980,000,000- 1,400
39 -Mali: 13,610,000,000 - 1,200
40-Nijer: 11,590,000,000 - 1,000
41-Kırgızistan: 10,080,000,000 - 2,000
42 -Gabon: 9,739,000,000 - 7,000
43 –Togo: 8,802,000,000 - 1,600
44 –Tacikistan: 8,617,000,000 - 1,200
45 -Benin: 8,419,000,000 - 1,100
46 –Moritanya: 6,901,000,000 - 2,200
47-Brunei: 6,842,000,000 - 23,600
48 -Sierra Leone: 4,939,000,000 - 800
49 –Somali: 4,809,000,000 - 600
50 –Guyana: 3,439,000,000 - 4,500
51 –Gambiya: 3,034,000,000 - 1,900
52-Surinam: 2,893,000,000 - 6,600
53-Maldivler: 1,250,000,000 - 3,900
54-Gine-Bissau: 1,171,000,000 - 800
55-Cibuti: 619,000,000 - 1,000
56-Komor Adaları: 441,000,000 - 600
57-Filistin (Mevcut değil)
TOPLAM: 7,882,495,000,000

@ Hahamlık anket yaptırdı...

Beyoğlu Musevi Hahamhanesi Vakfı tarafından yapılan ve Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu Demokrasi ve İnsan Hakları İçin Avrupa Aracı (DIHAA) programı tarafından desteklenen anketten ilginç sonuçlar çıktı. Telefonla yapılan ankette bin 108 deneğe Türkiye'deki demokrasinin işleyişi, kimlik tanımlaması ve Filistin-İsrail çatışmasının Yahudi algısına etkileri gibi sorular yöneltildi. Türkiye İstatistik Kurumu'nun bölgesel nüfus ve kent kır dağılımlarının esas alındığı anket, 18 Mayıs-18 Haziran 2009 tarihleri arasında yapıldı. Çalışmanın amacı, genelde kamuoyunun diğer kimlik ve inançlara bakışını değerlendirmek özelde ise Türk Musevi'lerinin algı ve imajının ölçülmesi olarak belirtildi.

Ankete katılanların yüzde 49'u erkek, yüzde 51'i ise kadınlardan oluşuyor. Deneklerin yaş aralığı ise şöyle: 18-24 yaş arası yüzde 20, 24-34 yaş arası yüzde 26, 35-44 yaş arası yüzde 21, 45-54 yaş arası yüzde 15, 55-64 yaş arası yüzde 11 ve 65 yaş üzeri yüzde 7. Deneklerin eğitim durumları ise; ilkokul ve altı yüzde 45, orta öğretim yüzde 40, üniversite ve üzeri ise yüzde 15. Deneklerin yüzde 67'si kentten yüzde 33'ü ise kırsal bölgeden seçildi.

Ankette Türkiye'de demokrasinin işleyişinden memnunluk derecesi 10 üzerinden 4,3 seviyesinde kaldı. Düşük eğitim seviyesindekiler, AK Parti seçmeni, kırsal kesimde yaşayanlar, dindarlar ve kadınların Türkiye'deki demokrasiden memnunluk derecelerinin daha fazla olduğu gözlendi. Ankete katılanlara sorulan "Genel olarak Türkiye'de demokrasinin işleyişinden ne derece memnunsunuz?" sorusuna deneklerin yüzde 44'ü memnun olmadığı karşılığını verdi. Yüzde 25'i 'ne memnunum ne de memnun değilim derken yüzde 30'u memnun olduğunu ifade etti.

"Sizce genelde insanların çoğuna güvenilir mi, yoksa insanlara dikkatli yaklaşmak mı gerekir?" sorusuna dikkatli yaklaşmak gerektiği cevabını verenler yüzde 72 gibi yüksek bir rakam çıkarken, çoğu insana güvenilebilir diyenler ise yüzde 14 oranında kaldı.

Denekler "Kendinizi tek bir kimlikle tanımlayacak olsanız şu sayacaklarımdan öncelikle hangisini kendinize uygun görürdünüz?" sorusuna yüzde 51 TC vatandaşı, yüzde 19'u Müslüman, yüzde 19'u Türk karşılığını verdi. Aynı soruya Kürt diyenler yüzde 2, Alevi diyenler yüzde 2 oranında kalırken yüzde 7'si kimlik tanımlamadı ve yüzde 1'i de 'cevap yok' dedi.

Ankete katılanlara 'Sizce bu kesimlerden her biri toplum içinde kimlik veya inançlarını ne derece özgürce ifade edebiliyorlar' sorusu soruldu. Bu soruya verilen cevapta: Müslümanlar özgür diyenler yüzde 64, ne özgür ne özgür değil diyenler yüzde 17, özgür değil diyenler yüzde 18, fikir belirtmeyenler yüzde 1. Hıristiyanlar özgür diyenler yüzde 60, ne özgür ne özgür değil diyenler yüzde 18, özgür değil diyenler yüzde 13, fikir belirtmeyenler yüzde 9. Museviler özgür diyenler yüzde 57, ne özgür ne özgür değil diyenler yüzde 19, özgür değil diyenler yüzde 14, fikir belirtmeyenler yüzde 10.

Alevileri özgür görenlerin oranı yüzde 55 olurken ne özgür ne özgür değil diyenler yüzde 17, özgür değil diyenler yüzde 21, fikir belirtmeyenler de yüzde 7. Ateistler özgür diyenler yüzde 46, ne özgür ne özgür değil diyenler yüzde 19, özgür değil diyenler yüzde 24, fikir belirtmeyenler yüzde 11.

Aynı soru kendileri için sorulan deneklerden yüzde 83'ü kendi inanç ve kimliğini özgürce ifade ettiğini söyledi. 'Ne özgür ne özgür değil' diyenler yüzde 9, 'özgür değil' diyenler yüzde 6, fikir belirtmeyenler ise yüzde 2 oranında.

Ankete katılan vatandaşlar iki ülke arasında yaşanan çatışmada her iki ülkenin hükümetini de sorumlu tutuyor. Deneklerin daha çok İsrail hükümetini sorumlu tuttuğu gözlendi.

Ankette sorulan İsrail hükümeti ile Filistin hükümeti ve HAMAS'ın izlediği politikaların barışı sağlamaya yönelik mi yoksa daha büyük çatışmalara mı yol açtığı şeklindeki soruya denekler her iki tarafında çatışmayı körüklediğini belirtti. İsrail'in çatışmayı körüklediğini düşünenler yüzde 80, Filistin hükümetinin çatışmayı körüklediğini düşünenler ise yüzde 65 oranında çıktı. Deneklerin yüzde 68'i İsrail'in politikalarından sadece İsrail Devletinin sorumlu olduğunu belirtirken yüzde 20'si dünyadaki tüm Yahudileri sorumlu tuttu.

Ankette sırayla MİT, yargı, emniyet, ordu ve siyasi partilerde üst düzey mevkilerde gayrimüslimlerin görev almasından rahatsızlık duyanların oranı, rahatsızlık duymayanlardan fazla çıktı. Sağlık, bilimsel araştırmalar ve belediyelerde gayrimüslimlerin görev almasından ise rahatsızlık duymayanların oranının fazla olduğu gözlendi.

Ankete katılan vatandaşların istemedikleri komşu sıralamasında Ateistler ilk sırada yer aldı. 'Kimleri komşu olarak istemezdiniz' sorusunda ise Ateist bir aile istemeyenlerin oranı yüzde 57, isteyenlerin oranı ise yüzde 42 çıktı. Türk vatandaşı Yahudi azınlığa mensup bir aile istemeyenler yüzde 42, 'isterdim' diyenler yüzde 57 oranında. Türk vatandaşı Hıristiyan azınlığa mensup bir aile isteyenler yüzde 35, istemeyenler ise yüzde 63. Başka ülkeden gelmiş yabancı bir aile istemem diyenlerin oranı yüzde 18, 'isterdim' diyenler ise yüzde 81 seviyesinde. Müslüman ancak farklı bir mezhepten olan bir aile isteyenler yüzde 13, isteyenler yüzde 86.

26 Eylül 2009 Cumartesi

@ Türkiye 2050'de devler liginde

Yatırım bankası Goldman Sachs, Türkiye’nin 2050’de dünyanın dokuz, Avrupa’nın üçüncü büyük ekonomisi olabileceğini belirtti.
Goldman Sachs'a göre, 2050’de kişi başı gelir de 60 bin dolara çıkacak...

Türkiye ekonomisinin yıldızının gelecekte parlaması bekleniyor. Yatırım bankası Goldman Sachs, Türkiye’nin 2050 yılında dünyanın dokuzuncu, Avrupa’nın ise üçüncü büyük ekonomi olabileceğini belirtti. AB ve IMF gibi dışsal bir çıpa olmamasına karşın ekonomide ciddi bir büyüme potansiyeli olduğuna dikkat çeken Goldman, 2050’de Türkiye’nin ekonomi büyüklüğüne ilişkin çarpıcı tespitlerde bulundu.

JAPONYA’YI GEÇECEĞİZ

Goldman Sachs’a göre, Türkiye’nin gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğü 2050’de 6 trilyon dolara ulaşacak. 2008 sonu itibariyle 730 milyon dolar olan milli gelirin yaklaşık 10 kat artacağı öngörülüyor. Kuruluşun projeksiyonuna göre Türkiye 2050’de Japonya, Almanya ve Fransa’yı geçerek dünyanın dokuzuncu büyük ekonomisi olacak.

60 BİN DOLAR GELİR

Türkiye şu anda dünyanın 17. büyük, Avrupa’nın sekizinci büyük ekonomisi konumunda. Goldman, Türkiye’de kişi başı gelirin de 60 bin dolara ulaşabileceğini belirtti. Şu anki kişi başı gelirin 10 bin 436 dolar olduğu dikkate alındığında yaklaşık 6 katlık bir refah artışı yaşanacak. Kişi başı gelirde şu anki Avrupa Birliği ortalamasıyla Türkiye arasında yüzde 75’lik bir fark var. Goldman’ın projeksiyonuna göre bu fark 2050 yılında yüzde 25’e inecek.

17 Eylül 2009 Perşembe

@ Güneşten bir işaret; Ahir Zaman işareti...

Almanya'da düzenlenen Avrupa Gezegenbilimi Kongresi'nde astronomlar, aralıksız devam eden fırtınanın bugüne dek Güneş Sistemi'nde gözlenen en uzun fırtına olduğunu belirtti.

Kongrede yapılan açıklamada, bu fırtınanın, 2004'de Satürn'ün yörüngesine giren ve gezegeni inceleyen Amerikan Cassini uzay aracının belirlediği 9. fırtına olduğu belirtildi.

Çapının 3 bin kilometreyi bulduğu sanılan bu atmosfer olayının genellikle Satürn'ün güney yarım küresinde, bilim adamlarınca "fırtına geçidi" adı verilen bölgede meydana geldiğine, şimşeklerin oluşturduğu radyo dalgalarının Dünya'da oluşanlardan bin kat güçlü olduğuna dikkat çekildi.

Avusturyalı, Fransız ve Amerikalı bilim adamlarının yaptığı incelemelere katılan Avusturya Bilim Akademisi'nden Georg Fischer, bu fırtınaların gücünün ve süresinin şaşırtıcı olduğunu, yaydığı radyo dalgalarının Satürn'ün iyonosferini incelemek için faydalı olacağını da ifade etti.

Satürn'de bundan önceki uzun süreli fırtınalar, 2007 Kasım ayında ve 2008 Temmuz ayında meydana gelmişti.

@ Türkiye-Suriye kardeşliği...

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye ile Suriye arasındaki vize uygulamasının karşılıklı olarak kaldırıldığını açıkladı.

İki ülke heyetleri arasındaki görüşmenin ardından Davutoğlu ile Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim ortak basın toplantısı düzenledi.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, toplantıda yaptığı açıklamada, Türkiye ile Suriye arasındaki vize uygulamasının karşılıklı olarak kaldırılmasına, ayrıca Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmasına karar verildiğini ifade etti.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye ile Suriye arasında vizelerin tümüyle kaldırılmasına karar verildiğini belirterek, ''Buradan kardeş Suriye halkına seslenmek istiyorum; Türkiye sizin ikinci memleketinizdir ve Türk halkı vizesiz bir şekilde sizlere kucağını açmaktadır'' dedi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın katılımıyla gerçekleşen heyetler arası görüşmelerin sonunda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim tarafından ''Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması'' imzalandı.

