30 Haziran 2008 Pazartesi

@ Hepimiz Hüseyin'iz!

Cumhuriyetçi Parti taraftarı bazı aşırı gruplar, Demokrat aday Barack Obama'nın orta adı 'Hussein'i ön plana çıkararak, Obama'nın gizli Müslüman olduğu yönündeki dedikodulara dikkat çekmek istiyor.

New York Times gazetesi, Demokrat Partili gençlerin buna tepki göstermek için adlarına 'Hussein' eklemeye başladıklarını yazdı. Washington DC'den Jaime Hussein Alvarez'den, Oklahoma'lı Kelly Hussein Crowley'e, Chicagolu Sarah Beth Hussein Frumkin'den Kentucky'li Emily Hussein Nordling'e kadar her ırktan, cinsiyetten ve inançtan Obama destekçisi gençler, artık isimlerindeki Hussein'i de kayda geçiriyor. Adına Hussein ekleyenler arasında ünlü komedyen Stephanie Miller da var. Demokrat Parti'ye yakın liberal eğilimli web sitesi Dailycos.com yazarlarından Jeff Strabone, "We are all Hussein (Hepimiz Hüseyin'iz)" başlıklı bir kampanya başlattı. Strabone, "Cumhuriyetçilerin Obama'nın adını sanki bir küfürmüş gibi anmalarından bıktık artık." diye tepki gösteriyor.

@ Hadi Uluengin'e evrim dersi!

Hürriyet gazetesi köşe yazarı Hadi Uluengin (resimdeki zat), 15 Haziran 2008 tarihli “Sakın maymunlar duymasın” ve 22 Haziran 2008 tarihli “Bu maymun, başka maymun” başlıklı yazılarında, Charles Darwin’in evrim teorisi hakkındaki görüşlerine, daha doğru bir deyimle “yanılgılarına” yer verdi. Evrim teorisine inandığını ifade eden ancak her iki yazısında da konu hakkında bariz bir bilgi eksikliği içinde olduğu görülen Sayın Uluengin’in yanılgılarına verilmiş olan cevapları, buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.

Netcevap.org sitesinde yer alan bu yazının sonuç bölümü ise şöyledir: Sayın Uluengin, din ve bilim arasında çatışma yaşandığını, akılcılığın Darwinizm’den yana olduğunu sanmaktadır. Oysa gerçekte akılcılık, insanı Allah'ın varlığını fark etmeye götürür. Sayın Uluengin’e daha açık düşünmesini ve evrim teorisinin çöküşünü ortaya koyan bilimsel gelişmeleri daha yakından izlemesini öneriyoruz.

29 Haziran 2008 Pazar

@ Euro 2008'in Müslüman futbolcuları...

Yaş itibarıyla Muhammed Ali'nin ağır sıklet boks maçlarını sabaha karşı radyodan dinleyen kuşaktan değilsek de o hikâyelerle büyüdük.

Türkiye'de bir ABD'li boksörü bu kadar önemli kılan unsurlardan birisi de onun dini inancı idi. Sonradan Müslüman olan bu dev adam sadece Türkiye'de değil Müslümanların yaşadığı bütün ülkelerde hassaten sevilmiş ve saygı görmüştür. Çünkü o dönemde İslam ülkelerinden sportif anlamda kitleleri peşine takabilecek kadar büyük ve dünya çapında sporcular pek çıkmıyordu. Nitekim aynı şey futbol için de geçerli idi. Kabul edelim ya da etmeyelim Türkiye'nin Dünya Kupası ve Avrupa şampiyonalarındaki büyük başarıları bizler kadar Türk-İslam coğrafyasında da geniş yankı bulup, sevince neden oldu. Artık dünya çapında başarılı Müslüman sporcular çıktığı gibi 1990'lı yıllara kadar ezilmiş ve arka planda kalmış olan Müslüman ya da Afrika-Asyalı sporcular kabuklarını kırmaya başladılar. 1990'ların başında George Weah, Yekini, Boli, Abedi Pele, Omam Bıyık, Yeboah gibi Afrika kökenli nadir futbolcuların bulunduğu, Fransa, İngiltere gibi ülkelerin bile siyahî vatandaşlarına nadiren milli forma verdiği bir ortam vardı. Sonraları Zidane çıktı ortaya ve kendisi çok vurgulamasa da Cezayirli kökleri çokça ön plana çıktı; sosyolojik tartışmalara ve yeni Fransız toplum modeline konu edildi. 1990'ların ortalarından itibaren değişim başlamış ve göçmen alan ülkelerin ikinci hatta üçüncü kuşağına mensup Müslüman/siyahi futbolcuları vitrine çıkmaya başlamıştı. Özellikle 1998 Dünya ve 2000 Avrupa şampiyonu olan Fransız Milli Takımı'nın etnisite ve renk bakımından çok çeşitli olması gözlerden kaçmıyordu ve Almanya bile siyahî bir futbolcuya 2002 kadrosunda yer veriyordu.

Dünya futbolunda hızlı bir devşirme süreci başlarken Müslüman kökenli oyuncuların da doydukları yeri tercih etmeleri durumu ortaya çıkıyordu. Özellikle Fransa, K.Afrika kökenli göçmenler için kendini ispat etme imkânı sunuyordu. Mesela İspanya'da siyahî bir oyuncuya yer verilirken, Almanya'da Polonyalılar, İtalya'da Arjantinli, Portekiz ve Polonya'da Brezilyalı oyuncular forma giydi. Daha da ilginci bizim için de benzer bir hal çıktı ortaya ve Brezilya kökenli Aurelio ile İngiltere doğumlu Colin Kazım milli formayı giydi.

Nihayet 2008 Avrupa Şampiyonası geldiğinde bu gerçek daha açık bir şekilde çıktı ortaya. Devşirme oyuncular çok fazla idi; tıpkı bu yazının konusu olan Müslüman futbolcular gibi. Turnuvaya katılan 16 ülke arasında tek Müslüman ülke Türkiye idi ve bizim 23 futbolcumuzdan 21'i Müslüman'dı. Geriye kalan 15 ülkenin 345 futbolcusundan 19'u daha Müslüman'dı. A grubunda yer alan İsviçre'nin 23 kişilik kadrosunun 5'i İslam'a mensuptu. Türk asıllı Hakan Yakın, Gökhan İnler ve Eren Derdiyok'un yanı sıra Boşnak Eldin Yakupoviç ve Kosovalı Arnavut Valon Behrami de İsviçre'nin Müslüman sporcularıydı. Bir diğer ev sahibi Avusturya'nın ise kadrosunda iki tane Türk kökenli Müslüman sporcusu vardı. Yedek kaleci Ramazan Özcan ile yıldızı parlayan Ümit Korkmaz.

Her şey, ortak bir amaca yönelik

Hollanda'da eşi Faslı olan Robin Van Persie gibi sonradan İslam'la müşerref olan bir futbolcunun yanında Kuzey Afrika menşeli Khalid Boulahrouz ve İbrahim Afellay da forma giydiler. Geçmişte Sabri Lamouchi, Zinedine Zidane, Djibril Cisse gibi Müslüman futbolcuların oynadığı Fransa'nın kadrosunda 5 tane Müslüman vardı. Bunlardan Eric Abidal, Nicolas Anelka ve Frank Ribery sonradan Müslüman olmuş isimlerken Samir Nasri ve Kerim Benzema K.Afrika kökenli oyunculardı. SSCB zamanındaki efsane kaleci Dasaev'in isminin Rinat ve kendisinin Tatar olduğunu 2000'li yıllarda öğrenebilmiş bizler için Rusya kadrosunda yer alan iki Müslüman Tatar'ı keşfetmek şaşırtıcı olmadı. Renat Yanbaev ve Diniyar Bilyanetdinov...

İsveç'te ise birisi kesin diğeri tartışmalı iki Müslüman futbolcu vardı. Yedek kaleci Rami Shabaan, isminden de fark edileceği gibi bir Müslüman ve Mısırlı. Zlatan İbrahimoviç ise kesin ve net olmamakla birlikte Müslüman bir başka oyuncu olarak kabul ediliyor. Turnuva boyunca Müslüman futbolcuların yaşadıkları ülkenin futbol takımına uyum sağladıkları ve ortak bir amaç için diğer futbolcu arkadaşlarıyla birlikte mücadele ettikleri görülürken futbolun renk, dil, din, millet ayrımı yapmadan insanlığı müşterek bir noktada birleştirebildiğini bir kez daha görmüş olduk.

26 Haziran 2008 Perşembe

@ Rusya, Müslüman olmak istiyor...

Daha önce İslam Konferansı Teşkilatı’na başvurarak gözlemci statüsü kazanan, televizyonlarında Arapça yayına başlayan ve İslami eğitim kurumlarının açılmasını teşvik eden Rusya, İslam dünyasıyla daha fazla ilişki kurmak istiyor.

Önceki gün Moskova’da yapılan ‘Rusya ve İslam Dünyası Konferansı’nda konuşan Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, ülkesinin dış politika önceliklerinin başında İslam dünyası ile ilişkileri geliştirmek olduğunu söyledi.

Rusya’nın yüzyıllardır çok etnikli ve çok dinli bir devlet olduğunu söyleyen Lavrov, ülkesinin 2005 yılında gözlemci olarak katılmaya başladığı İslam Konferansı Teşkilatı’nda daha aktif rol almak istediğini belirtti.

Ülkesinin İslam kültürünün desteklenmesi ve bilimsel çalışmaların yapılması için finansal katkıda bulunduğunu kaydeden Lavrov, İngilizce yayın yapan devlet televizyonu ‘Russia Today’in Arapça yayın da yaptığını bildirdi.

Rusya ve İslam ülkelerinin dünyadaki gelişmelere aynı yaklaştığını ifade eden Lavrov, Moskova’da yakında ‘Arap ve İslam Kültürü Merkezi’nin kurulacağı müjdesini de verdi.

Rusya’daki iki gün sürecek olan uluslar arası ‘Rusya ve İslam Dünyası Konferansı’na Türkiye, Amerika, Kanada, Fransa, İngiltere, Mısır, Fas, Hindistan, Bangladeş, Tacikistan, Filistin, Yemen, Senegal, Suriye, İran Birleşik Arap Emirlikleri, Azerbaycan, Endonezya, Çin, Lüksemburg, Ürdün ve Tunus’tan birçok akademisyen katılıyor.

24 Haziran 2008 Salı

@ Tarihi mason toplantısı!

Masonların en büyük locası “Avrupa Üzerinden Dünyayı Yeniden İnşa Etmek” adıyla gerçekleştirdiği genişletilmiş kongresini, Yunanistan'ın başkenti Atina'da dün tamamladı.

Kongreye Fransa, İtalya, Türkiye gibi ülkelerin yanı sıra Güney Amerika ve Afrika ülkelerinin mason teşkilatından da temsilciler katıldı. Arap ülkeleri ise Lübnan ve Fas'tan gelen iki heyet ile temsil edildi.

İlk mason locasının üç yüzyıl önce Britanya da kurulmasından bu yana geçen süre içinde Masonlar, son yıllarda, abartılı gizliliğin kendilerine yarardan çok zarar verdiğini düşünmeye başladı. Bundan dolayı toplantının bazı bölümleri, gazetecilere açık yapıldı.

Masonlar, kongrenin basına açık oturumlarında çevre sorunları, güneyden kuzeye göç, yoksullukla mücadele gibi genel konuları gündeme getirip tartıştı.

Yine bu oturumlarda gündeme gelen din –devlet ilişkileri ve eğitim öğretim faaliyetlerinin mutlaka laiklik prensibine göre yürütülmesinin önemi hususunda tartışılabilecek görüşler öne sürüldü. Ayrıca ırkçılık ve dinsel ayrımla mücadelenin “tek yolunun” laik eğitim olduğu vurgulandı.