İmzaların atılmasının ardından Suriye Dışişleri Bakanı Muallim ile ortak basın toplantısı yapan Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye ile Suriye'nin iki dost ve komşu ülke olduğunu belirterek, Suriye Devlet Başkanı Esad ve Başbakan Erdoğan başkanlığında gerçekleştirdikleri toplantıların sonunda iki ülke arasındaki vizelerin tümüyle kaldırılmasına karar verdiklerini söyledi.

Davutoğlu, artık Türkiye ve Suriye vatandaşlarının vizeye ihtiyaç duymadan iki ülke arasında seyahat edebileceklerini ifade etti.

Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin bölge için ve uluslararası alanda örnek bir komşuluk ilişkisi haline dönüştüğünü vurgulayan Davutoğlu, alınan kararın taraflar arasındaki karşılıklı güven ilişkisinin göstergesi olduğunu söyledi.

İkinci önemli tarihi adımın, iki ülke arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulması kararının alınması olduğunu ifade eden Davutoğlu, bu mekanizmayla her yıl iki ülkenin başbakanlarının eş başkanlığında her iki hükümetin en önemli bakanlarının katıldığı ortak kabine toplantıları yapılacağını anlattı.

-''BAKANLAR KONSEYİ TOPLANACAK''-

Bu ortak kabine toplantısı öncesi yılda en az bir kez olmak üzere Bakanlar Konseyi'nin toplanacağını ifade eden Davutoğlu, şöyle konuştu:

''Bu Bakanlar Konseyi'nde Dışişleri, Enerji, Ticaret, Bayındırlık, Savunma, İçişleri ve Ulaştırma bakanlıkları yer alıyor. Bu adı geçen bakanlar yılda en az iki kez toplanarak ortak eylem planı hazırlayacaklar. Bu ortak eylem planı Bakanlar Konseyi'nde ele alınıp kapsamlı bir çerçeveye oturtulduktan sonra iki başbakanın eş başkanlığında yapılacak toplantıda uygulamaya geçirilecek. İkili ilişkilerimizde ulaştığımız bu düzey gerçek bir komşuluk, örnek bir komşuluk ilişkisini yansıtmaktadır. Her iki konuda da gösterdiği anlayış ve işbirliği dolayısıyla değerli kardeşim Dışişleri Bakanı Muallim'e teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca, bölgesel alanda da işbirliğimiz en geniş şekilde sürecektir.''

Davutoğlu, bölgede de Türkiye ile Suriye arasındaki işbirliği anlayışının kökleşmesini, yerleşmesini istediklerini ifade ederek, ''Bu çerçevede çok değer verdiğimiz iki kardeş, komşu ülke olarak Irak ile Suriye arasındaki ilişkilerin en üst düzeyde gelişmesini ve ortaya çıkacak pürüzlerin giderilmesini ümit ediyoruz. Bu konuda her türlü gayreti göstermeye devam edeceğiz. Ayrıca Orta Doğu barış süreci ve Lübnan gibi konularda da içeride kapsamlı istişareler yapıldı'' diye konuştu.

-''İŞBİRLİĞİ EN İYİ ŞEKİLDE DEVAM EDECEK''-

Türkiye ile Suriye arasında bütün bu bölgesel konularda işbirliğinin en iyi şekilde devam edeceğini dile getiren Davutoğlu, şöyle devam etti:

''Bizim halklarımız asırlar boyu bir arada, iç içe yaşamışlar ve ortak bir tarihi paylaşmışlardır. Kısa bir fetret döneminden sonra tekrar halklarımızı kaynaştıracak olan bu tarihi adımı, geleceği inşa edecek önemli adımlar olarak görüyoruz. Böylece halklarımız iki ülkeyi kendi ülkeleri gibi hiçbir engel olmadan, hiçbir vize olmadan ziyaret edebileceklerdir. Ben buradan kardeş Suriye halkına seslenmek istiyorum; Türkiye sizin ikinci memleketinizdir ve Türk halkı vizesiz bir şekilde sizlere kucağını açmaktadır. Halklarımızın bu kardeşliği, iki hükümetin birlikte oluşturacağı ortak kabine toplantıları ile siyasi düzeye yükseltilmiştir. İnşallah gelecek hepimiz için, iki ülke için de bölgemiz için de daha parlak olacaktır. Ben Türk halkı adına da bu anlayış ve işbirliği dolayısıyla Suriye Devlet Başkanı Esad'a ve Dışişleri Bakanı Muallim'e tekrar teşekkür ediyorum. Kendi memleketinize hoş geldiniz.''

uriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, Suriye ile Türkiye arasında taşımacılık yapan tırlara uygulanan vergilerin kaldırılması yönünde karar aldıklarını bildirdi.

Muallim, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile düzenlediği ortak basın toplantısında yaptığı konuşmada, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesinin çok yapıcı bir ortamda geçtiğini belirtti.

İki ülke arasında Stratejik İşbirliği Meclisi'nin kurulmasının kararlaştırıldığını ifade eden Muallim, ''Bu da işbirliği, dayanışma ve karşılıklı güvenin en büyük göstergesidir'' dedi.

Muallim, bu ziyaret ve toplantı vesilesiyle Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın almış oldukları karar doğrultusunda her iki halka da bir armağan vermek istediklerini ifade ederek, bunun da her iki ülkenin uygulamış olduğu vizenin tamamen kaldırılması yönünde olduğunu söyledi.

Türk halkına seslenen Muallim, ''Şimdiden 'Suriye'ye hoş geldiniz' diyorum. Suriye'ye geçişleriniz, İstanbul'dan Ankara'ya geçişleriniz gibi olacaktır. Aynı şekilde Suriye vatandaşları için de Türkiye'ye giriş çıkış Halep ile Şam arasında gidiş geliş yapar gibi olacaktır'' diye konuştu.

Muallim, bunun, ilişkilerin halklar seviyesine yansıyınca daha da pekişeceğinin en büyük göstergesi olduğunu belirterek, ''Ticari işbirliği hacminin giderek daha da artırılması, enerji işbirliğinin geliştirilmesi, elektrik, doğal gaz, su... Her iki ülke arasında taşımacılık yapan tırlara da uygulanmış olan vergilerin kaldırılması yönünde karar almış durumdayız'' dedi.

Suriye ile Irak arasında krizin sona erdirilmesi yönünde Türkiye'nin gösterdiği çabaya teşekkür eden Muallim, Esad ile Erdoğan arasındaki görüşmede barış konusunun da gündeme geldiğini kaydetti.

Uluslararası hukuk çerçevesinde Suriye ile İsrail arasındaki dolaylı barış görüşmelerinin tekrar başlaması için her iki liderin de görüş birliğine vardıklarını dile getiren Muallim, ''Ancak barış konusunda bir İsrailli ortağın olmadığı kanaatine varmış durumdayız. Sayın Bakan'a teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Yarınki 4'lü toplantı için kendisi bizi bir gün daha ağırlayacak. İstanbul'un güzelliğinin de bir kez daha doyumuna varacağız'' diye konuştu.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu da ''İstanbul sizin şehriniz'' karşılığını verdi.

@ Dawkins'in kitabı hakkında bir söyleşi...


Doç Dr. Aliye Çınar, Richard Dawkins’in Tanrı Yanılgısı kitabını, uzmanlık alanının, din felsefesinin birikimiyle analiz etti. Profil yayıncılıktan, Tanrı Yanılgısı Üzerine –İnanmak ya da İnanmamak (2009) ismiyle vitrinlerdeki yerini çoktan aldı. Biz de yazarla, kitap hakkında yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

Söyleşiye kitabın isminden başlayalım isterseniz. “Tanrı Yanılgısı Üzerine” kadar, sanki kitabın diğer ismi de çok dikkat çekici, “İnanmak ya da İnanmamak”. Niçin bu ismi kullandınız?

Evet, bunun hemen dikkat çekmesi hoşuma gitti. Çünkü kitapta sadece Tanrı Yanılgısı’nı analiz etmedik. Aynı zamanda “inanmanın ve inkârın” temel dinamiklerini de ortaya koyduk. Belki de “inanmak ya da inanmamak, bütün mesele bu” demek istedik.

Tanrı Yanılgısı kitabının ülkemizde çok ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?

Ben ateist olanları anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Bir bakıma ateistleri, yargılamaksızın korumalıyız. Tanrı tanımazlıklarını kendi dünyalarında yaşayanları, kesinlikle anlamaya çalışmalıyız. Ancak Dawkins gibi, ateizm misyonerleriyle de hesaplaşarak zihinlere açıklık getirmeliyiz. Hatta Antony Flew gibi, inandığını ilan edenlere karşı, Dawkins’in neden saldırgan olduğunu ve neden onları “döneklikle” suçladığını da soğukkanlılıkla takip edip çözümlemeliyiz. Ancak olması gereken, saldırganlıktan ziyade anlamaktır. Çünkü bu konuda, olanı olduğu gibi kabul etmeyi kutsal kitaplar, özellikle de Kuran öğütlüyor bize. “Sizin inkârınız size, benim imanım ise bana” ifadesi bunu açıkça göstermektedir. Ateizm gerçekte bir tür yazgı gibi… Elbette yazgı derken, tamamen belirlenmiş, değiştirilemez, sıkı bir kaderciliği ima etmiyorum. Ancak bir hikayenin veya bir yaşamın (kültür, geçmiş travma, öfke vb) adını biz çoğu zaman, iman veya inkar potasında isimlendirmek durumunda kalırız. Richard Dawkins eserinde, “ateistlerden hiç inançsızlıkları uğruna savaşan var mı?” diyor. Tabii ki şimdilerde ateizmin en iyi savaşçısı Dawkins. Ancak bu zorlu işte nasipsiz! olduğunu da itiraf etmeden geçemiyor. Deyim yerindeyse tek müridi Douglas Adams’a hitaben, bütün çabalarıma rağmen “muhtemelen inancını değiştirdiğim tek kişisin” demektedir. Neredeyse ömrünü adadığı inançsızlığın ilmihali niteliğindeki Tanrı Yanılgısı kitabını da doğal olarak, kendisine inanmış biricik takipçisi Douglas Adams’a ithaf etmiştir. Dawkins’in kendi sorduğu soru (ateistlerden inançsızlıkları uğruna savaşan gördünüz mü) ateizm propagandası için kamplar kurması ve bir biyoloji profesörü olarak inançsızlığın ilmihalini yazması, üstelik bütün çabalarına rağmen sadece bir tane müridi olması yana getirildiği zaman, muazzam bir çelişkiler demeti ortaya çıkmaktadır. Ülkemizden müridi çıkar mı bilmiyoruz ama görünen o ki oldukça basireti bağlanmış bir haldeyiz. Kısacası Aydınlanma düşüncesi batıda sorgulandı, şimdilerde maliyeti telafi edilmeye çalışılıyor. Ancak biz bu Aydınlanma vapurunda çok fazla kaldık. Deniz çok sisli mi bilinmez, kaptan henüz karayı görmediği için, Aydınlanma vapurunda Tanrı Yanılgısı kitabı ilgi gördü. Çünkü deniz bazen tutar insanı…

Dawkins’in haklı olduğu noktalar yok mu? Ayrıca bizim de yanıldığımız yerler olamaz mı?

Olmaz olur mu? Bir kere yanlış din algıları, dinin nasıl kötüye kullanıldığını iyi serimliyor. Ancak Dawkins, bunların insanların kendi zaafları olduğunu atlayıp, bu yanlışları dine fatura ediyor. Belki de ülkemizdeki dine karşı soğuk tutumun altında da benzer bir durum olabilir. Din, cehalet prangalarının esaretinde kalmıştır. Böyle olunca din, sanki gelişmemiş insanlara hitap ediyor izlenimi vermektedir. Oysa medeni insanların, en deruni ve içten inananlar olduğu bilinir. Zira bilgi de medeniyet bakımından güçlü ve devingen dönemlerde oluşur. Din de böyledir. Hatta böyle olduğu için medeniyeti oluşturmada önemi inkâr edilemez. Ne var ki Dawkins, insanın bir kültür ve medeniyet varlığı olduğunu unutur. Sanki insan yiyip için, çoğalan ve bilimsel gelişmeleri (özellikle Darwinciliği) izleyen biyolojik bir Varlıktır. Dolayısıyla o, kendini anlatmaktadır besbelli.