Fakat “Avrupa Üzerinden Dünyayı Yeniden İnşa Etmek” adıyla düzenlenen bu kongrede de gazetecilerin kapalı oturumlara alınmaması ve her bir oturuma sadece belli dereceden masonların girebilmesi, masonların “açıklıktan” ne kadar uzak olduğunu gösterdiği gibi, onlarla ilgili şüphelerin de aynen devam etmesine neden oldu.

Burada ister istemez akıllara birçok soru geliyor. Madem sadece belli konularda fikir tartışması yapılıyor o halde bağımsız medyadan bu kadar niçin korkuluyor? Bu abartılı gizlilik neden?

Konferansa katılarak “Yeşil Mağrib” projesi hakkında bir de konuşma yapan Fas heyetinin başkanı Tarım ve Denizcilik bakanı Aziz Ahnuş, bu yöndeki sorularımıza yanıt vermek istemedi.

Fakat Lübnan mason locasının üstadı azamı Aram Nazaryan basının bulunmasını fırsat bilerek masonluk propagandası yaptı. Nazaryan, 2006 yılında da aynı mekânda toplantı yaparak küresellik, kalkınma, yoksullara yardım gibi dünya sorunlarını tartıştıklarını söyledi.

Propaganda amaçlı benzer bir açıklama da kongreyi düzenleyen en büyük Yunan locasının üstadı azamı Kasilis Paktas'tan geldi. Paktas yaptığı açıklamada özellikle de dışarıda yazarların masonluk hakkında yazdıkları kitaplarının birçok yanlışlıklar ve abartılar içerdiğini söyledi.

Paktas kongrede alınan kararların önemsiz olduğu izlenimi vermeye çalışarak şöyle dedi: “Alınan kararlar üyeleri bağlayıcı nitelikte değildir.” Paktas, Yunan Locasının Yunanistan dışındaki bazı kiliselere insani yardımda bulunduğunu açıkladı. Buna örnek olarak da Sudan Ortodoks Kilisesine insani ihtiyaçlar için kullanılmak üzere yaptıkları yardımı gösterdi.

Kongrede “Hür Masonlar” bazı düşüncelerini açıklamaktan çekinmedi. Oxford akademisyenlerinden Prof. Cook “Ortak Evrensel Değerleri” savunarak “ortak yaşam” için bu değerlerin tüm halklara öğretilmesi gerektiğinden bahsetti.

Fransız akademisyen Marlin Meymon ise “sınırsız” bir sivil toplum kurabilmek için demokratik değerlerin öğretilmesi gereğinden bahsetti.

Aynı şekilde Fransız diplomat Patric Döstevisni de başta “eğitim programları” olmak üzere “toplumun laikleştirilmesi” gereğinden bahsetti ve laikliğin geleceğinin toplum kesimleri arasındaki ayrımın önlenmesine bağlı olduğunu söyledi.

Kongrenin kapanış oturumunda Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso toplantıya iştirakten ve “Avrupa değerlerine hizmetten” dolayı katılımcılara teşekkür etti.

Fakat Barroso masonluğun kendi üstatlarının ifadesiyle “evrensel” olduğunu unutmuş görünüyor. Bununla beraber katılımcılarda herhangi birisi Avrupa Komisyonu başkanının sözlerine bir itirazda bulunmadı.

@ Endonezyalılar şeriat istiyormuş...

Endonezya'da yapılan bir kamuoyu yoklamasına katılanların yüzde 52'si, ülkede şeriatın uygulanmasını istedi.

Bununla birlikte, hırsızların elinin kesilmesi veya kadınların belli bir kıyafet giymeye zorlanması gibi kuralların uygulanmasını isteyenlerin oranı yüzde 50'nin altında kaldı.

"Roy Morgan Research" adlı Avustralya kamuoyu yoklama şirketinden yapılan açıklamaya göre, 14 yaşından büyük 8 bin kişinin katıldığı kamuoyu yoklaması, Temmuz 2007 ile Mart 2008 arasında yapıldı.

Yoklamada, doğrudan şeriata değinilmeyerek, bazı Ortadoğu ülkelerindeki uygulamalar hakkında deneklerin fikirleri soruldu.

Deneklerin yüzde 44'ü kadınların türban takmasını, yüzde 40'ı hırsızların elinin kesilmesini savunurken, yaklaşık yüzde 25'i kadınların sadece ev işlerine bakması gerektiğini söyledi.

Şeriata verilen desteğin yaş grupları ve cinsiyetler arasında aynı oranda olduğu belirlendi.

Endonezya Demokrasi ve Barış Enstitüsü'nün haziran ayında açıkladığı başka bir ankette, başkent Cakarta'daki gençlerin yüzde 56'sının şeriatı desteklediğini göstermişti.

@ Türkiye'nin ruhu için savaş var...

New York Times’ın önemli yazarlarından Roger Cohen, dün köşesinde “Türkiye için Mücadele” başlıklı yazısından satırbaşları şöyle:

Türkiye’yi yakından izlemeli: Gelin bugün Türkiye’yi konuşalım. Türkiye’de ülkenin ruhu için bir savaş yaşanıyor ve herkes bunu yakından izlemeli. Çünkü İslam ve demokrasinin yan yana var olabilmesi büyük ölçüde bunun sonucuna bağlı. Uzun süredir NATO üyesi olan ve sürekli Avrupa Birliği için yeterince Avrupalı olup olmadığı tartışmaları bağnazlık şeklinde yapılan köprü niteliğindeki bu ülkede gururlu laikler ile dindar Müslümanlar arasında bir savaş yaşanıyor. Savaşın amacı ise devlet ve caminin sınırlarını belirlemek...

Batı sabırsız olmamalı: Batı dünyası bu kavga konusunda sabırsız olmamalı. Türkiye’den başka hiçbir yer siyasal İslam’ın Cumhuriyet içindeki yeri konusundaki tartışmalar için daha uygun olamaz. Türkiye hem muhafazakar hem de modern cumhuriyetin kurucusu kahraman Mustafa Kemal Atatürk tarafından batıya dönük laikliğin “hızlı çekim” getirildiği bir ülke.

Mahkemenin yanındayım: Bu mücadeleyi seviyorum. Bir tarafta “laik faşist” Kemalistler olduğu söyleniyor, diğer tarafta ise AKP destekçisi “İslamofaşistler.” Tartışma açık ve canlı. Son roundu da bu ay türban kararıyla yaşandı. Bununla ilgili iki görüşüm var:

1) Üniversite çağındaki kadınların, kendi inançlarına göre istediğini giymelerine izin verilmeli. Bu açıdan mahkemenin kararı kabul edilemez.

2) Modern Türkiye’nin laik temelleri, en hoşgörülü Müslüman toplumunun yaratılmasında esas oldu. Mücadele etmeden tehlikeye düşürülmemeli. Bu perspektiften mahkemenin kararı, AKP’ye, liberal sicilini kanıtlamayı sürdürmesi için sağlıklı bir meydan okuma.

İkisi değerlendirildiğinde mahkemenin yanındayım. Orta vadede, Türk kadınların nerede olursa olsun türban kullanma hakkının olacağına güveniyorum. AKP tarafından beslenen, tırmanan İslamlaşmaya, Erdoğan’ın ısrar ettiği gibi laik demokrasiye sarsılmaz bir bağlılığının eşlik ettiğinden o kadar emin değilim. AKP, gerekirse defalarca mahkeme ile karşı karşıya gelerek, hesap vermesi gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye laboratuvar: Türkiye, ılımlı bir Müslüman demokrasi için bir laboratuvardır, o yüzden bu deneyim aceleye getirilmemeli. Çünkü bir türban takmak çıkartmaktan daha kolaydır. Başbakan Erdoğan ve AKP, Washington ve Avrupa’da şu anda popüler. Ama ordu ve yargıdan oluşan laik kurumlar Atatürk’ten bu yana bundan daha zor bir dönem geçirmedi. Türkiye’de halen başta eğitim ve sağlık gibi devlet kurumlarındaki üst düzey görevlerde İslamcı sicil vazgeçilmez bir gereklilik.

Mücadele bitecek gibi değil: Türkiye’de türban yaygınlaşıyor. Kadınlara yönelik reklamlara photoshop (fotoğraf üzerinde rotüş yapmak) yapılıp kıyafetlerin etekleri uzatılıyor. Bunlara rağmen şeriatın geldiğine veya AKP’nin kafasında İran’ın bulunduğuna inanmıyorum. İslamofaşist değiller. Ancak partinin Atatürk’ün yarattığı ülke ile pek bağdaşmayan radikal ezgilerinden yoksun olduğuna da inanmıyorum. AKP’nin kapatılmasının demokrasi için olumsuz bir gelişme olacağını düşünüyorum. Ancak tehdidin var olmasından memnunum. Ve yasak gelirse Erdoğan’ın ve AKP’nin bir halefinin hızlı ortaya çıkacağından eminim. Türkiye’nin ruhu için yapılan mücadele bitecek gibi değil. Ama bu mücadele açık yapıldığı sürece sağlıklıdır. Batı, bu açıklığın korunması için elinden gelen her şey yapmalı, zaman zaman bir ’laik faşizm’ dozu içerirse de.

23 Haziran 2008 Pazartesi

@ Bu sadece futbol değil!

Haşmet Babaoğlu'nun bugünkü makalesini aşağıda okuyabilirsiniz...

Bugün başka bir şey anlatmak istiyorum.

Milli Takımımız’ın sadece ve basitçe futbol oynamadığını, aslında bambaşka bir “kavga” verdiğini anlatmak...

İşin ilginç yanı, bu gerçeği futbolcularımız biliyor, daha doğrusu bunu hissederek oynuyorlar da futbol yorumcularımızın bu taraklarda hiç bezi olmadığı için onlar “anlayamıyor!”

Anlamak için Hamburg’tan Gazze’ye; Üsküp’ten Tebriz’e çok geniş bir coğrafya’da dolaşmak gerek!

Geçen akşam 22. Dönem Sakarya Milletvekili, Sınır Tanımayan Hekimler örgütü üyesi Dr. Süleyman Gündüz’le karşılaştım.

Sohbet ederken gözleri yaşardı ve sonra açıkladı: “Çek Cumhuriyeti maçı sırasında Gazze’deydim, orada seyrettim.”

Bir süredir yedeklerini de askere çağıran İsrail ordusu Gazze’yi kuşatma altında tutuyor. On binlerce Filistinli mülteci çok zor koşullar altında; yiyecek, içecek, elektrik, su ve ilaç sıkıntısı yaşıyor.

Bizim maç başlarken bütün Gazze sokaklarını gezmiş Dr. Gündüz.
Herkesin evlerine çekildiğini, bizim maç için ekran başında toplandıklarını görmüş. Kazanmamız için bir ağızdan dualar ediliyormuş; heyecan inanılmaz yüksekmiş.

İki gol yiyip mağlup duruma düştüğümüzde Arap spiker şiirsel bir dille “tarih boyunca bu aslanların ne mağlubiyetleri aşıp başları dimdik çıktıklarını gördük, bu çocuklar döndürecek maçı” diyormuş.

Ardından da ekran başındakileri tek yürek olmaya çağırmış: “haydi, Allah Türklerin ayağına kuvvet versin diye dua edelim!”

“Nihat’ın galibiyet golünden sonra bütün Gazze’nin nasıl sevinç seline dönüştüğünü görseydiniz, Türkiye’nin maçlarının oralarda sadece futbol olarak algılanmadığını hemen anlardınız” diye anlattı Dr. Gündüz.
Daha ilginci de şu...