Kitapta Dawkins’in derin bir öfke içinde olmasının nedenini, yaşam hikâyesine bağlayan açıklamalarınız var?

Evet, ben bunu söylerken Dawkins’in içinde bulunduğu mutsuzluğu, bir tıp doktorunun dile getirişine dikkat çekiyorum. Diyor ki o doktor:

“Kitaplarınız, Oxford’daki itibarınız, hayatta sevdiğiniz her şey ve şu ana kadar ki tüm başarılarınız boşunaymış...Bu durumda Camus’nun soru düellosu kaçınılmaz hale geliyor: Neden hepimiz intihar etmiyoruz? Dünya görüşünüz, öğrencilere ve pek çok insana sahiden bu izlenimi veriyor. Size göre hepimiz bir hiç sayesinde tesadüfen evrimleştik ve yine bu hiçe döneceğiz. Eğer din gerçek olmasaydı bile, yaşadığımız sırada aklımıza huzur verebilecek Eflatun’unki gibi soylu bir mite inanmak, size inanmaktan iyidir, çok daha iyidir. Ayrıca sizin dünya görüşünüz insanları endişeye, uyuşturucu bağımlılığına, şiddete, nihilizme, hedonizme, Frankenstein bilimine ve 3. Dünya Savaşı’na sürükler. Dünyada cehennemi yaşatır...

Kişisel ilişkilerinizde nasıl mutlu olabildiğinizi merak ediyorum. Boşandınız mı? Yapayalnız mısınız? Gay misiniz? Sizin gibiler asla mutlu olmamışlardır; aksi halde mutluluğun olmadığı ya da hiçbir şeyin anlamının bulunmadığını ileri süren düşüncelerinizi ispatlamaya çalışmakta, bu kadar diretmezdiniz.”

Dogmatik ateizmden bahsediyorsunuz. Acaba bu durum da onun kişilik yapısının bir dışa vurumu mudur? Din de dogmatizme yataklık edemez mi?

İmanın, esasında dogmatizm için bir emniyet alanı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü iman, farklılığı dışlamayı değil olduğu gibi kabul etmeyi, görünmez olan sayesinde, düşünceyi büyütmeyi gerektirir. Sanki eleştirel düşünce, dogmatizmin panzehiri gibi düşünülebilir. Ne var ki, o da çok geçmeden bir dogma olma haline gelebilir. Elbette dini, bir akideler sistemi içinde görmek isteyenlerin ve özellikle de dış güdümlü (bir otorite veya menfaat için inançlı gözüken) dindarların, oldukça dogmatik oldukları bir gerçektir. Oysaki sürekli gelişmeyi hedefleyen ve -dünyayı anlama amacıyla- Tanrı’ya derinden bağlanan kişinin dogmatik olması düşünülemez. Zira dogma, adı üstünde, değişime asla yaklaşmaz. Değişmemeyi merkeze koyar dogma veya dogmatik kişilik, kalıplaşmış kişilik. Bunlar ister inançlı isterse de inançsız olsun, sadece kendi ezberlerini yüksek sesle tekrar ederler ve dışa kapalıdırlar. İmanın aynı zamanda güvenme ve sevme anlamına geldiğini hatırlarsak, bu konu zaten dogmatizmle aynı kefeye konamayacak kadar uzakta kalır.

İman ve İnanç arasında fark olduğunu mu söylüyorsunuz?

Kesinlikle, evet. İnanç, ‘ulaşılan bir düşünme derecesinin, bir zihnî faaliyet neticesinde ulaşılan hükmün bir sonucudur. Bir başka ifadeyle, özne, iki hükümden birini tercih eder, objeyle tam olmasa da, yine de bilişsel bir kavrayışı gerçekleştirir. İman, inancı kendinde barındırdığı gibi, bilgi de inancı ihtiva etmektedir. Ne var ki her ikisi de onu aşmaktadırlar. İnanç (belief), “gerçekte doğru da olabilen, yanlış da olma olasılığı olan ve doğru olarak kabul edilen ve kesin olmamakla birlikte geçici olarak kabul edilen şeydir.” Zan ve kanaate dayanan, meşrulaştırılmış subjektif güvene inanç diyebiliriz. İman ise Tanrı’ya ve onun kendine tanık olarak bildirdiği inanç önermelerine tam güvendir. Elbette, düşünmeyi de içine alan, iradenin eşliğindeki bir sürecin, bir sınırla burun buruna gelmesidir. Güvenle bağlılık, karar ve hükümle nihayet bulur ki buna iman denilmektedir. Dolayısıyla dinin dinamizmi, sevgi, güç ve adaletin birliği olarak, ölçü, cesaret, cömertlik ve saadeti teminat altına alır.

En kısa ifadeyle imana, ruhun asıl gücüyle buluşması diyebiliriz. Nitekim iman var olanın açığa çıkarılması anlamına gelirken; küfür ise gizlenmesidir. Zaten Arap dilinde etimolojik olarak küfür, örtmek ve gizlemek anlamına gelir. Dolayısıyla da inkâr, ruhun farkındalıklarıyla büyümesini yadsımaya yani inancı yok saymaya dayanır.

Dini, Tanrı’yı bilinçaltı ile ilişkilendiren görüşleri dikkate alırsak, bu bağlamda karşımıza nasıl bir Dawkins portresi çıkıyor?

Bir kere, bireyciliğin açmazını açıklayalım. Tocqueville, “bireycilik savunusu içinde insanlar kendilerini birbirlerinin kaderine yabancı hissetmektedirler” diyor. Bireycilik, ruhu bozmayan ama güçsüz düşüren ve ruhtaki eylem kaynaklarını sessizce kurutan erdemli bir materyalizmin ikiz kardeşidir. Çünkü bireycilik K. Marx’da en iyi ifadesini bulacak şekilde “bilinci” açıkladı. Dolayısıyla dini bir afyon olarak gördüğünden bu afyonun kökünü kurutmayı bilinç lehine yaptı. Nietzsche Tanrı’nın ölümünü ilan ederken, batı aklının geldiği son noktayı bizzat yaşamıyla temsil etti. Şüphesiz insanın dini boyutunu bilinçaltına hapsetmek, fazlasıyla indirgemedir. Ancak insan benliğinin teşekkülünde, bilinç ve bilinçaltı boyutların bütünleşmesi oldukça önemlidir. Özellikle yaratıcı şiir, mitoloji ve mistik alegoriler, bilinçaltını oldukça iyi besleyen arketipleri, adeta kalıplar halinde bilince sunma işlevini görürler. Eğer bilinç, bu uyanmışlık halinde (bilinçaltı) mevcut uyarıları anlamlandırıp (tıpkı rüyalar gibi) farkındalık kazanırsa, adım adım bütünleşmeden söz edilebilir. Bilinçaltının ve dinin önemini iyi kavrayan (Türk modernleşmesinin bilince vurgusunun revaçta olduğu dönemde) Fazıl Hüsnü Dağlarca “Misafir et beni tanrım/Kendi kainatımı yaratıncaya kadar” demektedir.

Bugün modern psikiyatri, ruhsal yaşantının sözde derinlerine inerek ve devreye girerek, kişiyi bilinçaltının taarruzundan özgürleştirdiğini düşünür ancak tam olarak onu baskılar. Ruhtaki eylem kaynaklarını kurutur. Bunun için olmalı ki Rollo May, Aşk ve İrade kitabında, insanların modern zamanlarda tam olarak bağlanamadığını, iradenin akılla yer değiştiğini, geçici ve parçalanmış ilgileri de aşk olarak değerlendirdiğini söyler. Çünkü bilinçaltı tatile çıkarılmıştır. Bu, zımnen, sevmenin tahrife uğradığı ve dolayısıyla imanın da iptal edildiği anlamına gelir. İnsanlar sadece bilinç varlığı olarak görüldüğünden, zamanla ruhsal bir çöküntü kaçınılmaz olmuştur. Zira inanma ve aşkın, yalnızca gerçekçi objeleri, ruhun kaldıracı ve dinamosudur.

Dawkins’in temel açmazı nedir?

Biz bu konuyu kitabımızda derinlemesine analiz ettik. Ancak kısaca ifade etmem gerekirse, Dawkins doğal olanla insanî olan, maddi olanla anlamlı olan arasındaki bağlantıyı yani ahlakı izah edememektedir. Deyim yerindeyse ahlakî beden, maddi doğamızın, anlam ve değerle buluştuğu bağlamdır. Dawkins tam olarak bu noktayı kaçırmaktadır. Ahlakı bir tür menfaatçilik ve biyolojik genler teorisiyle açıklamaktadır: Sen benim sırtımı kaşı, ben de senin sırtını kaşıyayım. Yine o, insanın bilincinin nasıl güncellendiğini, benliğin teşekkülünü, anlam ve ölümsüzlük arzusunu açıklayamamaktadır.

Peki, çelişkili bulduğunuz konular çıktı mı?

Çok çıktı desem doğru olur. Dine (yanlış din yorumlarına) saldırmak için araç olarak düşündüğü konuların daha katmerlisini kendisi Darwincilikte kıyasıya savunmaktır. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” sözü o kadar çok dilinizin ucuna gelir ki.. Bunları çalışmamızda tek tek gösterdik.

Siz kendi kitabınıza bir okur olarak baksanız, Dawkins’in belini büken en çarpıcı tespitiniz nedir?

Tanrı’nın olmadığını söyleyen biri karşısında, satranç oynama (varlığını bütün gücümüzle ispatlama – ki bilakis ispatlanan Tanrının Tanrı olmadığını söyledik-) yerine, onun hiç dikkate almadığı ancak bütün sistemini çökertecek alan olan, kültürde Tanrı fikrinin öneminin, dolayısıyla dinî tecrübenin kültürdeki organik bağlantısının altını itinayla çizdik. Sanki insan, biyolojik gelişim için steril kuvözlerde büyümektedir Dawkins’e göre.

Dawkins Tanrı’nın olmadığını nasıl ispatlıyor?

Doğrusu bu konun ispatlanmayacağını söyleyerek, agnostik (bilinemezci) olduğunu itiraf ediyor. Bilindiği gibi Darwincilikle Tanrı fikrini ve yaratıcı düşüncesini iptal etmeyi tercih ediyor. Ne var ki bugün Darwincilik bir “teorem” olarak kalmış durumda. Dahası J. Lacan’ın tespitiyle Darwin evrendeki bir neden fikrini iptal etmemiştir. Bilakis o, doğal bir nedenin varlığını öne çıkarmıştır. Ancak evrimcilik insanın evrendeki istisnaî statüsünü kaldırarak, onu ilahî kökeninden koparmaktadır.

Dawkins, bir yandan ilahiyatçılara şu ilkede karşı çıkarken öte yandan da bir başka açıdan onlara katılmaktadır: İlahiyatçılar, “Tanrı kâinatı kurarken temel değişmezleri ayarlamıştır” derler; Dawkins ise “doğal eleme sayesinde üstün türlerin devamı ilkesi, evrenin başlangıcında tasarlanmıştır” demektedir. Esasında ikinci düşünce, ilkine geri dönmektedir. Hatta bunların, kilise üzerinden gelen Yunan düşüncesinin bir yansıması olduğu da söylenebilir. Doğal teolojinin ‘aklî ilkesi’ ya da Aristoteles’in ifadesiyle, ‘hareket etmeyen hareket ettirici’ veya ‘ilk neden’ zaten Tanrı değildir. O, salt doğal bir neden ya da aklın düşünmeye başlama noktasının adıdır. ‘Nedensellik fikri’ni ve ‘ilk neden’i Tanrı olarak düşünmek, başlı başına bir sorundur. Bu durumda Dawkins’in doğal teolojiye başkaldırması isabetli gözükmektedir. Öte yandan doğayı bir ölçüde izah etmesi bakımından da doğal eleme fikri kabul edilebilir. Kısacası Dawkins Newtoncu fiziğin, biyolojideki görünümünü savundu. Yaptıkları, mekanizmi, biyolojiye uyarlama çabasından başka bir şey değildir.

Söyleşi: Dr. Nebile Aslan

@ Abd'den Islam a yakınlık...