Dr. Gündüz ve arkadaşları İsrail tarafına geçerken sınır kapısındaki İsrailli komutan da tezahürat yapmış: “Bravo Türklere, biz bu turnuvada milli takımınızı destekliyoruz”

Hem Saraybosna’da hem de Üsküp’de yer yerinden oynuyordu, telefondaki konuşmaları anlamak imkânsızdı. Galibiyetimizin sevinciyle Bosna ve Makedonya sokaklarına dökülen coşkulu kalabalıkların gürültüsü her şeyin önüne geçmişti.

Milli Takım kazandığında tarihsel-kültürel izlerimizin varlığını sürdürdüğü bütün coğrafyalarda bir başka rüzgâr esmeye başlıyor!

Bu galibiyetlerin futbol dışında bir “ruh”u var.

Bunu da bilelim artık.

Bu galibiyetler “çevre”ye itilip horlananların kibirli “merkez”e vurduğu darbeler olarak algılanıyor o coğrafyalarda.

Avrupa Şampiyonası’nda pes etmeyen Türk Millli Takımı, dünya coğrafyasında pes etmeye zorlanan ama direnen Müslümanların sesi artık...

Bundan hakikatten hoşlanmayanlar olabilir.

Bunun lafının edilmesini spor kültürüne ve siyasi kabullerine ters bulanlar olabilir.

Ama hakikat, hakikattir.

@ Osmanlı'da laiklik nasıldı?

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'yla Yenişafak'tan Mehmet Gündem konuştu. Röportajda "laiklik ve dindarlık" konularında ezber bozan görüşler ortaya çıktı.

Türkiye'de toplum dindarlaşıyor mu, laikleşiyor mu tartışması var. Din ve laiklik birbirine rakip ve zıt olarak görülüyor?

Laiklik bir inanç değil, yönetim mutabakatıdır. Aynı zamanda din özgürlüğüdür. Madem ki dinle aynı düzeyde değil, bir zıtlaşma da düşünemeyiz. Laikliği Müslümanlık'la çatışmacı gören, biri varsa diğeri yoktur anlayışı doğru değil. Bazıları kişisel tarafgirliklerini laiklik adına ileri sürünce, diğeri bunu din adına yapınca din-laiklik kamplaşması var gibi algılanıyor. Türkiye'de laiklik hiçbir zaman tartışılan bir kavram olmadı. Türkiye'nin dindarlığı Osmanlı'dan beri devam eden çok kalıcı bir tercihidir. Türkiye dindarlıktan da, laiklikten de, demokrasiden de vazgeçecek değildir.

“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu gerekçesiyle iktidar partisine kapatma davası açılıyorsa…

Siyasi tartışmalar bizim dışımızda… Türkiye'de sosyal bilim metodu iyi bilinmediğinden farklı laiklik tarifleri var sanılıyor. Din devlet işlerine, devlet de dine karışmasın. Türkiye'de laikliğin oturduğu doğrudur.

Biz bugün laikliği tartışmıyorsak neyi tartışıyoruz?

Laikliği nasıl anlayıp uygularsak ilerlemeyi sağlarız, bu bakış açıları arasında fark var. Kimi pozitivist, kimi demokratik düşünebilir. Laiklik o kadar beğenilen bir kavram ki herkes kendi projesini laiklik üzerinden öne çıkarmayı düşündüğü için kendi tanımıyla sunuyor.

Sorun biraz da din-devlet ilişkilerinin tam kurulamamasında. Laikliğin doğru anlaşılmasında Diyanet'in yeri nedir?

Biz işimizi en iyi yaparak dinin doğru anlaşılmasına kapı aralıyoruz. Siyasete karışmıyoruz kendi işimize de karıştırmıyoruz. Kimseden icazet almıyoruz. Dinin doğru bilgisini esas alarak hizmet ediyoruz ve bunu yaparken laikliğin doğru anlaşılmasına da ışık tutuyoruz.

Birey olarak da laikliği önemsiyorsunuz…

Türkiye laikliği oturmuş, benimsenmiş bir laikliktir. Türkiye laikliği hem İslam dünyası için, hem Batı için önemli kazanımlar verecek güçtedir ve böyle bir potansiyele sahiptir. Yeter ki laikliği din karşıtı ve din dışı bir ideoloji haline getirmeyelim. En küçük tartışmalarda konuyu laiklik, din, vatan, millet, bayrak çerçevesine oturtursak hiçbir konuyu sağlıklı tartışamayız. Bunlar üst kavramlar, bunlara zaten bir şey olmaz.

İslam'da ruhban sınıfı olmadığından mı laikliği bu düzeyde içselleştirebildiniz?

Kilise-siyaset ilişkisinde yaşananlar bizde yaşanmadı. Bizde teokrasi ve din hizmetinde olanların siyasi egemenlik talebi hiç olmadı.

İslam tarihinden çıkan laiklik pratiği var mı?

Osmanlı'da da din devlet ilişkileri laikliğe model olabilecek şekildeydi. Şeyhülislama bir konu gelirdi, “bu dini bir konu değil, bizim alanımıza girmez” deyip cevap vermezdi. Böyle olduğu için de bizde hiç cami karşıtlığı olmadı.

İnsanlara bilgi mi müdahale eder?

Evet. İslam'da bilgi şahısların, kurumların değiştireceği kadar bulanık değildir. Örneğin içki günahtır. Din deruni bir ihtiyaç olduğundan bu bilgi onlara rahat vermez. Günahtır ama Allah affetsin der, madem günah vazgeçeceğim der, üçüncü ihtimalde günahın değişmesini ister ki, bu tür insan azdır. Biz camiye gelen arasında içen-içmeyen gibi tasnif yapmayız. Ne yüzle geldin diyen görevli yoktur, varsa gerekeni yaparız. Kur'an kurslarımızda falakalı hoca kalmadı. Eski kitaplarda bazı kötü hatıralar canlı tutulduğu için eskiyi yeni zanneden kesimler var. Camiye gitmemeye bahane için camiyi, görevliyi kötülememek lazım.

Bir ara medyatik hocalar dönemi vardı ekranlarda. Bugün azaldı galiba...

Göreve geldiğim yıllarda reyting malzemesi olarak dini konuların kullanıldığını, herkese mikrofon uzatıldığını görüyorduk. Din bağının çözülmesi hepimize zarar verir. Doktorluk ile din görevliliği benzerdir. Doktor sokaktan hasta toplamaz, görevi tedavi olmak isteyenlere yardımcı olmaktır. Din de öyle. Görevimiz dini nasıl doğru anlarızın yolunu açmaktır.

Propaganda yapmak değil hizmet vermek

Güzel ifade ettiniz. Din Diyanet'e verilmiş bir propaganda görevi değildir.

Serdar Turgut gazetelerde din konusunda uzman editörün neden olmadığını sorgulayan bir yazı yazdı, bu nitelikte birini istihdam edebileceklerini söyledi.

Maalesef bir boşluk var medyada. Bir köyde bir imamın yanlış davranışını, 15-20 yıl önce yazılmış kitaplardan bir cümleyi alıp önünü arkasını kesip Diyanet'in fetvası gibi sunuyorlar.

Bu konuyu medya yöneticileriyle hiç konuştunuz mu?

Zaman zaman görüşüyoruz ama öyle büyük bir toplantı yapmadık. İsteyen bana kolay ulaşıyor. Ama haber cazip gelince yayınlıyorlar. Bugüne dek dinle ilgili yalan yanlış haber yapıp özür dileyen kimse olmadı. Bazen ben arıyorum o haberin doğrusu şudur diyorum, ama bir Allah'ın kulu çıkıp da ben yanlış yazdım, doğrusu budur demiyor. n Bazı köşe yazarları Kur'an'da örtünme yok diye fetva veriyorlar.

Sözlüğe bakıp Kur'an ayetlerini açıklamak baltayla saat tamir etmeye benzer. Bu konuda Diyanet'in söyledikleri ortadadır. 14 asırdır Müslümanlar kadınların başını örtmesini dini bir gereklilik olarak görmüşlerdir ve genel çizgi budur.

Gazete köşelerindeki seküler 'teologlar' Diyanet'in işini zorlaştırmıyor mu?

Bunlar vatandaşta ciddi etki yapmıyor. Olayın iki yüzü var; biri dini tecrübe ve algılama yönü, diğeri de hukuki-siyasi yönü. Bir alanın işini diğer alanda görmemeliyiz. Toplumda var olan başörtüsü sorununun çok tartışılmakla çözüleceğini düşünmüyorum.

Zaten tartışma dini değil, siyasi...

Öyle tartışıldığı için kamplaşmalar artıyor, konu çözülmez hale geliyor. Din ve ifade özgürlüğünü önemsiyoruz ama şunu da doğru bulmuyoruz; kimse kendi düşüncesini topluma empoze etmek hakkına sahip değil.

Yani?

Bir dinin nasıl anlaşıldığı o dinin teologları tarafından tartışılacak bir şeydir. Siyasetçinin, gazete yazarının işi değil. Aksi yöndeki tartışmaları vatandaşın algılaması farklı oluyor; dini algılamasına saldırı olduğunu düşünüyor ve dindarlığı içinde ne varsa hepsini korumaya alıyor. Bu durumda hurafelerle mücadele etmemiz de zorlaşıyor.

Dine din dışından müdahale var…

Türkiye'nin 23 tane ilahiyat fakültesi var. Biri farklı konuştuğunda onu göklere çıkarıp ilahiyatçı böyle olur dediğiniz vakit önce o kişiye karşı haksızlık yaparsınız, çünkü şöhreti taşımak zordur, insan kendi fikirlerini putlaştırıyor. Din adına yeni fikirlerin söylenme politikası iyi yönetilemezse toplumda taassup artar.

Toplumda dindarlık derinleşiyor mu?

Dünya kuruldu kurulalı, iyi var, kötü var. Her insanda iyilik, güzellik ve kötü duygular vardır, önemli olan iyi duyguların önde olmasıdır. Giderek dinimizi daha iyi öğreniyoruz. Bunun bir duygu, bir de bilgi boyutu var. Bilgi boyutunun geliştiği kanaatindeyim ama bilmek dindar olmak anlamına gelmez.

Duygu boyutu?

Duygu boyutunu geliştirmemiz lazım. Modern şehir hayatı duyguyu aşındırdı. İnternette binlerce sayfa İslam'la ilgili bilgi var, din bunları öğrenmekle alakalı değil bunların sindirilmesiyle alakalıdır. Dindarlığın özü her an Allah'la bir olabilmektir. Dindarlığın derinliği deyince ben, namaz kılanların sayısının artmasını değil, bunu anlarım. Kılınan namaz, insanları 24 saat denetleyebiliyor, ahlaki güzellik, derinlik, duyarlılık kazandırıyorsa… Gönül ister ki, bilgi oranında duygu boyutu da gelişsin.

Devletin varlık nedeni, halkına hizmet ise dini önemsemesi gerekmez mi?

Devletin dini önemsemediği kanaatinde değilim. Devletin dini kendine rakip olarak görmekten vazgeçmesi lazım. Din dünyevileşmenin, hırsın, bencilliğin rakibidir. Aslında din sizi dünya hayatı aldatmasın diyor. Modern devlet aslında dini önemser çünkü devletin de sorunu toplumun huzurudur. Din dünya hayatını önemsiz görmüyor ama peşine takılıp sürüklenme diyor.

İslam dünyasındaki sıkıntılar dinden kaynaklanmıyor

Aydınlar arasında din konusunda cehalet var. İslam dendiğinde Batı'da Hıristiyanlığın yaşadığı tecrübe akıllarına geliyor.

İki yanlış yapılıyor. Bir, Batı'nın din-devlet ilişkilerindeki gerilimler esas alınarak bizde aynen yaşanmış gibi düşünülüyor. İki, İslam dünyasında meydana gelen hadiseleri iyi analiz edemediklerinden din üzerinden algılıyorlar, gerilimleri din alanının kavgası gibi görüyorlar, hepsi dinin siyasal başkaldırısı gibi algılanıyor. Birçok şeyin nedeni ekonomiktir, siyasidir…

Din bağı ayrışmayı önler ve birleştirir

Güneydoğu'ya gittiniz. Bu gezi bazı gazetelere, 'devlet bölgedeki tablodan rahatsız oldu, Diyanet'e git, düzelt dedi' şeklinde yansıdı.