ABD Dışişleri Bakanlığının Müslüman toplumlarla ilişkiler için atadığı ilk özel temsilci olan Farah Pandith'in yemin töreninde konuşan Bakan Clinton, “Müslüman toplumların kaygılarına da yoğunlaşmamız gerekiyor” diyerek, dünyanın farklı kesimlerindeki tüm Müslümanlara ulaşmaya çalışacaklarını, ayrımcılıkla mücadele ve hoşgörünün teşvikine somut eylemlerle katkı vereceklerini söyledi.
ŞİDDET VE AŞIRILIĞI REDDEDENLER
“Pandith, şiddeti ve aşırılığı reddeden Müslümanların sesini yükseltebilmek için dinî liderleri, sivil toplum gruplarını ve siyasetçileri bir araya getirmeye çalışacak” diyen Clinton, Müslümanlar için verdiği iftar yemeğindeki konuşmasında da, ülkesinin Müslüman toplumları dinlemeye, onlarla anlayış, saygı ve daha güçlü işbirliği bağları oluşturmaya bağlı olduğunu söyledi.
‘İslâmla yeni bir köprü kuracağız’
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Müslüman toplumlarla ilişkiler için atadığı ilk özel temsilci olan Farah Pandith için Washington’da yemin töreni düzenlendi. Clinton, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda düzenlenen törende yaptığı konuşmada, ‘’Bu atama, bundan daha vakitlice olamazdı. Başkan Barack Obama’nın Kahire ve Ankara’da söylediği gibi, ulusumuz, dünya genelindeki Müslümanlar ile karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan yeni bir başlangıcın peşinde. Bu, barışçıl ve müreffeh bir gelecek için dinlememizi, düşünceleri paylaşmamızı ve ortak zeminler bulmamızı gerektiren bir ilişki türü’’ diye konuştu.
Bütün bunların bir gecede olmayacağını, büyülü çözümler peşinde olmadıklarını dile getiren Clinton, ‘’Bu, sabır, ısrar ve çok çalışma gerektiren bir süreç. Özel bir temsilci atamakla da iş bitmiyor’’ dedi. Clinton, diyalog ve diplomasiyi geliştirmek için daha fazlasını yapmaları gerektiğini vurgulayarak, Pandith’in bu süreçte kilit bir rol oynayacağını bildirdi. Clinton, ‘’Bu diyalog yalnızca terörizm ve radikalizm üzerine değil, hepimizin sahip olduğu ortak noktalara, çocuklarımız için sarfettiğimiz umutlara ve barışçıl, müreffeh ve istikrarlı bir geleceğin bizi bekleyip beklemediğine dair günlük hayatta sorduğumuz sorular üzerine yoğunlaşacak’’ diye konuştu.
Yoksulluk, açlık, iklim değişikliği ve yolsuzluk gibi tehditlerin dünyanın belli bir kesimine, belli halklara ve belli inançlara özgü olmadığını dile getiren Clinton, ‘’Kim olursak olalım, ortak bağlar oluşturma yolundaki sorumluluklarımızı yerine getirecek çözümler üretmede hepimizin etkin roller üstlenmesi gerekiyor’’ dedi.
Clinton, şöyle devam etti: ‘’Bu büyük tehditlerin yanında, belirli Müslüman toplumların kaygılarına da yoğunlaşmamız gerekiyor. Irak’a nasıl daha çok yatırım çekeceğiz ve işlerine geri dönmek isteyen insanlara bu imkânı nasıl sağlayacağız? İçinde yaşadıkları toplumdan dışlanmış hisseden Avrupa’daki genç Müslümanlar ile nasıl ilgileneceğiz? Ülkemizden gönderdiğimiz mesajın yalnızca hükümetlerarası değil, insanlar ve toplumlar arasında da olduğundan nasıl emin olacağız? İşte Pandith bu görevi yerine getirmede bize yardımcı olacak.’’
Dünyanın çok farklı kesimlerindeki bütün Müslümanlara ulaşma çabası içinde olacaklarını, ayrımcılıkla mücadele ve hoşgorüyü teşvik etmeye katkı sağlayacak somut eylemler ortaya koyacaklarını vurgulayan Clinton, ‘’Pandith, şiddeti ve aşırılığı reddeden Müslümanlar’ın seslerini yükseltebilmek için, dinsel liderleri, sivil toplum gruplarını ve siyasetçileri biraraya getirme yolunda çalışacak. Ulusumuzun çoğulcu değerleri ve geleneklerini yansıtacak biçimde, güven ve işbirliğinin temelini oluşturmada bize yardım edecek’’ dedi.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ülkesinin Müslüman toplumları dinlemeye, onlarla anlayış, saygı ve daha güçlü işbirliği bağları oluşturmaya bağlı olduğunu söyledi. Clinton, ABD’de yaşayan yaklaşık 7 milyon Müslümanın, ülkenin kültürünü zenginleştirdiğini belirtti.
Konuşmasında din özgürlüğüne olan inancını dile getiren Clinton, ABD ile Müslüman toplumlar arasındaki ilişkilerde zaman zaman yanlış anlama ve yanlış algılamalardan kaynaklanan sıkıntılar yaşandığına dikkati çekerek, şunları söyledi:
“Ancak öğrenmeye ve dinlemeye, anlayış ve saygı köprüleri oluşturmaya ve daha güçlü işbirliği bağlarını oluşturmaya bağlıyız. Farklı dinlere mensup insanları birleştiren unsurların, bizi bölenlerden daha fazla olduğuna inanıyoruz. Obama yönetimi, iletişimimiz, ortaklıklarımız ve siyasetlerimizin bu temel inancı yansıtmasını sağlamak için gayret gösterecek. Hepimiz, çocuklarımızın barış ve refah içinde birlikte yaşayabileceği bir dünya hedefi için birlikte çalışmalıyız.”

14 Eylül 2009 Pazartesi

@ Ukrayna'nın yerini Türkiye alacak

Rusya Başbakanı Vladimir Putin, önümüzdeki dönemde Rus doğalgazın ihracında transit ülke olan Ukrayna'nın yerini Türkiye'nin alacağını söyledi.
Rusya üzerine araştırmalar yapan uzmanların yer aldığı Valday Grup'la görüşmesinde Putin'in, Türkiye ile enerji ilişkilerine değindiği ve bu konuda Ukrayna'nın yerini gelecekte Türkiye'nin alabileceğini söylediği ortaya çıktı.
Rusya, Avrupa doğalgaz sevkiyatının yüzde 80'inini Ukrayna üzerinden yapıyor. Bu ülke ile siyasi ve ekonomik konularda sorun yaşayan Moskova, enerji ulaşım yollarını çeşitlendirmek için çalışmalarını sürdürüyor. Kuzey Akım doğalgaz boru hattı ile Avrupa'nın kuzeyine ulaşmayı planlayan Moskova, Güney Akım doğalgaz boru hattı ile ilgili de çalışmalarını yoğunlaştırdı.
6 Ağustos'ta Türkiye'ye bir ziyaret gerçekleştiren Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'la Güney Akım anlaşmasını parafe etti.
Valday Düşünce Grubu ile kapalı kapılar ardında görüşen Putin'in açıklamaları kısmi olarak basına yansımaya devam ediyor. Putin'in 2012'de yeniden Kremlin'e dönebileceği sinyallerinin geldiği görüşmede Putin'in Türkiye ile ilgili de açıklamalarda bulunduğu kaydedildi.
The Moscow Times'da yer alan haberde, Alman düşünce kuruluşu uzmanı Aleksander Rahr'ın Rusya'nın doğalgaz ihracı ile ilgili sorusunu yanıtlayan Putin'in batı transit yolu olarak Ukrayna'nın yerini artık Türkiye'nin alacağını söylediği yer aldı.
Kommersant gazetesi de, Putin'in Erdoğan'la yapacağı telefon görüşmesi nedeni ile toplantının 2,5 saatte bitirilmek zorunda kalındığını yazdı.

@ Darwin filmini ABD istemiyor!

Charles Darwin'in hayatını konu alan İngiliz yapımı bir film Amerikalı izleyicilerin evrim teorisini çok tartışmalı bulduğu gerekçesiyle ABD'de dağıtım yapacak şirket bulamıyor.

(Metin Güneş / CNN TÜRK / Londra) -- Başrolünde Paul Bettany'nin oynadığı "Creation" (Yaratılış) adlı filmde Darwin'in "Canlıların Kökenleri"ni yazdığı sırada "iman ve akıl arasında verdiği mücadeleyi" konu alıyor.

Filmde Darwin 10 yaşındaki kızı Annie'nin ölümünden sonra tanrıya inancını yitirmiş bir kişi olarak betimleniyor.

Açılışı Toronto Film Festivali'nde yapılan filmin İngiltere prömiyeri de pazar günü yapılacak.

Film Avusturalya'dan İskandinav ülkelerine kadar dünyanın hemen heryerinde gösterime girecek.

Ancak Amerikan dağıtım şirketleri Amerikalıları kızdıracağı gerekçesiyle bu filmin dağıtımını yapmayı redediyor.

Halbuki Gallup tarafından geçtiğimiz şubat ayında yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Amerikalıların yüzde 39'u evrim teorisine inanıyor.

Filmleri Hristiyan bakış açısından eleştiren etkili internet sitesi Movieguide.org, Darwin'i öjenklerin babası olarak tanımlayıp bilimadamını "ırkçı, bağnaz ve bıraktığı miras kitlesel cinayet olan 1800'lerin doğabilmicisi" olmakla suçladı.

"Creation"ın Oscar'lı yönetmeni jeremy Thomas "Canlıların Kökenleri' kitabının yayımlanmasında 150 yıl sonra bu düşünce ve tavırların hala varolması karşısında afalladığını söyledi.

Thomas, "2009 yılından karşı karşıya bulunduğumuz durum budur. Çok şaşırtıcı bir durum. Filmin Amerika'da bir dağıtımcısı yok. Dünyanın başka her tarafında anlaşmaları yapıldı ama içeriği nedeniyle Amerika'da dağıtımcısı yok. Filmi görenler bunun bu yıl gördükleri en iyi film olduğunu söylüyorlar ama ABD'de kimse bunu dikkate almıyor. Bu konunun Amerika'da hala hassas bir konu olmaya devam ediyor olmasına inanamıyorum. Burada hala dünyanın altı günde yapıldığına inanıyorlar. New York ve Los Angeles'in dışındaki Amerika'da din hüküm sürüyor" diye konuştu.

12 Eylül 2009 Cumartesi

@ Seller ve 9 rakamı...

Marmara, 1949’dan bu yana 30’ar yıllık aralarla büyük ölçekli ve ölümlü sel felaketleri yaşadı. Ancak ilginçlik bu kadarla kalmadı. Yaşanan felaketlerin tarihleri de ürkütücü bir eşlikle 9 Eylül tarihlerinde gerçekleşti ve tarihlerin son yıllarında da 9 rakamı yer aldı. Böylece, Marmara Bölgesi, yaşadığı seller ve bu sellerdeki üç dokuzlu tarihle bir sır oluşturdu.

Yukarıda 9 Eylül 1949 (09.09.1949), 9 Eylül 1979 (09.09.1979) ve 9 Eylül 2009 (09.09.2009)’daki sellerde Hürriyet’in birinci sayfaları görülüyor. 1949’da yaşanan felaket için “Seller büyük hasara sebep oldu” başlığının altında, İstanbul’da bazı yerlerin sular altında kaldığı, selin Bursa ile Mudanya, Gemlik ve Yalova arasındaki ylolların da kapandığı belirtiliyordu. 1979’daysa, 15 dakikada yağan yağmurun neden olduğu sellerin 15 kişinin ölümüne yol açtığı ifade ediliyordu. Önceki günse İstanbul’u dünyaya megaköy olarak tanıtan son felaket “Tsunami gibi” başlığıyla anlatılıyordu.

@ Amerikalıların İslam dini hakkındaki bilgisi...

Amerika'da İslam'ın şiddeti teşvik ettiğini düşünenlerin oranında iki yıl öncesine göre az da olsa bir düşüş yaşandığı ortaya çıktı. Pew Forum tarafından yapılan araştırmada, genellikle başka dinleri ve kültürleri bilmemekle suçlanan Amerikalıların son yıllarda az da olsa İslam hakkında bilgi edindiklerini ortaya koydu.