Devletin her birimiyle konuşuruz ama beş yıldır görevdeyim, yaptığım hiçbir işi başkasının gözünün içine bakarak yapmadım. Bütün illere gidiyorum, gitmediğim birkaç il kaldı. En son Kars, Iğdır, Siirt, Batman'a gittim. Ankara'da oturup da konuşmayla olmuyor bu işler.

Kürt sorununun çözümünde din faktörünü nereye koyuyorsunuz?

Dinin her yerde olduğu gibi Doğu'da da büyük bir itibarı var. Din bağı çok güçlü bir bağ. Az da olsa din görevlisi kisvesi altında bölücü şeylere destek verenler olmuş. Bunu ayıklamak lazım. Din bizi ayrıştırmaz, birleştirir. Bu o bölge için de böyledir.

Din etkili olduğu oranda istismara da açık…

Bir toplumda bir şeye çok itibar ediliyorsa böyle riskler vardır. Diyanet'in toplumun birliğinden yana olduğunu, terör örgütlerine prim vermediğini herkes biliyor. İnsanın dini duygusu esastır. Bugün birçok insan sırf popüler diye ateistim diyor ama ateist olmak o kadar kolay değildir. Dindar olmak kolaydır.

22 Haziran 2008 Pazar

@ Reuters:"Müslüman Yaratılışçı, İslam'ı Yayıyor, Hz. İsa'yı Bekliyor..."

Günde 1 milyar kişinin haberlerinden faydalandığı, dünyaca ünlü haber ajansı Reuters, Paris bürosundan kıdemli din editörü Tom Heneghan'ın Adnan Oktar'la yaptığı röportajdan kesitlere yer veren bir haber yayınladı. 19 Haziran 2008 tarihli "Müslüman Yaratılışçı İslam'ı Yayıyor, İsa'yı Bekliyor" başlıklı haberde şöyle aktarıldı:

Harun Yahya, Müslüman dünyasının en fazla kitapları dağıtılan yazarlarından biri... Din ve bilim hakkındaki gösterişli kitapları ve DVD'leri dünya çapında İslami kitapçılarda satılıyor... ve okuyucularının eserlerini internet sitesinden bedava indirmesine izin veriyor.

... Adnan Oktar –Harun Yahya müstear ismini kullanan 52 yaşındaki Türk – 768 sayfalık "Yaratılış Atlası"nı göndererek Avrupa ve Kuzey Amerika'daki bilim adamlarının ve öğretmenlerin dikkatini çekti.

Oldukça lüks bir şekilde resimlendirilmiş olan kitabı, yaratılışçılığın Müslüman versiyonunu anlatıyor.

Atlas bu yılın başlarında İskoçya'da ortaya çıktığında, Edinburg Üniversitesi'nden emekli doğa tarihi profesörü Aubrey Manning, Glasgow Herald'a "Tanıdığım bütün akademisyenlerde bu kitaptan bir tane var" diyor..

"Bu güçlü tesir, kitabın ne kadar etkili olduğunu gösteriyor" diyor yazar, üzerindeki son derece şık beyaz takım elbise, kırmızı kıravatı ve düzgün kesimli sakalıyla.

Atlas'ın ortaya çıkardığı tartışmalar, gözleri 52 dile çevrilmiş olan 260 kitaba, yaklaşık 80 DVD'ye ve düzinelerce siteden oluşan bir yayın imparatorluğuna çevirdi.

Çok güzel resimlendirilmiş ve anlaşılmaz ilahiyat dilinden uzak, bu eserler İslam'ın tek doğru inanç olduğunun ve Darwinizm'in dini inancı baltalayarak, anlaşmazlıklara, ateizme, terörizme ve dünyaya eziyet veren aşırı politik ideolojilere sebep olduğunu anlatıyor.

Oktar kitaplarının bedava olarak indirilmesine izin veriyor; hatta sitesinde basılmış hali 99 dolara satılan dev Atlas'ı bile. Diğer basılı kitapları standart büyüklükte ve daha makul fiyatlarla satılıyor...

Adnan Oktar, "Yaratılış Atlası" kampanyasının ve Harun Yahya yayın imparatorluğunun, ahir zamanla ilgili dini vizyonunun bir parçası olduğunu ve kendisinin ahir zamanda -müstear isminde gizli olan- bir rolü olduğunu söylüyor.

Harun, Hz. Musa'nın kardeşi olan Harun'un Arapçasıdır. Yahya da Yahya Peygamber'in Arapçasıdır, bur durumda vaftizci Yahya, diye bildirdi.

"Harun, Hz. Musa'nın yardımcısıydı. Yahya da Hz. İsa'nın yardımcısıydı" dedi Oktar. "Hz. İsa dünyaya geri döndüğünde, biz de ona yardımcı olmak istiyoruz… Bunun bu konudaki duam olduğunu söyleyebiliriz."

Oktar, ahir zamanla ilgili Kuran ayetleri ve Hz. Muhammed'in hadislerinin, Hz. İsa'nın yakın bir zamanda geri döneceğini ve İslamiyetin kurtarıcısı olan Mehdi'ye, Deccal'in yenilmesinde ve tüm dünyaya İslam'ın yayılmasında yardım edeceğini, ortaya çıkardığını söylüyor.

"Şu anki en büyük projemiz Hz. İsa'nın gelişi için zemin hazırlamak," dedi. "Bunun önümüzdeki 20-25 yıl içinde olacağını anlıyoruz."

Hz. İsa'nın Müslüman olarak geri dönmesi fikri, ahir zamanla ilgili standart İslami bir öğretidir. Fakat Müslümanlar ahir zamanı evanjelik Hristiyanlardan daha az vurguluyorlar ve Oktar'ın bu konuda odaklanması da kendisini Mehdi olarak gördüğü konusundaki söylentileri harekete geçirdi.

Oktar "ben böyle bir iddiada bulunmadım" diyor. "Yazdığım yazılarda ve Hz. Muhammed'in hadislerinde görülen paralelliklerden dolayı bazı kişiler benim Mehdi olabileceğimi düşündüler. Fakat İslam böyle bir iddiada bulunmayı haram kılıyor," dedi.

Atlas gibi başka olağanüstü bir kitap planlayıp planlamadığını sorduğumuzda Oktar, Darwin karşıtı kitaplara devam edeceğini söyledi. "Şu an kafatasları ile ilgili bir kitap hazırlıyorum. Kafataslarının evrim olmadığına dair kanıt olduğunu gösteriyorum" dedi.

19 Haziran 2008 Perşembe

@ Mason Demirel!

Tarihin en karanlık örgütlenmelerinden biri olarak kabul edilen Masonlar, internetten videolu tanıtım atağına geçti. İlk kez bir mason üstadı, internet üzerinden video konferans yöntemiyle masonluğu anlattı.Yüzyıllardır faaliyetlerini kapalı kapılar ardında yürütmeyi tercih eden masonlar, gizem perdesini araladı. İlk kez bir mason üstadı, internet üzerinden video konferans yöntemiyle masonluğu anlattı. Özgür Masonlar Büyük Locası'nın 2000 - 2004 yılları arasında Büyük Üstad'lığını yapan Murat Özgen Ayfer, birçok farklı kategoride uzman isimlerin alanlarıyla ilgili görüntülü bilgi aktardığı uzmantv internet sitesinde 27 ayrı soruya cevap verdi.

Mason Üstadı Ayfer, Süleyman Demirel'in masonluğa girdiğini belirterek, Türk masonlarının 1966 yılında bölünmesinin tetikleyici unsurunun Demirel'e Adalet Partisi Genel Başkan adayı olduğu dönemde 'mason değildir' belgesinin verilmesi olduğunu anlattı.

Bu belgenin verilmesinin yanlış olduğunu ifade eden Ayfer, "Masonların bölünmesinin asıl nedeni kendi içlerindeki uyuşmazlıklar ve uğraşmacalardır. Bunlardan bir tanesi de Süleyman Demirel'e verilmemesi gereken bir belgeyi vermiş olan kişinin (Büyük Üstad Necdet Egeran) doğru dürüst ve olması gereken bir şekilde yargılanmaması. Onun yargılanmaması üzerine de yüksek dereceli masonların bu işe müdahale etmeleri ve kendi aralarındaki çatışma sonucunda parçalanarak dağılmalardır" dedi.

Ayfer, Atatürk'ün masonluğu ile ilgili olarak ise "Masonlar Atatürk'ün mason olmasını bekler ve ister. Ancak bu konuda hiçbir belge yoktu" dedi. Mason localarının 1935’te Atatürk tarafından kapatılması konusa da değinen Ayfer, "Çankaya sofrasında 'Şu masonluktan artık sıkıldım. Madem dediğiniz gibi masonluk çok kötü ve zararlıdır. Kapatıverelim gitsin' demiştir. Masonluğa aykırı olarak tek söz de budur" diye konuştu.

Masonluğun Yahudi örgütlenmesi ve Siyonizm aracı olduğu iddialarını da yalanlayan Murat Özgen Ayfer, 'Türkiye'de kaç mason var?' sorusuna şu cevabı veriyor: "Olması gerekenin çok altında. 3 tane mason örgütü var. Toplam 20 bin kayıtlı masondan söz edilebilir."

1964 yılında yapılan Adalet Partisi 2. Büyük Kongresi öncesinde Demirel'in mason olduğuna ilişkin belgeler dağıtılmış, Demirel ise Enver Necdet Eregan'dan aldığı "Demirel locamıza kayıtlı değildir" yazılı belgeyi okumuştu.

@ Rumlar, Müslümanlarla yaşamaya hazır değilmiş!

Kıbrıs Rum kesiminde yapılan bir araştırma, Rumların, özellikle Müslümanlarla yaşamaya hazır olmadığını ortaya koydu.

Haravgi gazetesinin haberine göre, ''Cyprus College''e bağlı Araştırma Merkezi'nin, ''Ombusmanlık'' adına ırkçılık ve ayırımcılık ile ilgili olarak yaptığı araştırmada, Rumların yüzde 63'ünün diğer dinlere mensup kişilerle yakın ilişki kurmadığı tespit edildi.

Araştırma sonucuna göre, Rumlar, çocuklarının Katoliklerle evlenmesinden rahatsız olmamasına karşın, her dört kişiden üçü, çocuklarının bir Müslümanla evlenmesine karşı çıkıyor.

Rumların çoğu ayrıca, ''İslam dinin, terörist faaliyetler gibi uç davranışlara yol açtığı'' gibi yanlış bir kanıya sahip.

16 Haziran 2008 Pazartesi

@ Pentagon'dan Türkiye senaryoları...

Abd Savunma Bakanlığı Pentagon’a bağlı ‘araştırma-geliştirme’ kuruluşu Rand Corporation, 'Türkiye’de siyasal İslam'ın yükselişi' başlıklı 135 sayfalık bir rapor yayımladı.

Angel Rabasa ve F. Stephen Larrabbee adlı uzmanların imza attığı raporda, Türkiye'de İslam eksenindeki siyasi ve sosyal gelişmeler, gelecekteki muhtemel senaryolar ve bunların ABD'ye yansımaları ele alınıyor.

Raporda, AK Parti'nin açık ve agresif bir İslamcı gündem peşinde koşma ihtimalinin zayıf olduğu belirtilerek dolayısıyla askerî darbeye sebebiyet vermeyeceği ifade ediliyor.