YÜZDE 58'İ AYRIMCILIK YAPILDIĞINI DÜŞÜNÜYOR
Pew Araştırma Merkezi tarafından 4 bin Amerikalı yetişkin üzerinde yapılan araştırmaya göre, Amerikalıların yüzde 58'inin Müslümanların ABD'de ayrımcılığa tabi tutulduğunu gösterdi. İki yıl önce yapılan araştırmada İslam'ın şiddeti teşvik eden bir din olduğunu düşünenlerin sayısı 45 iken, bu oran son araştırmada yüzde 38 olarak görüldü. Ancak bu oran 2001'deki 11 Eylül olaylarının ertesi yılında (2002) yapılan araştırmadaki oranın üstünde. 11 Eylül saldırılarından sonra yapılan araştırmada İslam'ın şiddeti teşvik ettiğini düşünenlerin oranı yüzde 25 olarak belirlenmişti.

AMERİKALILAR AYNAYA BAKMAYA BAŞLAMIŞLAR
Araştırmada İslam'la ilgili görüş bildirenlerin büyük bölümünün kendi inanç değerleri üzerinden yorum yaptığı belirtilirken, Pew Araştırma Merkezi'nden Michael Dimock, Amerikalıların büyük bir bölümünün Müslümanların ayrımcılığa tabi tutulduğunu düşünmesiyle ilgili olarak, “Bu bir çeşit kendine aynada bakmaktır ve insanlar ayrımcılığa tabi tutulanlarla empati kuruyorlar” yorumunu yaptı.

EN FAZLA CUMHURİYETÇİLER AMA ORANLARI BİRAZ DÜŞTÜ
Öte yandan, araştırmada İslam'la ilgili olarak olumsuz görüş bildirenlerin büyük bir bölümünün eski Başkan George Bush'un partisi Cumhuriyetçi Parti'nin tabanını oluşturan Evanjelikler ve Neo-Conlar olması dikkat çekti. Araştırmaya göre kendisini Cumhuriyetçi Partili olarak görenlerin yüzde 55'i İslam'ı ‘şiddet' olarak görüyor. Bu oran iki yıl önceki araştırmada yüzde 68 olarak çıkmıştı.

LİBERAL VE DEMOKRATLAR ARASINDA DAHA AZ
Kendilerini liberal ve demokrat olarak adlandıranların ise yüzde yüzde 25'i İslam'ı ‘şiddet' olarak görürken, bu oran iki yıl önceki araştırmayla aynı kaldı. Araştırmaya katılan ve kendisini beyaz Evanjelik Proteston olarak tanımlayanların yüzde 53'ü İslam'ın şiddeti teşvik ettiğini düşünürken, beyaz Katoliklerin yüzde 38'i, siyah Protestanların yüzde 30'u ve diğer beyaz Protestanların yüzde 39'u bu görüşü paylaşıyor.

YÜZDE 36'SI NE ‘ALLAH'I NE ‘KUR'AN'I BİLİYOR
Araştırmada dikkati en çeken en önemli hususlardan biri de Amerikalıların İslam'ı ne kadar tanıdıklarına dair oldu. Araştırma, Amerikalılar İslam'la ilgili son dönemde az da olsa biraz bilgi sahibi olduklarını gösteriyor ancak çoğunluğun İslam'la ilgili bir bilgisi bulunmuyor. Araştırmaya göre, Amerikalıların yüzde 41'i Müslümanların kutsal kitabının ‘Kur'an' ve Tanrıya İslam'da ‘Allah' denildiğini biliyor. Bu oran iki yıl öncesinde yüzde 33 oranındaydı. Araştırmada, sadece ‘Allah' ya da sadece ‘Kur'an'ı bilenlerin oranı yüzde 50'inin biraz üstündeyken, bu iki terim hakkında hiçbir bilgisi olmayan Amerikalıların oranı ise yüzde 36 olarak görüldü.

Mehmet Nedim Aslan/habervaktim.com

9 Eylül 2009 Çarşamba

@ Türkiye Süper Güç Olacak!

ABD'li ünlü gelecek gurusu James Canton, krizden erken çıkacak ülkeler arasında gösterdiği Türkiye'nin yakın gelecekte önemli stratejik misyonlar üstlenerek model ülke olacağını söyledi.

ABD'nin önde gelen düşünce kuruluşlarından The Institute for Global Futures'in kurucusu James Canton, küresel krizle birlikte dünyada dengelerin değişmeye başladığını belirterek, daha global düşünen, teknoloji ve inovasyona (yenilik) ağırlık verecek stratejileri hayat geçiren Türkiye'nin ilk modern müslüman süper güç olabileceğini söyledi. Canton, "Türkiye, teknoloji ve inavosyona adapte oldukça global sisteme daha hızlı ayak uyduracak. Önümüzdeki dönemde dünyada önemli bir model ülke olacak. Bugüne kadar hep coğrafi üstünlüğü ile değerlendirilen Türkiye'nin artık bunun da ötesine geçme zamanı geldi. Atacağı adımlarla ilk modern müslüman süper güç olarak tarihi açıdan önemli bir rol üstlenecek" dedi. Dünyanın bundan sonra da değişik krizler yaşayacağını savunan Beyaz Saray'ın Bilim ve Teknoloji Ofisi eski Danışmanı James Canton, "Son 20 yıla baktığımızda ortalama her 5 yılda bir çeşitli krizler meydana geldi. Gelecekte bizleri yeni krizlerin beklediğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Değişen dünyada önümüzdeki dönemlerde bizleri farklı yeni krizler bekliyor" dedi. Krizlerin beraberinde karşı konulamaz fırsatlar da ortaya çıkartacağını söyleyen Canton, Türkiye gibi gelişen ülkelerin etkin teknoloji yatırımı, altyapı desteği, lojistik ve iletişim endüstrisinde anahtar rol üstleneceğini belirtti.

'YENİ KURUMLAR ÇIKACAK'
Yaşanan global krizin, ilerideki krizlerde mücadele edebilecek yeni ve güçlü kurumlar ortaya çıkarmaya başladığını kaydeden Canton, yeni krizlerde daha iyi mücadele verilerek etkin kararlar alınacağını belirtti. Canton, bundan sonraki krizlerin son yaşanılan kadar güçlü ve yıkıcı olmayacağını söyleyerek yeni endüstrilerin ve yeni oyuncuların sahaya ineceğini söyledi. Canton, "Global dünya yakın gelecekte yeni sürpriz ve değişimlere gebe. Şuan herkes ekonomide ortaya çıkan risklere odaklandı. bu yüzden birçok kimse büyük resmi göremiyor. Ekonomik dengeler tamamen değişiyor ve önümüzdeki dönemde fırsatları iyi değerlendiren yeni oyuncularla tanışacağız. Kriz, yeni endüstriler meydana getiriyor ve inovasyon alanında büyük değişimler yaşanıyor. Tüm bunlar olumlu gelişmeler ve kriz sonunda kimlerin kazanan ve kaybeden olduğunu belirleyecek" dedi.

@ Yeni düzenin öncüsü Türkiye olacak...

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Tiflis yolunda Türkiye'nin kendisini ve bölgesini ilgilendiren dünya meselelerinde 'düzen kurucu, öncü rol oynaması gerektiğini' ve dış aktörlerin de Türkiye'nin bu rolünü benimsediğini açıkladı. Davutoğlu, 'Yeni düzenin öncülüğünü biz yapacağız' dedi

Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu, Gürcistan yolunda uçakta AKŞAM'ın sorularını yanıtladı. Geçen hafta Ermenistan ile normalleşme süreci çerçevesinde dile getirdiği ve 'neo-Osmanlıcı' tepkilerine yol açan 'Türkiye'nin yeni düzen kurma misyonu' projesinin ayrıntılarını anlattı. İşte
Davutoğlu ile sohbetimizden satır başları:

BİLİNÇLİ KULLANIYORUM: Evet 'düzen' kavramını bilinçli olarak kullanıyorum. Soğuk savaş düzeni kalktı ama yeni düzen kurulmadı. Bunu kuracak aktörler soğuk savaşta olduğu gibi sadece iki aktör değil. Mesela Kafkasya'da düzeni Sovyetler ile ABD oturur tartışır ve kurarlardı. Ama şimdi Irak örneğinde görüldüğü gibi ABD tek başına kuramıyor. Gürcistan örneğinde görüldüğü gibi Rusya da kuramıyor. Başarı kazandı ama bir düzen kuramadı. Sadece kendi çıkarını koruyan bir statü tahkim etti.

TÜRKİYE DÜZEN KURUCU OLMALI: Bizim dediğimiz Türkiye'nin düzen kurucu rolü. Gerek Ortadoğu gerek Kafkaslar'da yeni düzen kurulması gerekir. Bunu kurarken biz aktif rol almak istiyoruz. Bu bir emperyal dürtü (kendine yöneltilen neo-Osmanlıcı iddialarını kastederek) değil. Bir gereklilik. 'Yeni bir düzen kurulması lazım, başkaları kursun, biz sonra intibak ederiz' deyip geri çekilebilirsiniz. Ama bu Türkiye'nin büyüklüğüne, ulusal çıkar anlayışına yakışmaz. Ya bir kaos yaşayacağız ve bu bizim işimize geliyor diyeceğiz ya da biz bir düzen fikrinin öncülüğünü yapacağız

DIŞ AKTÖRLER DE BENİMSİYOR: Türkiye'siz bir düzen kurulamaz. Dış aktörler bile Türkiye'nin düzen kurucu rolünü benimsiyor. İsveç'teki AB toplantısında 27 bakana konuştum. İki saatlik oturumun bir saat onbeş dakikasında ben konuştum. Ben emperyal dürtüyle, 'Osmanlı'nın çocuğuyum, dinleyeceksiniz beni ha yoksa falan' demedim.'

SIRBİSTAN'DA DÜZENİ BİZ KURDUK: Kim düşünebilirdi ki ben Sırbistan Dışişleri Bakanı'nı alıp Sancak'a gidiyorum ve biz orada iki partinin uzlaşmasını sağlıyoruz. Ama ne yaptık. Sırbistan hükümetini kuran hamleyi Türkiye yaptı. Tadiç hükümeti için iki oyu sağlayan ve iktidara gelmesini sağlayan biziz. Niye yaptık? Orada ılımlı bir hükümet olsun ki Kosova ile çatışmasın, Bosna - Hersek'te sorun yaratmasın.

İŞTE HAMLELERİMİZ: Kimseyi dışlamayan, empoze etmeyen katılımcı bir düzen bizim dediğimiz. İşte Ermenistan örneği. En katı düşman ülkelerle ilişkileri normalleştiriyoruz. Mısır gibi sizi rakip gibi gören ülkeyle oturup Ortadoğu'da neler yapabileceğimizi tartışıyoruz. Irak'a komşu ülkeler toplantısı, Suriye-İsrail görüşmeleri, Lübnan'da hükümetin kurulması için gösterilen çaba, Irak'ta Sünnilerin demokratik sürece dahil edilmesi düzen hamleleridir. Bugün geliş amacımız Gürcü-Abhaz meselesi de hallolursa o da düzen hamlesidir.

BU EMPERYAL DÜRTÜ DEĞİL: Bu hamleleri yapmadan Türk'ün Türk'e propagandası gibi Ankara'da oturup 'Biz şanlı milletiz, güçlü tarihimiz var' desek o zaman dedikleri gibi 'emperyal' bir şey olur. Öyle değil. Ama sen yapmazsan başkası kendi düzenini sana empoze edecek.

Türk kaptanı Saakaşvili'den isteyecek
Son dönemde Gürcistan 5 Türk gemisine Karadeniz'de durdurarak el koydu. Bunların üçü açık denizlerde yaşandı. Son yaşanan Buket gemisinin durdurularak kaptan ve mürettebatının tutuklanmasında gerilimin düşürülmesinde bizzat Davutoğlu devreye girdi. Personel serbest bırakıldı. Ancak geminin kaptanı Coşkun Mehmet Öztürk'ün serbest bırakılması konusunda nihai kararı Davutoğlu'nu bugün kabul edecek Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili verecek.

TİFLİS'E İKİ MESAJ
Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu'nun, Gürcistan'daki dünkü temaslarından edindiğimiz izlenime göre, Davutoğlu Tiflis'e şu iki önemli mesajla geldi.