Türklerin şeriat devletine karşı durduğuna ve AB üyeliğinin halkın yarısından fazlasınca desteklendiğine dikkat çekilen raporda AK Parti'nin kapatılmasının 'çok az şeyi çözeceği' ve 'krizin derinleşmesine sebebiyet vereceği' öngörülüyor.

AK Parti'nin başarısının 'İslami kökleri olan siyasi hareketin gücü'nü gösterdiği savunulan raporda, Refah ve Fazilet gibi selef partilerden çok farklı olduğu belirtiliyor.

Raporda, AB yolunda diğer dinlere ait azınlıkların haklarını da içeren reformlar yapıldığına dikkat çekiliyor.

Rapora göre, AKP kapatılmazsa ve iktidarda kalırsa, laikçileri tahrik edecek ve laik-dindar dengesini değiştirecek icraatlar yönünde bastırma hususunda 'daha ihtiyatlı' olacak.

Kemalist idareci sınıfın Türkiye'de hâlâ 'büyük oranda hakim' olduğu kaydedilen raporda, 'Siyasette dinin kabul edilir rolünü tanımlayan çizgileri aşan herhangi bir hükümet, siyasi gerilime sebebiyet verecek ve muhtemelen askerî müdahaleyi tahrik edecektir.' tespiti yer alıyor; ancak AKP'nin öncülleri sayılan Refah ve Fazilet Partisi'nden çok farklı politik hedeflere sahip olduğu ve AB üyeliği hedefine öncelik verdiği vurgulanıyor.

Bunun yanı sıra Türkiye'de mutedil ve çoğulcu bir İslam geleneği olduğu vurgulanarak, dindar insanların da içinde bulunduğu çok büyük bir çoğunluğun din devletini desteklemediği belirtiliyor.

Türkiye'nin Batı'ya büyük ölçüde entegre olmuş bir ülke olmasının dine dayalı bir sistem kurulmasını zorlaştıran bir başka faktör olarak anlatıldığı raporda, AKP hükümetinin gerçekleştirdiği demokratik reformlar ve azınlıklara yönelik yaklaşımıyla ülkedeki azınlık topluluklarının da desteğini aldığı kaydediliyor.

Rapor, AKP'nin 'çok daha agresif bir İslamcı gündem' peşinde koşma ihtimalinin 'daha az muhtemel' olduğu sonucuna varıyor. AKP'nin kapatılmasının 'çok az şeyi çözeceği' ve 'krizin derinleşmesine sebebiyet vereceği' öngörüsü yapılırken, muhtemelen partinin yeni bir isimle yeniden ortaya çıkacağı kaydediliyor.

Müdahaleleri 'yumuşak darbe' ve 'doğrudan müdahale' olarak ikiye ayıran raporda, özellikle eğer AKP, İslami gündem adına daha yoğun şekilde bastırırsa ordu tarafından doğrudan darbenin 'değerlendirme dışı tutulmayacağı' ifade ediliyor. Ancak yazarlar bunun ordunun elindeki 'diğer tüm seçenekler tükenirse' yapılacağını kaydediyor.

Türkiye'nin Osmanlı döneminden beri İslam ile Batılılaşmayı birleştirmeye çalışmasının Ortadoğu'daki diğer İslam ülkelerinden farklı olarak bölgedeki siyasi modernleşme sürecini tanımlayan keskin ayrılıklar ve şiddetten korunma ihtimalini artırdığı belirtiliyor.

'İslamî köklere sahip bir partinin din ve devlet arasındaki sınırlara riayet ederek laik demokratik sistemde icraat yapma kabiliyeti İslam'ın modern laik demokrasi ile bağdaştırılamayacağı argümanını çürütür.' deniyor. Bu deneyimin akim kalmasının 'daha büyük laik-İslam kutuplaşmasına sebebiyet vereceği, Türkiye dışındaki İslam ülkelerine ve gruplara olumsuz yansımaları olacağı anlatılıyor.

Öte yandan özellikle laikçileri ve orduyu rahatsız ettiği gerekçesiyle, Amerikan devletine Türkiye'yi Ortadoğu için 'model' olarak tasvir etmemeleri uyarısında bulunulurken, Türkiye'deki mutedil ve çoğulcu İslam anlayışının diğer Müslüman ülkeler için örnek oluşturabileceği notu düşülüyor.

'Siyasal İslam' tabirini 'İslam'ın ışığında siyaset' olarak tanımlayan yazarlar, Türkiye'de bugün yaşanan siyasi gerilimleri 'İslamcılar' ile 'laikçiler' arasındaki mücadele olarak görmenin meseleyi 'aşırı basitleştirmek' olduğunu düşünüyor.

Rapora göre, 'Bu gerilimler Osmanlı ve yakın Türkiye tarihinde derin kökleri olan, yeni yükselen sosyal sektörler ile laik elit -merkez ile çevre- arasındaki güç mücadelesinin bir parçası.'Raporda, 'Eskiden Kemalistler Batı'yla bağların ve Batı'ya entegrasyonun ana destekçileriydi. Ancak yakın geçmişte bu rol artan şekilde AKP tarafından ifa ediliyor.' deniyor.

Türkiye'nin AB üyeliğinin reddi halinde ise 'Türkiye'nin Batı'yla bağlarını zayıflatmak isteyen güçlerin kuvvetleneceği' savunuluyor.

15 Haziran 2008 Pazar

@ Gelecegin azınlık liderleri buluşmuş?

Avrupa Musevi Toplulukları Konseyi'nin Avrupalı Müslümanları da içine alarak başlattıkları Passport Europe Projesi, Avrupa'da dini azınlıklar konumundaki Müslümanların ve Yahudilerin lider kadrolarını yetiştirmeyi amaçlıyor. Ama Konsey bu projede dinsel unsurlardan çok kültürel birikimleri ön plana çıkartıyor.
Passport Projesi'nden beklentimiz geleceğin liderlerini Avrupa'da yaşamakta olan Yahudi ve Müslüman genç liderleri bir araya getirip kültür bazında bunların daha yakınlaşmasını sağlamaktır. Çağımızda her ne kadar barıştan bahsediliyorsa da dinler arası bazı ayrışmalar oluşuyor. Avrupa'da dini iki tane azınlık var. Biri Yahudi azınlık biri Müslüman azınlık. Ve bunun liderlerinin mümkün mertebe yakınlaşmasının çok büyük faydası olacağına inanıyor bu proje. Ve bunu din eksenli değil kültür eksenli yapmaya çalışıyor. Yani bugün bu liderlerin bir araya gelmeleriyle çok daha sağlıklı gelecek elde edilmesi arzusu var.
Proje kapsamında 20 kişiden oluşan grubun üç farklı kentte üç farklı konuda seminer düzenlemesi planlanıyor.
Bunu üç aşamada yapmayı düşünüyorlar. Aynı 20 kişi, 10'u Müslüman 10'u Yahudi. İlk toplantıyı burada yaptılar geçmişle ilgili. İkinci toplantıyı Berlin'de yapacaklar bugünle ilgili. Üçüncü toplantıyı Stockholm'de yapacaklar yarınla ilgili. Üç ayaklı bir toplantı bu. Ve bunu her sene tekrarlamayı düşünüyorlar.
Kültürel geçmişin masaya yatırıldığı ve İstanbul'da yapılan ilk seminerin gala yemeğine Passport Europe Projesi'nin eşbaşkanı Ruhi Uysen ve eşi Gülcan Uysen ev sahipliği yaptı.
Yahudi Lobisiyle elele vererek geçmişten başlayıp bu güne gelen dostluğu tüm dünyaya tanıtmak istediklerini dile getiren Ruhi Uysen, bu önemli projenin mimarlarına ev sahipliği yapmanın kendisi için bir onur olduğunu söyledi.

14 Haziran 2008 Cumartesi

@ Paşa'dan, Müslümanlar için de aynı hoşgörü bekleniyor...

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un Yahudilerin Ağlama Duvarı'ndaki duası gündeme bomba gibi düşerken, geçtiğimiz yıllarda ordudan 'irticai' faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle atılan dindar subay ve astsubaylara neden aynı şekilde 'ibadet özgürlüğü' tanınmadığı tartışma konusu oldu.

Asder Genel Başkanı Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un Vakit gazetesinde yayınlanan fotoğrafları ile ilgili şu değerlendirmeyi yaptı: “Genellikle inançlarından ötürü, eşi başörtülü diye, bazı askerlerin TSK ile ilişikleri kesiliyor. Ancak bir kuvvet komutanının başka bir dinin benzeri inançlarını sergilenmesine hoş görü ile bakıyoruz. Aynı hoşgörünün meslek grubu ne olursa olsun bütün insanların da inançlarını ve ibaretlerini yaparken gösterilmesinin gerekliliğine inanıyoruz” dedi.

Tanrıverdi, “İnancından ötürü, dini vecibelerini yerine getirdiği veya eşi başını örttüğü için asker kişilerin irticai davranışla damgalanıp silahlı kuvvetlerden çıkarılma sebebi yapılmadığı dönemleri özlüyoruz. Kara kuvvetleri komutanının bu tezahürünün böyle bir gelecek dönemin başlangıcı olmasını ümit ediyoruz” diye konuştu.

Başbuğ’un fotoğraflarda ibadet ediyor gibi görüntülenmesini ise, “Bu davranış bir inancın tezahürü de olabilir, saygı da olabilir, bir protokolün gereği de olabilir” şeklinde yorumlayan Tanrıverdi, “Ama bu davranış, bir dini inancın vicdana gömülemeyen şeklidir. ‘Biz inancınıza karışmıyoruz, herkes inancında serbesttir, ama şuralarda buralarda yaşayamazsınız’ deniyor. Başörtüsü bir simgedir deniyor, hayır başörtüsü bir inancın göstergesidir. Dolayısıyla inancın vicdanla olan kısmı bir de mecburen toplumum önünde ifade edilecek kısmı var. Cuma namazını vicdanınızda kılamazsınız, tesettürünüzü vicdanınızda takamazsınız, fiilen yapmak zorundasınız. Dolayısıyla bunlara hoşgörü ile karşılamalarını beklemek en doğal hakkımızdır” değerlendirmesinde bulundu.

11 Haziran 2008 Çarşamba

@ Somali'de BM ateşkesi reddedildi...

Somali'deki geçici hükümet ve işgalci Etiyopya güçlerine karşı savaşan en büyük Müslüman direniş grubu Müslüman Mahkemeler Birliği (UIC) lideri Şeyh Hasan Dahir Aweys, BM aracılığında sağlanan 3 aylık ateşesi kabul etmediklerini açıkladı. BBC'nin haberine göre Aweys, tüm işgalci güçler ülkeden atılıncaya kadar savaşacaklarını söyledi.

Anlaşma, diğer Müslüman muhalefet lideri Şeyh Şerif Şeyh Ahmet ile Başbakan Nur Adde arasında imzalanmıştı. Anlaşmaya göre, 3 aylık ateşkes süresinde işgalci Etiyopya güçleri ülkeyi terk edecek.

2006'da ülkenin büyük kısmını yöneten ve Somali'ye gerçek anlamda barış getiren İslami Mahkemeler Birliği Başkanı Şeyh Aweys, Eritre merkezli direnişin en güçlü isimlerinden. Müslüman lider, işgalci güçlerin desteklediği görüşmelerine karşı sert duruşuyla tanıyor.

İşgalci Etiyopya güçlerine ve kukla Somali hükümetine karşı en şiddetli direnişi gösteren UIC'nin silahlı genç kanadı el-Şebab'da, ateşkes görüşmelerine karşı mesafeli duruyor.

Birleşmiş Milletlerin Somaliden sorumlu elçisi Ahmedu Uld Abdullah; hükümetle, Somali'nin özgürlüğe kavuşturulması ittifakı adlı grup arasında imzalanan anlaşmayla tarafların, çatışmaları üç ay süreyle durdurmayı kabul ettiklerini bildirdi.

Cibuti'de BM arabuluculuğunda imzalanan anlaşma, bir buçuk yıldır ülkede bulunan Etiyopya askerlerinin de 120 gün içinde çekilmiş olmasını öngörüyor. Anlaşmanın 30 gün içinde yürürlüğe girmesi öngörülüyor.

Ancak hükümetle anlaşan muhalif grup; çok sayıdaki farklı siyasi güçten sadece birisi.

Bu nedenle BBC muhabirleri, anlaşmanın uygulanıp uygulanamayacağını ve hemen her gün süren şiddet olaylarını dindirmeye yetip yetmeyeceğini söylemek için erken olduğunu ifade ediyorlar.

Birleşmiş Milletler elçisi de taraflar arasında derin güvensizlikler bulunduğunu kabul ediyor.

Somali'de hafta sonunda başka gruplara mensup Müslümanlarla, geçici hükümet ve onu destekleyen Etiyopya askerleri arasında çıkan çatışmalarda 28 kişi ölmüştü.

Etiyopya askerlerinin yerini almak amacıyla Afrika Birliğinin sevk etttiği barış gücü ise hedeflendiği gibi 8 bin değil iki bin kadar askeriyle ancak sınırlı bir etki yapabiliyor.

10 Haziran 2008 Salı

@ Halk, en yalancı gazeteleri seçti...

HaberX sitesinin düzenlediği "Yalan Makinası" başlıklı ankette, "Sizce en çok yalan haber hangi gazetelerde çıkıyor?" sorusunu sordu. Kendi küçük çıkarları için yapay gündemlerle toplumu şekillendirmeye çalışanların aslında kendi imajlarını nasıl şekillendirdiği anket sonuçlarında bariz biçimde ortaya çıktı...

İşte anket sonuçları:

Sizce en çok yalan haber hangi gazetelerde çıkıyor? (Çoklu seçenek)

Hürriyet 73,0%
Cumhuriyet 64,8%
Milliyet 58,3%
Vatan 52,9%
Posta 43,1%
Radikal 29,3%
Akşam 26,5%
Güneş 25,9%
Takvim 25,6%
Sözcü 23,5%
Tercüman 18,5%
Yeni Çağ 18,2%
Sabah 17,5%
StarGazete 15,8%

@ MGK'dan İlahiyat Fakultesi...

Diyanet İşleri Başkanlığı, Başkanlığın Van’da yapılan il müftüleri toplantısının sonuç bildirgesine de giren proje, Türkiye’de uluslararası boyutta bir ilahiyat fakültesi kurulmasını öngörüyor.

Akşam’ın haberine göre fakülte, eski Osmanlı coğrafyası ile Türk cumhuriyetlerini hedef kitlesi olarak belirledi. Yeri ve zamanlaması konusunda bir kesinlik bulunmayan projenin temellerinin, 2007 yılındaki bir MGK toplantısında atıldığı ve burada Diyanet’in çalışma yapması konusunda görüş birliği oluştuğu öğrenildi. Proje, İl müftüleri sonuç bildirgesine, “Türkiye’nin dini tecrübesini, birikim ve bakış açısını dış dünyaya taşıyacak, özellikle Avrasya coğrafyasına yönelik bir Uluslararası İlahiyat Fakültesi’nin kurulması önemli bir ihtiyaç haline gelmiştir” şeklinde girdi. Türkçe ile birlikte Arapça ve bir Batı dilinin çok rahat konuşulup yazılacak bir düzeyde öğretildiği ve din alanında çağdaş dünyanın ihtiyaç ve beklentilerini önceleyen bir müfredat için hazırlık yapıldığı da kaydedildi.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu da düzenlediği basın toplantısında uluslararası ilahiyat fakültesinin doğru dini bilgiye dayalı, 21. yüzyılı okuyan bir eğitim vereceğini anlatarak, şunları söyledi: “Böyle bir fakülte özellikle Balkanlardan ve Kafkasya’dan Rusya içindeki özerk, yarı özerk Türk topluluklarından ve Türk cumhuriyetlerinden çocuklarımızın Türkiye’ye gelmesi, daha güneylere inmemesi ve Türkiye tecrübesini tanıması açısından fevkalade önemlidir.”

Bu gelisme, hilafet döneminde Osmanlı'da olan dini otoritenin, duyulan ihtiyaç sebebiyle tekrar oluşturulmasının ilk adımı olarak görülüyor.

@ Söylenen söz.. Söyleyen insan..

Gazeteci yazar Sami Özey'in bugünkü köşe yazısını aşağıda okuyabilirsiniz...

Geçtiğimiz hafta BAV tarafından aziz İstanbul’umuzun eşsiz köşelerinden Boğaziçi’nde bir kısım dostun da katıldığı yemekli bir gemi gezintisine katıldım.. Maksat elbette ki yemek içmek değil. Günün yorgunluğunu atmak.. Ya da dost ve ahbapların birbirlerini görmeleri hadisesi..
Toplantıya Vakfın Onursal Başkanı Adnan Oktar Hoca da katıldı.. Tabiî ki BAV ekibi de noksansız bir şekilde.. Gece boyunca samimi muhabbet sürdü gitti..
Adnan Hoca için takip edenler bilir; son duruşmada 3 yıl mahkumiyet çıktı.. Yalnız şu an temyizde.. Hocaya bir ara o durumu sordum.. “Elhamdülillah Sami Bey” dedi.. Ve devam etti.. “Hapishane bizim için Medrese-i Yusufiye’dir.. Yatarız!.. Geçmişte başımıza gelmedi mi ki?.”
Bunları söylerken fevkalade samimi görünüyordu Adnan Oktar!. Gözleri ışıl ışıldı.. Gözler yalan söylemez çünkü.. Kim ne derse desin, ben bu insanların hizmet ehli birer insan olduklarına inanıyorum.. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim demiş, eskiler!. Bu insanlar kimlerle mücadele ediyorlar?. Masonlarla.. Yaradılışı inkar eden Darwin’ci felsefecilerle.. O zaman bu insanlar doğru yoldalar..
Bakın Adnan Hoca neler yapmış?..
Yazdığı eserlerle erkek kadın çok insanın imanla şereflenmesine vesile olmuş.. Sağda solda malayani işlerle uğraşan, hayatı, “yiyelim içelim dalgamızı geçelim” olarak algılayan pek çok kişinin, doğruyu görmesine sebep olmuş.. Eserleri, Türkiye’de olduğu gibi dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde de büyük ilgi görmüş.. Memleketimizin bölünmez bütünlüğünü savunmuş ve bunun için de sempozyumlar düzenlemiş.. özünde Allah’ın(cc) rızasını kazanmak olan bu gayretin sonunda ise, milyonlarca insan hidayeti bulmuş..
Sonuç olarak diyeceğim şu;
Allahsızlığı, kitapsızlığı yaşam biçimi yapmış birtakım kişiler, başta Adnan Oktar’a ve maiyetindeki gençlere iftira üstüne iftira attılar, ama tutmaz!.. Tutacak olan tek plan vardır, o da Halik-i Zülcelal’in planıdır..
Mevla Teala, din-i mübin için ve bu aziz millet için çalışan her kim varsa hepsini payidar etsin..
-

@ Avrupa ve Abd'nin müslümanlara bakışı...

İslam Konferansı Teşkilatı’nın yayınladığı bir raporda, Avrupa’daki Müslümanların Amerikan Müslümanlardan daha fazla ayrımcılığa tabi tutulduğu bildirildi.

Raporda, Avrupalı Müslümanların siyasi hayata katılımda ve temel hakları konusundaki ayrımcılığa tabi tutulmasının çok açık olduğu ifade edilirken, Avrupa'ya oranla Müslümanların siyasi ve sivil hayatta daha iyi olduğu Amerika'da da İslamofobya'nın yükselişte olduğu kaydedildi.

Raporda, Dünya Ekonomik Forumu tarafından Ocak 2008'de gerçekleştirilen araştırmaya da göndermede bulunularak, Avrupalıların Batı ile İslam ülkeleri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini bir tehdit olarak gördüğüne dikkat çekildi. Danimarka'da yüzde 79, İtalya'da yüzde 67, Hollanda'da yüzde 67, İspanya'da yüzde 68, İsveç'te yüzde 65 ve Belçika'da yüzde 59'luk kesim İslam ile Batı arasındaki etkileşimin bir tehdit olduğu görüşünü dile getirmişti.

Avrupalıların İslam'ı ve Müslümanları kendi kültürlerine bir tehdit olarak gördüğüne vurgu yapılan raporda, Avrupa'ya kıyasla Amerika'da yüzde 70 ve Kanada'da yüzde 72'lik kesimin Batı ve İslam ülkeleri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinin kendi yararlarına olacağını düşündüğü bildirildi.

Raporda, Batı'da bilgisizlikten kaynaklanan, İslam'ın kılıçla yaşanan ve terörist eylemler gerçekleştiren bir din olarak algılandığına dikkat çekildi.

9 Haziran 2008 Pazartesi

@ Bardakoğlu'ndan ''örnek dindar modeli''

"Ahlaki değerlere ulaşmayan, ahlaki değerleri gerçekleştirmeyen bir dindarlık, olgunlaşmayan bir dindarlıktır" diyen Bardakoğlu, 21 Yüzyıl'da olması gereken dindarlığı şöyle tarif etti:

"Biz ahlakın içerisine aynı zamanda kültürü sanatı estetiği mimariyi de katıyoruz. Çünkü yalın dindarlık değil, medenileşmiş, süzülmüş, geliştirilmiş ve sanatla estetikle, mimariyle, edebiyatla, musiki ile zengin bir hal almış dindarlık aslında 21'nci yüzyılın ihtiyacı olan dindarlıktır. Biz bunları sunarken elbette milletimizin, devletimizin, ortak çizgilerini önemsiyoruz. Böyle olduğu içindir ki Diyanet İşleri Başkanlığı hem Cumhuriyetimizin temel ilkeleri ile laiklikle, hem demokrasi ile hem de modern dünyanın ürettikleri ile uyum içinde olmayı, hizmet vermeyi temel amaç ve ilke edinmiştir. Elbette bu bizim için olduğu kadar İslam dünyası içinde batı içinde son derece önemli bir çizgidir. Biz bunu önemsiyoruz. Önemsediğimiz içindir ki Türkiye'nin dindarlığı Türkiye'nin yapısı aynı zamanda özgün ve örnek bir model teşkil etmektedir."

@ Tarihin en büyük siyasi münafığı!

1991 yılında yayınlanan kitabında "Anayasa Mahkemesi demokrasinin şartı değildir" diyerek kapatılmasına yeşil ışık yakan Süleyman Demirel'in bugün 'cübbeli darbe'ye destek vermesi 'siyasî münafıklık' olarak yorumlandı.

Anayasa Mahkemesi’nin, Meclis’in yetkisini gasp eden “cübbeli darbe”sine, “1960 ihtilali böyle bir imkân olmadığı için geldi. O zaman da Meclis ‘Bizi halk seçti, ne istersek yaparız’ anlayışındaydı. O gün şimdiki gibi Anayasa Mahkemesi olsaydı, ihtilal olmadan halledilirdi” sözleriyle destek veren eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e Özal dönemi Bakanlarından Hasan Celal Güzel, “Demirel, tarihin en büyük siyasi münafığı” diye cevap verdi. Vakit’e konuşan Güzel, Demirel’in sözlerinde hiçbir tutar yan kalmadığını ifade ederek, “Bu sözler yıllardır ismini kullandığı merhum Adnan Menderes’e bir ihanettir. Demirel, kendisinin 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesinde şapkasını alıp gittiği günleri unutmuş görünüyor. Her iki dönemde de Anayasa Mahkemesi vardı. Bunlar hiçbir anlamı olmayan saçma sapan sözlerdir. Anayasa Mahkemesi’nin kararı tam bir ‘cübbeli darbedir’, Demirel’in saçmalıkları da bunu meşrulaştırmaya yetmez” dedi.