1- Türkiye'nin Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Ankara'da imzaladığı kapsamlı anlaşmalar ile geçen hafta Ermenistan ile başlatılan normalleşme süreci Gürcistan yönetimini kaygılandırmış. Davutoğlu bu gelişmelerin Gürcistan'ın çıkarlarına zarar vermeyeceğini tam tersine bölgesel istikrar ve kalkınma için büyük imkan yaratacağının altını çizdi.

2- Gürcistan'ın Türk gemilerine yönelik kötü muamelelerinin ardında yatan asıl sorun Gürcistan ile Abhazya arasındaki kötü ilişkiler. Gürcistan sadece Rusya tarafından tanınan Abhazya'ya yönelik katı bir izolazyon politikası uyguluyor. Davutoğlu, Tiflis'e 'Bizim Abhazya'yı tanıma niyetimiz yok. Ama sizin de Abhazya'yı izole etme politikanızdan vazgeçmeniz gerekir. Siz böyle yaptıkça onları Rusya'nın daha fazla kucağına iteceksiniz' mesajını iletti. Bu konu sadece Gürcistan için değil Türkiye için de önemli. Çünkü Türkiye'de Abhaz kökenli 400 bin kişi var.

ERİVAN İLE NORMALLEŞME
Davutoğlu bu çerçevede Gürcü meslektaşı Vaşadze'den Türkiye'nin Abhazya'ya bir yetkili göndermesi için istediği izni de kopardı. Davutoğlu ile aynı uçakta gelen Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Ünal Çeviköz bugün Abhazya'ya geçerek Türkiye'nin mesajlarını bizzat götürecek. Gürcü makamları tanımadıkları Abhazya'ya bir Türk diplomatının gidişine ilk kez izin vermiş olacak.
Çeviköz de Abhaz makamlarına 'Bağımsızlık vizyonunuzu gözden geçirin' mesajını iletecek.

8 Eylül 2009 Salı

@ Belçika Devleti iflas mı ediyor?

Belçika Federal Devleti’nin sürekli güncellenen ve her güncellendiğinde ülkeyi daha karamsar bir havaya sokan bütçe açığı rakamları çiçeği burnunda Bütçe Bakanı Guy Vanhengel’in derin bir umutsuzluğa sevk etti. Bakan Vanhengel, “Belçika’nın durumunu bir firma gibi incelersek, sanal olarak iflas durumunda olduğunu görürüz” diyerek, kuzeyiyle güneyi arasında yaşanan çekişmelerden ve kurumsal reform tartışmalarından yorulan ülkenin dikkatini gittikçe kötüye giden ekonomiye çekmeyi başardı.
Belçika için eldeki ekonomik veriler iç açıcı değil. Son güncellemeyle birlikte bu yıl öngörülen bütçe açığı 25 milyar Euro. En iyimser tahminler bile Belçika’nın 2012’den önce bütçede denge sağlayamayacağını gösteriyor. İşsiz sayısı, bugüne kadar ekonomik refahıyla övünen Flaman Bölgesi’nde yüzde 20’nin üzerinde bir oranında artış gösterdi. Brüksel Bölgesi’nde neredeyse her üç gençten biri iş beklerken, Belçika genelinde 25 yaşın altındaki gençlerdeki işsizlik oranı son üç ayda yüzde 88 oranında artış gösterdi.
Geçen ay iflas eden şirket sayısında rekor düzeyde artış gözlenirken, birçok firma, krizin etkisinden yavaş yavaş kurtulduğunu görmesine rağmen işçi çıkarmaya veya yeni eleman alma konusunda tereddüt etmeye devam ediyor.
Ülkenin toplam ise borcu 321 milyar Euro’ya ulaştı ve önümüzdeki 6 yıl boyunca her yıl en azından 25 milyar Euro’luk sabit borç kapatmak durumunda.
Bütün bu veriler “Belçika Devleti iflas mı ediyor” tartışmalarını beraberinde getirdi.

7 Eylül 2009 Pazartesi

@ İnsan doğuştan Allah'a inanıyor..

Yapılan araştırma insan beyninin doğuştan doğaüstü inançlara fiziksel olarak bağlantılı olduğunu ortaya çıkardı.

Araştırmacıların dediğine göre, tanrıya inanmaya programlıyız çünkü bize hayatta kalmak için bambaşka bir neden sunuyor.

Çocukların gelişme sürecinde yaşadıkları dini eğilimler aslında doğdukları anda beyinlerinde bulunan inanç merkezlerinde temellenmeye başlıyor.

İNANÇ, BEYİNDEKİ ELEKTRİKSEL FAALİYETLERİN SONUCU

Bristol Üniversite’sinde gelişim psikolojisi profesörü Bruce Hood’un yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bilgilere göre, insan beyni doğuştan doğaüstü inançlara fiziksel olarak bağlantılı. Bu fiziksel bağ da insan gelişiminin sonunda dine inancın gelişmesinde gerekli psikolojik tabanın oluşmasında önemli bir rol oynamakta.

Dini duyguların ve deneyimlerin beynin belirli bir bölgesindeki aktiviteye bağlı olması teorisi üzerine yapılan başka araştırmalarda elde edilen sonuçlar, Hood’un bulgularıyla uyum göstermekte.

İddialara göre beynin bu bölgeleri ruhani hislerin algılanması için elektriksel faaliyetlerde bulunuyor.

İNANÇLARI TERK ETMEYE ÇALIŞMAK NAFİLE

Hood’un elde ettiği bulgular, Tanrı Yanılgısı’nın yazarı Richard Dawkins gibi dine inancın, az eğitimden ve küçük yaşta dinin doktrinleştirilmesiyle gerçekleştiğini düşünen ateistler için tezat teşkil etmekte.

Hood’a göre, inançlardan uzaklaşmaya, onları terk etmeye çalışmak nafile çünkü onlar beynin en temel seviyesinde bulunuyor.

“Araştırmalarımız gösterdi ki; çocuklar, doğal ve sezgisel muhakemeyle dünyanın nasıl döndüğüne ilişkin doğaüstü inançlara sahip olabiliyorlar.”

“Büyüyüp geliştikçe, bu inançlar yerini daha mantıksal yaklaşımlara bırakıyor. Ama mantıkdışı, doğaüstü inançlara inanma eğilimi, dini inançta vücut buluyor.”

Araştırma sonuçlarını bu hafta Britanya Bilim Derneği’nin yıllık toplantısında açıklayacak olan profesör; örgütlenmiş dini, birbiriyle ilişkili doğaüstü inançların bir parçası olarak gördüğünü belirtiyor.

@ Time: Sınırın açılması, Türkiye’nin bölgesel ağır siklet olma iddiasını güçlendirir

Türk-Ermeni sınırının açılmasının Türkiye’nin bölgedeki konumunu önemli ölçüde güçlendireceği yorumları yapılıyor. Time dergisi, sınırın açılmasının, Türkiye’nin “bölgesel siyasi ağır siklet” olma iddiasını güçlendirmeye katkıda bulunacağını belirtti.
Uluslararası Kriz Grubu uzmanı Hugh Pope da, “Hem Türkiye, hem de Ermenistan cesur ve devlet adamına yakışan bir adım attı. Başarılı olursa ikisi kazanacak” dedi.
The Time dergisi, “Türkiye ve Ermenistan: Bir Asırlık Kan Davasında Buzlar Eriyor?” başlıklı analizinde iki ülkenin arasında varılan mutabakatın önemini vurgularken petrol ve gaz boru hatlarının geçtiği Kafkas bölgesinin ABD ve Rusya için taşıdığı öneminin altını çizdi. Obama Yönetiminin, Türk-Ermeni ilişkilerinin tesis edilmesinin dış politikasının bir önceliği olduğu işaretini verdiğini kaydeden dergi, “Ancak tarih, dünyanın bu bölgesinde güçlü bir sabotajcıdır ve daha önce görüşmeler onun ağırlığı altında çökmüştü” diye yazdı.
Yeni plana göre, bir tarih komisyonunun kurulacağına, Türkiye’nin de, önce Karabağ sorununun çözülmesi ısrarından vazgeçtiğine dikkat çekildiği analizde Uluslararası Kriz Grubu uzmanı Hugh Pope’nin değerlendirmelerine yer verildi.

Hugh Pope, “Hem Türkiye, hem de Ermenistan cesur ve devlet adamına yakışan bir adım attı. Başarılı olursa ikisi kazanacak” şeklinde konuştu. Pope, “Eğer (görüşmeler) başarılı olursa Türkiye, son dönemde sonmuş olan iç reformcu, bölgesel barış yapıcısı ve Avrupa Birliği üyelik sürecini ciddi olarak ilerleten ülke olarak itibarını büyük ölçüde geri kazanabilir” yorumunu da yaptı.
Time, Kars Ticaret Odası Başkanı Ali Güvensoy’un sınırın açılmasının bölge ekonomisinin yüzde 20 büyüyebileceği tahmine de dikkat çektiği analizinde “Sınırın açılması aynı zamanda Türkiye’nin bölgesel siyasi ağırsıklet olma iddiasını güçlendirmeye katkıda bulunacak” değerlendirmesini de yaptı.

1 Eylül 2009 Salı

@Medvedev'den Kafkas açılımı...

Rusya, Müslüman din adamlarından halkı terörden uzak tutmaları için yardım istedi.

Kafkaslar 4 yılın en kanlı dönemini yaşıyor. Bölge liderlerini, güvenlik güçlerini hedef alan terör saldırılarının önünü kesmek isteyen Rusya Müslüman din adamlarından halkı terörden uzak tutmaları için yardım istedi.

Rusya lideri Dmitri Medvedev, Kuzey Kafkaslar'da arka arkaya yaşanan terör saldırıları sonrası bölgede yeni açılımlara hazırlanıyor. Temmuz ayında Rusya'nın İnguşetya Cumhuriyeti'nde bir polis karakoluna düzenlenen bombalı saldırıda 25 kişinin ölmesini ve İnguşetya Cuhurbaşkanı Yunus-Bek Evkurov'a düzenlenen suikasti milat olarak kabul eden Rusya Müslümanları yanına çekerek terörü durdurmayı planlıyor. Aybaşında güvenlik yetkilileriyle bir araya gelen Medvedev cuma günü de Soçi'de bölge liderleri ve Müslüman din adamlarıyla bir araya geldi.

'SİLAHLA TERÖR ÇÖZÜLMEZ'
Çeçenistan Cumhurbaşkanı Ramazan Kadirov, İnguşetya Cuhurbaşkanı Yunus-Bek Evkurov ile bir araya geldi. Liderler saldırıları ve alınacak önlemleri görüştü. Ardında da Kuzey Kafkaslar'daki etkili Müslüman din adamlarıyla bir araya geldi. Çeçenistan ve İnguşetya'daki radikal İslami hareketin yayılmasında endişe eden Rus lider Müslüman liderlerden gençlerin teröristlerin ağına düşmesinin engellenmesinde yardım istedi. Medvedev, "Bölgede sizlerin desteği olmadan Kafkas sorununun üstesinden gelmemiz mümkün değil. Rusya hükümetinin tam desteğini her zaman yanınızda hissedebilirsiniz" dedi. Aşırılıklarla ilgili İslamcı tamlamasının kullanılmasının doğru olmadığını kaydeden Medvedev, "Bu tür insanlar için sadece 'haydut' demeliyiz. Buna herhangi bir dini referans koymak doğru değil. Bunlar kendilerini samimi Müslümanlar olarak tanımlasa da öyle olmadıklarını biliyoruz" diyerek sözlerini bitirdi. İntihar saldırısında yaralanan İnguşetya lideri de, "Askeri yöntemlerin başarı getirmediğini görüyoruz. Yeniden toplum değerlerini oluşturmamız gerekli" ifadesini kullandı.

TELEVİZYON KURULSUN
İslam'ın temel prensiplerinin anlatılabileceği bir televizyon kanalı kurulmasını öneren Medvedev İslami eğitimin yayılmasını sağlayarak radikallerin önüne geçmek istediklerini belirtti. Medvedev, "Şimdi dijital yayına geçildi. Geniş imkanlar sağlıyor. Ülkemizde İslamiyeti, gelenekleri anlatacak bir televizyon kanalı kurulması gerektiğini düşünmeliyiz." önerisinde bulundu. Radikal internet sitelerinin kapatılmasının da cevap olamayacağını söyleyen Medvedev bunun yerine İslam'ın esas değerlerinin tanıtıldığı internet siteleri kurmak gerekli dedi.