Meclis’in 411 milletvekilinin oyuyla dünyanın hiçbir yerinde olmayan, Türkiye’de de hiçbir yasada geçmeyen çağdışı bir yasağa son vermek için girişimde bulunduğunu ifade eden Güzel, “Demirel’in dediği gibi Meclis’in, ‘her istediğimi yaparım’ dediği de yok. Meclis milletin kendilerine verdiği yetkiyi doğru bir şekilde kullanmıştır. Burada hukuksuzluk ve yetki gaspında bulunan Anayasa Mahkemesi’dir. Demirel jakobenleri desteklemek için o kadar saçmalamaya başladı ki, tevil etmesi mümkün değil. 1991 yılında Yeni Asya Yayınları tarafından neşredilmiş Demirel’e ait ‘İslâm, Demokrasi, Laiklik’ adlı kitapta açıkça, ‘Anayasa Mahkemesi demokrasinin şartı değildir’ diyerek Anayasa Mahkemesi’nin kapatılabileceğini bile savunuyor. Dünyanın en büyük siyaset münafığı olarak tarihe geçecek olan Demirel, elbette bunlar karşısında da yine ‘dün dündür, bugün bugündür’ diyecek” şeklinde konuştu.

Yıllardır gerçek yüzünü gizleyerek inançlı insanların sırtından geçinen Demirel’in maskesinin düştüğünü ifade eden Güzel, şunları söyledi: “Demirel’in 84 yaşında maskesi düşmüş, gerçek yüzü ortaya çıkmıştır. 84 yaşında, aslında halkın değerlerine hep tepeden baktığı, inanmadığı, halkın inançlarını kesinlikle paylaşmadığı ama oy almak için onlara yakınmış gibi göründüğü ortaya çıkmıştır. Artık halktan beklediği bir şey kalmayınca gerçek yüzünü göstermiştir. Bu gerçek yüz, yıllarca mücadele ettiği CHP’nin yanında yer alan bir yüzdür. Bir siyasetçi için ne kadar kötü bir akıbettir. Temenni etmeyiz, Allah ne kadar yaşatır bilmeyiz ancak Demirel’e emr-i Hak vaki olduğunda bildiğimiz ve emin olduğumuz bir şey var; tabutunun arkasından jakoben bürokratlar, CHP’liler ve birkaç Ispartalı akrabasından başka hiç kimse yürümeyecek. Acınacak bir durumda.”

@ Chirac, dinlerarası diyalog vakfı kurdu...

Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı Jacques Chirac da, koltuğunu kaybettikten sonra vakıf işine sarılan eski liderler arasına katılıyor... Fransız Le Figaro gazetesine konuşan Chirac, yarın "medeniyetler arası diyalog ve sürdürülebilir kalkınma" için çalışacak vakfını hayata geçirecek. Chirac'ın ilk hedefi, dünyada su, ilaç edinme sorunları, ormanların yok olması ve çölleşme ve bu arada tehdit edilen dil ve kültürlerin korunması...

Öte yandan, Fransa’daki skandalları ortaya çıkarmasıyla tanınan Le Canard enchaînè gazetesi Cumhurbaşkanı Chirac’ın Japonya’daki Sowa Bank’ta açtığı gizli hesaplarda 45 milyon euro olduğunu öne sürdü .

Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Japon kültürü ve sumo güreşine olan hayranlığıyla tanınıyor. Haftalık Le Canard enchaînè gazetesi ise Chirac’ın Japonya’ya duyduğu sempatinin ardında aslında 45 milyon euro’luk bir gizli hesap olduğunu iddia etti. Gazete, dünkü sayısında Fransız İstihbarat Servisi’nin (DGSE) gizli bir belgesini yayımladı. 15 Kasım 1996 tarihli belgeye göre, Jacques Chirac 1992 yılında, yani Paris Belediye Başkanı olduğu dönemde Japonya’nın başkenti Tokyo’da bulunan Sowa Bank’a yüklü miktarda para transferi yaptı. DGSE adına çalışan bir ‘köstebek’ Chirac’ın yakın dostu Shoichi Osada’nın bilgisayar kayıtlarına girdi. Casus, Osada’nın Chirac adına bakiyesi 45 milyon euro’luk hesapları yönettiğini tespit etti. Bu bilgiyi DGSE merkezine iletti.

Karl Laske ve Laurent Valdiguè imzalı habere göre, DGSE’nin soruşturma girişimleri ise sonuçsuz kaldı. Sowa Bank 2001 yılında ‘batmadan’ önce Osada, parayı başka hesaplara transfer etti. DGSE, Chirac hakkında tekrar soruşturma açmaya çalıştı. Chirac, 2002’de yeniden Cumhurbaşkanı seçilince bu girişim de başarısız oldu.

7 Haziran 2008 Cumartesi

@ Yeni ''Çalışma Grubu'':CÇG

Batı Çalışma Grubu’ndan sonra oluşturulan Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun hazırladığı raporların en ilgi çeken bölümlerinden biri Ulusal Birlik Hareketi’nin oluşumunu konu alan raporu.

UBH’nin oluşumu, gelişimi, yapılan ve yapılacak toplantılar, alınacak kararların Jandarma Genel Komutanlığı Cumhuriyet Çalışma Grubu’yla görüşülerek hazırlandığı raporlarda açıkça görülüyor.

Bu raporlardan biri 19 Şubat 2004 tarihli Ulusal Birlik Hareketi STK Platformu adlı 114 sayfalık çalışma. Ulusal Birlik Hareketi lideri Prof. Bülent Berkarda’nın yapmış oldukları faaliyetleri, görüşmeleri bizzat Jandarma Genel Komutanlığı’nda kurulan CÇG’ye sunduğu, buradan aldığı direktifler doğrultusunda hareket ettiği, çalışmalar yürüttüğü de raporlarda açık bir şekilde görülüyor.

Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun hazırladığı raporda Türkiye’nin sorunları İç siyaset, Dış siyaset, ekonomi ve eğitim başlıklarıyla değerlendirildikten sonra sorunların neler olduğu da sıralanıyor. İç siyaset başlığı altında “Medyanın siyasetin ve sermayenin elinde tek ses olması, tekelleşme, Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve Yerel Yönetimler Kanunu, 28 Mart Belediye seçimleri, Devletteki kadrolaşma, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer, Yargının gözden düşürülmesi, siyasetin yargıyı yıpratması, dokunulmazlığın kaldırılmaması, yolsuzlukla mücadelede siyasi tercihler, TÜBİTAK’ın özerkliğinin yok edilmesi, türbanın siyasi kullanımı, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün tartışılması, Güneydoğu sorunu, Apo’ya getirilmek istenen siyasi af, teröre karşı etkisiz kalma, Kemalizme karşı saldırılar, STK’ların durumu, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi, siyasi partiler yasası, seçim sistemindeki ülke barajı, temel sağlık hizmetleri” sıralanıyor.

Dış siyaset başlığında ise “AB ilişkileri, AB ilerleme raporu, AB sürecinde dil hakları, Kıbrıs’ta çözüm mü yoksa ‘ver kurtul’ mu, İncirlik üssünün durumu, Ulusal güvenlik zafiyeti, K. Irak’ta gelinen nokta, ABD’nin dinsel özgürlükler raporu, ılımlı İslam önerileri, Ermeni lobisinin faaliyetleri, sözde soykırım iddiaları ve uluslar arası destek, Ege kıta sahanlığı” sorun olarak ele alınıyor.

Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun hazırladığı raporda eğitim sorunlarına da değiniliyor. “YÖK yasa tasarısı, eğitim birliğinin bozulması, 8 yıl kesintisiz eğitime darbe, Kuran kursları, İmam Hatip Liseleri, MEB ‘Sosyal Bilimler Lisesi’ kurulması girişimi ile Osmanlıca eğitimi, ders kitaplarında insan hakları projesi.”

Ekonomi bölümünde sorunlara çözümler getirebilmek ve bu kötü gidişe son verebilmek amacıyla 30 sivil toplum kuruluşunun Ulusal Birlik Hareketi adı altında bir platform oluşturduklarından bahsedip, “Ekonomiye IMF müdahalesi, Gümrük Birliği, gizlenen kredi anlaşmaları, maden yasaları, özelleştirme, Tüpraş, Telekom, Tekel…., İşsizlik” bu bölümde sorun olarak ele alınıyor.

Hazırlanan raporda Ulusal Birlik hareketine katılmaları için birçok STK’ya davet nitelikli mektuplar ve e-postaların gönderildiğinden bahsedilip “Bu mektuplarda UBH’nin ilkeleri, misyonu, amacı ve uygulama yöntemleri anlatılmakta ve bütün ulusal güçlerin harekete katılması istenmektedir” deniliyor.

Basına yansıyan bir takım konuşmaların da yer aldığı raporda, son toplantıda alınan kararlar da CÇG raporuna yansıyor. Alınan kararlar ise şöyle; “Genişletilmiş UBH toplantısının 28 Şubat 2004 cumartesi günü Baltalimanı tesislerinde yapılması, açıklanacak olan ‘sivil uyarı metninin’ gazetelerde yayınlanması, Ankara’ya yapılacak yeni ziyaret programının Mart ayına ertelenmesi, İ.Ü.ÇEV tarafından hazırlanan ‘4 Kasım’dan bu yana neler oldu’ kitabına UBH’nin katılması. Star TV, TV8, NTV ve Yön FM için belirlenen üyelerin temasa geçerek UHB sözcülerinin programlarda yer alması.”

Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı Plan Koordinasyon ve Güvenlik Dairesi Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun Prof. Bülent Berkarda ve gelen heyetle görüştükten sonra konuyla ilgili hazırladığı değerlendirme bölümü ise şöyle; “Ulusal birlik hareketinin son faaliyetlerinin uygun ve yerinde faaliyetler olduğu, uyarılarımızın dikkate alındığı, ancak klasik sol anlayışın devam ettiği, merkez sağdan yönelen tepki oylarından güç alan iktidara karşı, merkez sağ tabana hitap edecek yaklaşımların daha sonuç alıcı olacağı değerlendirilmektedir.”

6 Haziran 2008 Cuma

@ Önce İslam Birliği...

50 ülkeden 500 Müslüman düşünür, siyasetçi ve âlimin katıldığı Mekke'deki “Uluslararası İslami Diyalog Konferansı” devam ediyor. Konferansın açılış konuşmasını yapan Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz bin es-Suud, her alanda yapılması gereken diyaloğun önemine işaret etti.

Suudi Arabistan'da diyaloğa karşı çıkanlara seslenen Kral Abdullah “diyalog prensipler çerçevesinde olacak, inançlar çerçevesinde değil” dedi. Abdullah, başkalarıyla diyaloğun Yüce Allah'ın (cc) çağrıda bulunduğu ortak değerler çerçevesinde gerçekleşeceğini vurguladı. Kral Abdullah şöyle devam etti: “En güzel şekilde tartışacağız, üzerinde anlaştığımız bir şey olursa onu içimizde uygulayacağız, ihtilaf ettiğimiz yerde de ayeti kerimedeki gibi sizin dininiz size bizim dinimiz bizedir, deriz”

Bu diyaloğun aşırı dinciler tarafından zedelenen İslam'ın hoşgörüsünün bir göstergesi olduğunu vurgulayan Kral Abdullah, “Bu ümmetin değeri büyüktür, İslam'ın hoşgörüsünü, adaletini ve yüce değerlerini hedef alan aşırılık, fanatizm, düşmanlık gibi İslam'ın düşmanlarının teşkil ettiği tehditler büyük” dedi.