27 Ağustos 2009 Perşembe

@ ''Dünya krizden 4 yılda çıkar''

2001 Nobel ekonomi ödülünün sahibi Amerikalı Joseph Stiglitz, dünyanın küresel mali krizden ancak 4 yılda çıkacağını, konjonktürdeki hafif düzelmenin bir "illüzyondan" ibaret olduğunu söyledi.

Fransız Challenges dergisinin perşembe günkü sayısında çıkacak mülakatında Stiglitz, "4 yıl içinde krizden yeni çıkmış olacağız" dedi.

Dünya ekonomisinin hala zayıf olduğu görüşünü dile getiren Stiglitz, şirketlerin kriz yüzünden varlıklarının erimesinin yavaşladığını, bunun da konjonktürde bir iyileşme illüzyonuna yol açtığını, ama krizin bitmediğini belirterek, "Aslında normal bir resesyona geri döndük" ifadesini kullandı.

ABD'nin eski başkanı Bill Clinton'ın danışmanlığını yapmış olan ekonomist, bazı ülkelerin (Japonya, Fransa, Almanya, vs) ekonomik büyüme ortamına geri dönüşlerinin resesyonun sonu anlamına geldiği fikrini reddetti ve "Bu yanlış. İnsanların çoğu, işsizlik oranı yüksekse, iş bulmak zorsa resesyon olduğunu sanıyor. Şirketler için, kapasitelerinde fazlalık varsa resesyon vardır" açıklamasında bulundu.

Lehman Brothers'ın iflasından bu yana Stiglitz, "ekonomiyi sallandırmamaları için büyük bankaların ortadan kaldırılması gerektiğini" ve bankaların şeffaflığının artırılmasını savunuyor ve "kayıplarını ilan etmemek için bankaların muhasebe normlarını değiştirmelerine izin verildiği" suçlamasında bulunuyor

26 Ağustos 2009 Çarşamba

@ Avrupa'da Islam hakimiyeti!

YamanTörüner'in Milliyet Gazetesindeki makalesini aşağıda okuyabilirsiniz:

New York’taki kulelerin yıkılacağını önceden gören Nostradamus’un kehanetleri bir bir çıkıyor. Nostradamus, kehanetlerinde, İran’ın Avrupa’yı işgal edeceğini söylemişti. Şimdi, bu kehaneti de gerçekleşiyor. İran’ın Avrupa’yı işgal edeceği kehaneti, herkese “akıl dışı” gelmişti. Ancak, “İslam Cumhuriyeti” modelinin önümüzdeki 30- 50 yıl içinde kaçınılmaz olarak tüm Kıta Avrupa’sı ülkelerinde uygulanacağı anlaşılıyor.
- Tarih boyunca nüfusunun büyüme oranı yüzde 1.9’u aşmayan hiçbir kültür veya millet varlığını koruyamadı. İşte bunun için Tayyip Erdoğan “en az 3 çocuk” yapın diyor.
- Avrupa Birliği’nde (AB), nüfusun büyüme oranı, 31 ülkenin ortalaması olarak, sadece yüzde 1.38. Ancak, AB’de artan göçler nedeniyle, nüfus azalmamış gibi görünüyor. AB, önümüzdeki 30-50 yıl içinde eski kimliğini tamamen kaybedecek.
- AB’ye göç edenlerin yüzde 90’ı Müslüman. İslam, Avrupa ülkelerini ele geçiriyor. Çünkü, Müslüman ailelerin ortalama çocuk sayısı 8.1.
- Halen, Güney Fransa’da, kiliseden fazla cami var. 39 yıl sonra Fransa bir “İslam Cumhuriyeti” olacak.
- 30 yıl sonra, İngiltere’de halen 82.000 olan Müslüman sayısı 2.5 milyona çıkacak. Ama bu ülkede yine de Müslümanlar idareyi ele geçiremiyor.
- Hollanda’da halen doğan çocukların yüzde 50’si Müslüman. Hollanda, 15 yıl içinde, bir “İslam Cumhuriyeti” olacak. Bir sıralama yapılırsa, Avrupa’da, İslama ilk teslim olacak olan ülke Hollanda.
- Birkaç yıl içinde Rus ordusunun yüzde 40’ı Müslümanlardan oluşacak.
- Belçika’da halen nüfusun yüzde 25’i Müslüman. Bu ülkede, yeni doğan her çocuğun yüzde 50’sinin Müslüman olduğunu düşünürsek, 20 yıl içinde Belçika’nın da düşeceğini varsayabiliriz.
- Sadece 17 yıl sonra, Kıta Avrupa’sında doğan çocukların yüzde 65’i Müslüman olarak doğacak. Yani, Avrupa’da, “İslam Cumhuriyeti” sayısı gitgide artacak. İşte bu nedenle, Avrupa ülkeleri daha yaygın biçimde “türban”a karşı çıkıyorlar ve Müslüman ailelere kendi kültürlerini aşılamak istiyorlar. Ama artık çok geç.
- “Alman ırkı” gittikçe azalıyor. Alman İstatistik Ofisi’ne (Germany Federal Statistics Office) göre, 2050 yılında Almanya bir “İslam Cumhuriyeti” olacak. Başbakan Merkel, Tayyip Bey’le görüşürken de bu korkularını dile getirmişti. Bu ülkelerde yıllardır uygulanan ve bizi de etkileyen, “az ama kaliteli nüfus” sloganı belki de tamamen iflas etti.

ABD farklı mı?
ABD bu konuda yıllar önce tedbir almaya başladı. ABD’de nüfus artış hızı yıllık yüzde 1.6 seviyesinde. Ülkeye göç etmiş bulunan Latinler sayesinde bu oran yüzde 2.11’e yükseliyor. Yani, ABD, Hıristiyan Latinlere kucak açarak, ülkesini bir “İslam Cumhuriyeti” olmaktan korumuş görünüyor. Bu nedenle, ABD’de İspanyolca resmi dil olarak kabul edildi. Yine de ABD’de 1970 yılında 100.000 olan Müslüman sayısı 2009’da 9 milyon kişiye çıktı.
5- 6 yıl içinde dünyada Müslüman sayısı Hıristiyan sayısını geçecek. Kıta Avrupa’sında, “İslam Cumhuriyeti” sayısı önümüzdeki 50 yıl içinde gitgide artacak. Ekonomilerin tüketim biçimi de buna paralel biçimde değişecek.
Kısacası, İslam âleminin teröre, canlı bombaya, istilaya ihtiyacı yok. Bu gelişme karşısında, Avrupa’nın alacağı karşı tedbirleri de göz ardı etmeden, sadece, beklemeleri yeterli.

27 Temmuz 2009 Pazartesi

@ The Guardian: Türkler izin vermiyor!

İngiliz The Guardian gazetesi, Avrupa'da radikal İslamcı akımların oluşmasının inancını kaybettiğini, bu noktada Türklerin aşırı radikal bir İslamcı inancın oluşumuna kuvvetli bir şekilde direndiğine dikkat çekti. The Guardian'ın Pazar günleri The Observer adıyla yayınlanan gazetesinde "Avrupa'da radikal oluşumlar solmaya başlıyor" başlığıyla yer alan haberde yıllar önce Madrid ve Londra'da yaşanan terör saldırıları ile Hz Muhammed'i (s.a.s) tasvir eden karikatürlerin ardından bütün Avrupa'nın radikal İslamcı oluşumların yükseleceğini beklediğini; ancak bugün tam tersinin görüldüğünü vurguladı.

The Observer ayrıca, 2005 yılında Fransa'da başlayan Afrikalı göçmenlerin isyan olaylarını ardından dünyaca ünlü çok sayıda tarihçinin Avrupa'nın gelecekte büyük İslamcı olaylara gebe olduğunu ve hatta tarihçi Bernard Lewis'in "Avrupa İslamlaşacak" dediğini hatırlattı. Ancak her şeyin beklendiği gibi olmadığının altını çizen gazete, Avrupa'da radikal bir akımın oluşmasının önündeki en büyük direnişin Türk asıllı göçmenlerin oluşturduğunu yazdı.

Haberde yer alan ve Avrupa genelinde yapılan bir anket araştırmasında "Avrupa ülkelerinde sivilleri hedef alan bir saldırı sizce haklı çıkarı var mıdır?" sorusuna Fransa'da yaşayan Müslümanların yüzde 82'sinin, Almanya'daki Müslüman nüfusun ise yüzde 91'inin "hayır" dediği ortaya çıktı. Araştırmayı yapana Gallup şirketi yetkililerinden Magali Rheault, "Bu sonuçlar son bir kaç yıldır aynı seviyede. Müslüman halk ile aşırı grupların birbirinden ayırmak çok önemli. Müslüman halk aşırı radikal grupların davranışlarından çok uzak." yorumunu yaptı.

Bu arada İngiltere'de olası bir terör saldırısına karşı alarm seviyesinin "güçlü" seviyesinden olması ihtimaller dahilinde olan "önemli ihtimal" seviyesine indirildiğini yazan gazete, bunun oluşmasında İngiltere'de yaşayan Müslümanların aşırı radikal gruplara karşı gösterdikleri duruşun da önemli etkenler arasında yer aldığı ifadelerini kullandı.

Haberde Türklerin Avrupa'daki sosyal hayata olan etkisini de ele alan gazete, Hollanda gizli servisi tarafından yakın zaman önce yapılan bir araştırmada özellikle Avrupa'daki Türk toplumunun kıtada İslamcı radikal grupların oluşmasına karşı bir panzehir görevi üstlendiğine işaret etti. Gizli servisin araştırmasında ayrıca, yakın ve orta vadede mevcut aşırı grupların Türk toplumu içinde kabul görmeyeceği de vurgulandı.

24 Temmuz 2009 Cuma

@ The Economist'den Türkiye'ye övgüler...

İngiliz The Economist dergisi, bu haftaki sayısında Türkiye'nin dış politikasına geniş yer ayırdı. Türkiye'nin dışarıdaki gücü için "babalarından kalma rüya" tabirini kullanan dergi, Ankara'nın Arap dünyası, İsrail, İran, Amerika ve Avrupa ülkeleriyle iyi ilişkiler içinde olduğunun altını çizdi. The Economist, Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'un Türkiye için kullandığı "dünyanın yükselen yeni küresel gücü" tabirine dikkat çekti.

İran'daki seçimlerin hemen ardından Türkiye'nin Mahmud Ahmedinejad'ı kutlayan ilk ülkelerden biri olduğunu vurgulayan derginin haberinde, bunun, Türkiye'nin bazı kesimlerce batı dünyasına sırtını döndüğüne yönelik bir işaret olarak algılandığını yazdı.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun, "İnsanlar sadece olayların bir yanını görüyor" sözlerine dikkat çeken The Economist, şu yorumu kullandı: "Türkiye'nin İran ile olan iyi ilişkileri, Batı dünyasının da işine yarıyor. Örneğin İngiltere'nin Tahran Büyükelçiliği'nde göz altına alınan İngiliz diplomatların serbest bırakılmasındaa Türkiye'nin payı büyüktü. Bunun yanı sıra Amerikalı askerler tarafından 2007 yılında Irak'ta yakalanan 5 İranlı diplomatın da serbest bırakılmasında da Türkiye'nin payı yine büyük"

The Economist, Türkiye'nin İsrail ile de ilişkileri iyi olan nadir Müslüman ülkelerden biri olduğunu, Uygur Türkleri konusunda Çin'e kafa tuttuğunu, ve bölgesinde ağırlığı olan bir ülke olması hasebiyle Amerikan Başkanı Obama'nın ziyaret ettiği ilk Müslüman ülke olduğunu yazdı.

"DAVUTOĞLU, EN ETKİLİ DIŞİŞLERİ BAKANLARINDAN BİRİ"

Haberinde sık sık Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nu metheden The Economist, Davutoğlu'nun Türk Dış Politikası'nın mimarlarından biri olduğunu yazdı. Davuoğlu'nun Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en etkili dışişleri bakanlarından biri olduğuna dikkat çeken The Economist, "Davuoğlu'nun stratejisi iki temel üzerine kurulu. Bunlardan biri 'komşu ülkelerle sıfır problem', diğeri ise 'stratejik derinlik" ifadelerine yer verdi. Haberde, "Türkiye, her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan ülkelerle sıkı işbirliği içine girmiş olsa da, bunlardan hiç biri ülkeyi Avrupa Birliği'nden uzaklaştırmadı" denildi. Davutoğlu'nun, Fransa ve Almanya'nın Türkiye'ye karşı takındığı tavırlardan etkilenmediğini yazan The Economist, Davutoğlu'nun, "Bunlara kızmak, şikayet etmek yerine bu ülkelerle iş birliğine gitmeliyiz" sözlerine yer verdi.

"Fransa ve Almanya, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'ne limanlarını açmayan Türkiye'yle Avrupa Birliği üyelik görüşmelerini dondurur mu?" sorusunu soran The Economist, "Türk siyasiler, Türkiye'den çok Avrupa'nın Türkiye'ye ihtiyacı olduğu görüşündeler. En son Türkiye'den geçecek olan Nabucco projesinin imzalanması bu inancı daha da pekiştirdi" yorumunu yaptı.

"TÜRKİYE'NİN STRATEJİK KONUMU, BİR KEZ DAHA GÜCÜNÜ KANITLADI"

Türkiye'nin stratejik konumunun, bölgesinde istikrar için bir güvence olduğuna işaret eden The Economist, Amerikan askerlerinin Irak'tan çekilmesi için geri sayım başlarken, Türkiye'nin Arap ve Kürt kökenli topluluklar arasında çıkması muhtemel bir çatışmayı önlemeye çalıştığını yazdı.

Son olarak Davutoğlu'nun ABD ile son derece iyi ilişkilere sahip oldukları yönündeki açıklamalarını haberine taşıyan The Economist, batılı bir diplomatın, "Ne zaman olay Türkiye-Ermenistan ilişkilerine gelse, her zaman kazanan taraf Türkiye oluyor" sözlerini aktardı.

23 Temmuz 2009 Perşembe

@ Endonezya'dan Hilafet çağrısı...

Hizb-ut Tahrir cemaatinin Endonezya’nın başkenti Cakarta'da düzenlediği Uluslararası Ulema Konferansı’nda konuşan binlerce ulema hilafet çağrısı yaptı.

Hizbu't Tahrir hareketinin Endonezya'nın başkenti Cakarta'da düzenlendiği Hilafet konferansına binlerce alim ve düşünür katıldı. "Uluslararası Ulema Konferansı" adıyla düzenlenen toplantıda katılımcılar, İslami Hilafet Devleti'nin yeniden kurulması için desteklerini bildirdi.

Cakarta'da toplanan onbin katılımcı arasında Endonezya, Malezya, Lübnan, Pakistan, Hindistan, Bangladeş, Türkiye, Filistin ve Cezayir'den İslam bilginleri de vardı. Türkiye'den toplantıya 8 kişinin katıldığı belirtildi.

Ulema tarafından imzalanan sonuç bildirgesinde İslam'ın ve Müslümanların izzetini ve şerefini tekrar ayağa kaldıracak, sorunlarını en doğru şekilde çözecek ve İslam'ın kutsiyetini tüm dünyaya yayacak tek yolun Hilafet Devleti'ni kurmaktan geçtiği bildirildi.

Katılımcılar ayrıca peygamberlerin takipçileri olarak Hilafet'in yeniden tesisi için çalışmanın ve insanları korumanın, onlara rehber olmanın kendilerinin bir görevi olduğunu da ifade etti.

Konferansta ayrıca Hizb-ut Tahrir lideri Şeyh Ata Ebu Reşta da bir konuşma yaptı.

@ Büyük resmi görmeyi deneyelim!

Yiğit Bulut'un bugünkü makalesini aşağıda okuyabilirsiniz:

Yazımın başlığı, "Büyük resmi görmeyi deneyelim" şeklindeydi ama "okunacakların ilk olduğuna" vurgu yapmak adına değiştirdim...

Konuya dün başladım, bugün kaldığım yerden devam edeceğim...

Okuduklarınız karşısında "çok şaşırabilir", hatta "Bu kadarı da fazla" diyebilirsiniz.

Sevgili dostlarım, ne deseniz, ne düşünseniz, bana ilk etapta tepki de verseniz; gördüğüm, hissettiğim "bazı şeyleri" sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hatırlarsanız geçtiğimiz haftalarda "Kuzey Irak, Türkiye'ye katılmak" istiyor algılamasının "odak" olduğu bir haber çıktı ve günlerce gazete köşelerinde, televizyonlarda "Olabilir mi" sorusuna cevap aradık. En önemlisi, hiç tartışmadığımız "detayları" tartıştık. Bazılarımızın "hoşuna bile gitti"! Genişleyen toprakları ile "yeni ve büyük Türkiye"!

Bu "haberi" siyasi otoritenin yürüttüğü ama net olarak ortaya koymadığı "açılımı" desteklemek "amacında" görenler oldu, tam tersi bunları "Açılımları engellemek için yapıyorlar" diyenler de çıktı. Sonuç değişmedi; ilk defa böyle bir "tez" tartışılır hale geldi. Bir not düşeyim; konu hakkında pazartesi günü, büyük bir gazetede bir dostumuz şöyle yazmış: "Kuzey Irak, Bağdat'a değil, Ankara'ya bakıyor!"

***

Sevgili dostlar, çok kısa bir süre içinde "Dışişleri Bakanımız Davutoğlu", Kuzey Irak'a gidecek ve oradaki "yetkililer" ile "eş kabine" toplantısı düzenleyecek. Burada bir not düşeyim; Kuzey Irak "artık" Türkiye'ye gerçekten daha yakın! Yabancılar ile iş yapan bazı işadamları, çok hızlı kararlar alarak Kuzey Irak'ta petrol çıkarmaya başladılar! Bugüne kadar "Oraya para yatırılır mı" diyenler, şimdi oraya para akıtıyorlar.

Şimdi "bakış açımızı" biraz değiştirelim ve "Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan" çizgisine bakalım...

Türkiye ile Ermenistan arasındaki "ilişkinin düzelmesi" hatırlarsanız, ABD Başkanı "seviyesinde" ele alınmış ve Obama'nın devreye girdiği bu denklem, AB'den de "destek" görmüştü. Bu yapılırken özellikle Azeriler ile aramızın açılmaması için yoğun çaba sarf edilmiş ve AB için önemli olan "Azeri gazı" tehlikeye atılmadan konu gündeme gelmişti. Burada bir not: Azeriler ile aramızda kullandığımız slogan basit: Tek millet, iki devlet!
Sevgili dostlar, yukarıda yazdıklarıma ilişkin sizler de "yüzlerce detay" bulabilirsiniz. Teferruatta boğulmadan "öze" gelelim ve "büyük resmi" çizmeye başlayalım.

Diyeceksiniz ki; "çok zor değil", zaten köşe yazarları ve siyasetçiler de gündeme getirdi; "Kuzey Irak'ın da içinde olduğu bir federasyon" fikrine kamuoyu alıştırılmak isteniyor olabilir. Konu bununla "sınırlıysa" haklısınız, yazdıklarımızda "yeni bir şey yok". Ama ben konunun "bu kadar basit" olduğunu düşünmüyorum. Resme biraz daha büyük bakın ve şöyle bir soruya cevap arayın: Avrupa sınırından başlayan ve Orta Asya'ya Azerbaycan ile giren, Hazar'a kıyısı olan ve Kuzey Irak ile iran'ın "bir bölümünü" de içine alan bir "yapı" tek elden yönetilseydi, "yeni dünya düzeni" için nasıl olurdu?

Daha açık yazayım: Türkiye, Azerbaycan, Kuzey Irak ve bölünen iran'ın bir bölümünü "kapsayan", dört tarafı denizlerle çevrili, Hazar'a çıkmış bir "konfederasyon"!

Bir detay daha var: AB "yeni Batı Roma ise", Doğuda "daha güçlü bir karşıt parçaya" ihtiyaç yok mu?

***

Sevgili dostlar, bü soru size "hayal" gelmesin. AB'den gelen, özellikle "Sarkozy ve Merkel'ih" sizin yeriniz "bulunduğunuz bölgede yeni bir birlik" açıklamalarının detayları, iran içinde yaratılan seçim sonrası karışıklık ile bölünme yolunda ilk kıvılcımların denenmesi, Kuzey Irak'ta "yaratılan hava" ve daha birçok detay; "acaba" sorusunu güçlendiriyor...

Daha açık yazayım; ilk duyduğumda benim de "hayal" dediğim ama özellikle dışarıdan içeriye yaşananları analiz edince; böyle bir "proje var mı" gerçekten noktasına takıldığım bir tez!

Sevgili dostlar, bu tezi ben "bulmadım" veya "aklıma geldiği" için yazmadım...

Çok güvendiğim ve özellikle Amerika'da askeri çevreler ve düşünce kuruluşları için "itibar sahibi" olarak nitelendirebileceğim akademisyen bir dostum ile "konuşurken" gündeme geldi. Onun havasından, bunların "gündeme geldiğini" ve birileri için "gayet doğal" bir yapı içinde konuşulduğunu anladım.

Sizden ricam, bu yazıyı okurken "bugünden yarını" düşünmeyin!

Sevgili dostlar, böyle bir yapıyı, birileri "bugün için değil" ama gelecek 20 yıl için "bazı yerlerde" konuşuyorlar. Sorguluyorlar. Yeni dünya düzenini kurarken "acaba" diyorlar. Onlar bunların üzerinde duruyorlarsa, Türk kamuoyunun da "bilmek hakkıdır" diye düşünüyorum...

Son soru: Bu "projeye" içeride kimler karşı çıkar? Kimleri "şimdiden bastırmak" gerekir!

@ Ingiliz gözüyle Türkiye dış politikalari...

Chatham House olarak bilinen İngiltere’deki Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsünün Müdürü Robin Niblett, dış politikada Türkiye’nin, aynı anda birçok yerde etkili olmaya çalışmak gibi bir riskle karşı karşıya olduğunu belirterek, bazı odaklanma alanları belirlemenin, Türkiye’nin daha etkin olmasını sağlayabileceği görüşünü dile getirdi. Bugün kendisini stratejik olarak son derece önemli bir bölgede bulan Türkiye’nin, en ilginç jeopolitik sorunların kesişme noktasında olduğunu keşfettiğini söyleyen Niblett, Türkiye’nin özellikle son 2-3 yıldır üstlendiği aktif dış politikanın yanı sıra iç politikasındaki gelişmeler ile uzun vadede gerçekten güçlü bir dış politika rolü üstlenme kapasitesi arasındaki karşılıklı etkileşimle yakından ilgilendiklerini kaydetti.
Türkiye’nin bölgesindeki anlaşmazlıklarda arabuluculuk rolü üstlenmeye yönelik girişimleri konusunda da Niblett şunları kaydetti: ‘’Bana kalırsa Türkiye’nin karşı karşıya olduğu risk, aynı anda birçok yerde etkili olmaya çalışması. Çin, Suriye, Gazze, Irak, Afganistan-Pakistan meselesi... Bu kadar dış politika aktivizmini sürdürebilmek, derin diplomatik kapasite gerektiriyor. Bence bu olumlu bir istek ve Türkiye’nin oynayabileceği rolün çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak bunları nasıl yönettiği, bu farklı zorluklar arasında enerjisini nasıl paylaştırdığı konusu çok ilginç olacaktır. Türkiye bu anlamda bazı konularda daha destekleyici bir rol üstlenirken bazılarında daha aktif rol oynamayı isteyebilir. Bu aşamada bazı odaklanma alanları belirlemenin daha etkin olmasını sağlayabileceğini düşünüyorum. Belki Suriye ile kuzey Irak ve Irak’ın istikrar kazanması odaklanılacak iki alan olabilir. Bu sırada ABD de örneğin Arap-İsrail meselesinde daha aktif bir rol oynayabilir.’’ Niblett, Türkiye’nin, özellikle de ekonomik potansiyeli dolayısıyla Karadeniz ve Kafkaslar bölgesinde de oldukça güçlü bir aktör olabileceğine işaret ederek, ‘’Türkiye’nin değişim yaratacak güçlü bir ülkeden çok, diğerlerinin anlaşmaya varmasına yardımcı olacak dürüst bir aracı olarak görüldüğünü düşünüyorum. Bu çok farklı bir rol. Bu, bir dönem ABD’nin oynayabildiği ama Bush döneminde uzaklaştığı bir rol’’ diye konuştu. Londra / aa