İçe kapanmanın tehlikeli sonuçlar doğucağının altını çizen Kral Abdullah sözlerini şöyle sürdürdü: “İçe kapanmanın, cehaletin ve ufuk darlığının beraberinde getireceği tehlikelere karşı koymak için bu kardeşiniz böyle bir çağrıda bulundu. Amacımız tüm dünyanın düşmanlık ve saldırganlık olmadan en hayırlı din olan İslam mesajının anlamını ve ufkunu anlamasıdır. Bu toplantıyla dünyaya adaletin, insani etik değerlerin, birlikte yaşamanın sesi olduğumuzu, akıllı ve adaletli bir diyalog amaçladığımızı göstermek istiyoruz” diye konuştu.

Mekke'deki bu toplantı Kral Abdullah'ın Mart ayında çağrıda bulunduğu dinlerarası diyalog toplantısının ilk adımı olarak değerlendiriliyor. Bu konferansı Suudi Arabistan içinde ve dışında Müslümanlar arası diyalogla dinlerarası diyalog konferanslarının izleyeceği tahmin ediliyor.

Bilindiği gibi Kral Abdullah Vatikan'a yaptığı tarihi ziyaretten yaklaşık beş ay sonra İslam, Hristiyanlık ve Yahudilikten oluşan üç semavi din arasında diyalog çağrısı yapmış dinler arası bu diyaloğa başlamadan önce dünyanın her tarafındaki Müslüman alimlerin görüşünü almak ve ortak bir tavır belirlemek için Mekke'de böyle bir toplantı çağrısında bulunmuştu.

Suudi Arabistan Kralı Abdullah'la Suudi Arabistan Müftüsü Şeyh Abdulaziz Al El Şeyh kökten dincilerin neden olduğu İslam'la ilgili “kuşkuları” gidermek için dinler arası diyaloğun önemi üzerine mutabık kaldı.

Müslümanlar arası diyalogun önemine vurgu yapan Suudi Arabistan Müftüsü, “Birileri İslam'ı bilerek karalıyor. 'İslam terör dinidir” dediler, 'şiddet dinidir' dediler, 'insan haklarını ihlal ediyor" dediler. Evet, tüm bunlar dezenformasyonun bir parçasıdır. Oysa İslam rahmet, şefkat ve hoşgörü dinidir. Birçok medya organı insanları İslam'dan soğutmak ve İslam'ın imajını zedelemek için bunu bile bile yapıyor. İşte bu diyalog sayesinde İslam'ın yüce prensiplerini anlatma imkânı bulacağız” diye konuştu.

Müftü, “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” ve “sizden iyiliğe çağıran bir ümmet olsun” şeklindeki ilahi buyruktan yola çıkarak diyaloğun çerçevesini iyi çizmek gerektiğini sözlerine ekledi.

“Gelmiş geçmiş tüm peygamberler aslında aynı ilahi vahyin tebliğcileri değil miydi?” diyen Müftü İletişim olanaklarının çok güçlü olduğu bu devirde diyalog kurmanın önemine değindi.

İran Rejim Yararını Teşhis Konseyi Başkanı Dr. Ali Ekber Haşimi Rafsancani ise yaptığı konuşmada İslami mezhepler arası diyaloğu kastederek dinlerarası diyalogdan önce Müslümanlar arası diyaloğa ihtiyaç duyulduğunu vurguladı.

Rafsancani sözlerini şöyle sürdürdü: “Diğer dinlerle diyalog girişimi başlatmadan önce biz Müslümanlar olarak evvela kendi aramızda diyalog kurmalıyız. Düşünce ve görüşlerimizi ortak bir çerçeveye oturtmalı başkalarıyla diyalog kurarken ortak İslami bir görüş açısını yansıtmalıyız”

Rafsancani, bu konferansın diğer dinler ve beşeri felsefelerle diyalog kurmak için bir ilk adım olabileceğinin altını çizdi.

“İslam ümmetinin bugün birçok sıkıntı ve zorlukla karşı karşıya olduğunu” hatırlatan Rafsancani “bu sıkıntı ve zorluklardan kurtulmak için Müslümanların birlik ve beraberlik bilincinde olmasını sağlamak gerektiğini bunu da ancak Müslüman âlimlerin yapabileceğini” vurguladı.

İran İslam Devrimi'nin saç ayaklarından birini temsil eden Rafsancani ötekiyle diyalog konusunun işlendiği bir konferansta bile “sizin dininiz size, benim dinim bana” prensibi çerçevesinde “uluslararası küfüre” değinmeden geçemedi. Rafsancani konuşmasında “haklarımızı başkasına bırakmayalım, cehalet, geri kalmışlık ve tefritten dolayı ortaya çıkan sorunlarımızı çözme görevi birinci derecede Müslüman âlimlere düşüyor” dedi.

Rafsancani “dünyanın süper güçleriyle” “Siyonizme” göndermede bulundu. Birinci sınıf bir ekonomist olan Rafsancani dünyadaki zenginlik kaynaklarının % 20'sinin İslam ülkelerinin elinde bulunduğunu” ayrıca “en önemli jeopolitik, coğrafi noktalar, en iyi boğazlar ve su geçiş noktaları da Müslümanların elinde olduğunu” hatırlattı.

İran Eski Cumhurbaşkanı ve ilk meclis başkanı olan Rafsancani İslam Ümmeti'nin tekrar ayağa kalkabilmesi için geliştirilmesi gereken stratejik planı çizmeye çalışırken “Bu ümmetin 75 lideri uluslararası kuruluşlarda üye, başka bir deyişle bu kuruluşların % 25'i bu Müslüman liderler tarafından temsil ediliyor. Bu da bu liderlerin bu ümmetin dünyada tekrar söz sahibi olabilmesi için başka ülkelerle kurulacak işbirliğiyle bunu rahatlıkla gerçekleştirebilirler” dedi.

“Dünyanın Süper güçleri” olarak nitelendirilenlerin Afganistan ve Irak'ta batağa saplandığını söyleyen Rafsancani, “Afganistan'da can güvenliğinin günden güne azaldığını” kaydederek Irak'ta da durum aynı olduğunu, Irak'taki işgali sona erdirmek ve ülkedeki kaosa dur demek için ümmetin elinde büyük bir güç potansiyelinin olduğunu ve Irak halkına güvenmek gerektiğini ifade etti. Kral Abdullah ve diğer liderleri, diyalog konusundaki çabalarından dolayı da öven Rafsancani ayrıca Kral Abdullah ile özel olarak da bir araya geldi.

Dünya İslam Birliği Genel Sekreteri Dr. Abdullah Bin Abdulmuhsin et-Türki ise konferansı tarihi bir fırsat olarak değerlendirerek “dünyanın her tarafından gelen Müslüman âlimler ve kanaat önderleri yeryüzünün en mukaddes noktası olan Mekke'de toplanmışlar” dedi.

Burada toplanan Müslümanlar diğer din mensuplarıyla diyalog kurarken ortak İslami bir yöntem belirleyecekler. Üç gün sürecek konferansa katılanlar diyalog ve sınırları, semavi dinlerle Hinduizm, Jainizm ve Budizm gibi din mensuplarıyla kurulacak diyaloğun tarafları gibi konuları ele alacak ayrıca sürekli İslam'a hakaret edildiği bir ortamda Hıristiyanlarla olan diyaloğun geleceği gibi konular tartışılacak.

5 Haziran 2008 Perşembe

@ Büyükanıt'ın Ortadoğu yorumları...

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt Ortadoğu sempozyumunun açılış konuşmasını yaptı. Büyükanıt'ın sözleri özetle şöyleydi:

"Ortadoğu'daki gelişmeler dünya barışını etkiliyor. Ortadoğu'dan çıkarılan petrole baktığımızda bile bölgenin neden istikrarsızlık içinde olduğunu anlamamıza yetecektir. Türkiye istikrarsızlık ve bunalım alanlarının ortasındadır. Bölgede en fazla dikkat etmemiz gereken ülke Irak'tır. Irak'ta güvenlik ve istikrarın sağlanamaması, Irak'ta çatışmaların devam etmesi bölge ülkelerini de etkilemektedir. Irak'taki gruplar bütünlüğü sağlayamıyor çıkar sağlamaya çalışıyor. Ortaya çıkan manzaraya baktığımızda Irak'ın geleceği ile ilgili pek umut olmadığı ortadadır. Ülke bölünmeye doğru gidiyor. Irak'ın bölünmesi Ortadoğu'nun bölünmesi ve yeni çatışmaların çıkması demektir.

Irak'ın geleceği Türkiye'nin de iç ve dış politikasını etkileyecektir. Tarihi iyi okumamız gerekir. Bölgede Osmanlı'dan bu yana çatışmalar devam ediyor. Ortadoğu'da sorunlar 1. Dünya Savaşı'ndan sonra başaladı. Irak'ın toprak bütünlüğü Türkiye için hayati önem taşımaktadır. Bu durum Türkiye'nin güvenliği açısından ciddi tehdittir. Irak'taki mevcut yapı kalıcı hale gelirse istikrar sağlanamaz. Irak bu kadar kan dökülen bir ortamda nasıl istikrara kavuşur.

Ortadoğu'da bizim için öncelik bakımından 2. sırada İran var. Biz nükleer silahlardan arınmış barış ve huzur içinde bir Ortadoğu istiyoruz. İran nükleer programıyla ilgili sağduyulu politikalar izlemeli.

Bölgedeki sorunlu 3. ülke Suriye'dir. Ülke bölge açısından kilit öneme sahip bir ülkedir. Suriye'nin uluslararası sisteme entegre edilmesi önemlidir.

İsrail ve Filistin'in yanyana yaşamasını sağlayacak bir ortam oluşturmalıdır. Türkiye bunu desteklemektedir. Mücadele siyasi destek ve silahlı destek arasında kalmıştır. Böyle bir durumda istikrar sağlanamaz.

Ortadoğu'da istikrar için sorun oluşturan iki yer var. Irak ve İsrail-Filistin. Bu iki yerde istikrar sağlanmadıkça Ortadoğu'da barış ve istikrar sağlanamaz. Ortadoğu'da dış aktörlerin tesirleri içerdekilerden fazladır. Ortadoğu'da sorunlar ideolojik ve etnik temelde çözülemz.

Lübnan'da cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlayan gelişmeler az da olsa umut vericidir. Umuyorum bölge için hayırlı olur.

İsrail tüm limanları tuttuğu halde terörün silahları nereden geliyor. PKK silah ve patlayıcıları nereden buluyor. PKK konusunda uluslararası kamuoyu ne kadar hassas? Geçmişte katırlarla silah taşıyan PKK şimdi kanyonları kullanıyor.

Enerji kaynaklarının güvenliği uluslararası işbirliği ile mümkündür. Enerji güvenliği ulusal güvenlikten ayrılamaz. Dünyada yeni bir enerji kaynağı bulunmadığı sürece petrol geçerliliğini koruyacaktır. Enerji kaynakları siyasi baskı unsuru olarak kullanılmamalıdır.

Ortadoğu'daki diğer tehdit silah ticaretidir. Bölgedeki kargaşa ortamından faydalanan ciddi bir terör tehdidi var.

Hamas, Hizbullah ve müslüman Kardeşler bölgede yaşam alanı buldu. Radikal dini akımların öne çıkması istikrarsızlığın temel nedenlerin biridir. Hiçbir haklı gerekçesi olmayan terör insanlık suçu işlemektedir. Operasyonlarımız terörle mücadelede kararlılığımızın göstergesi.

Türkiye bölgede istikrarın güvencesidir. Bağımsız laik demokratik Türkiye'yi ihmal etmek riske girmektir. Dünya kırılmaya hazır kristal bir küre gibi orada dururken işbirliği çok önemlidir. Masum insanların hayatlarını hiçe sayan örgütlere karşı sıfır toleransla yaklaşılması gerketiğini düşünüyorum.

Kritik bir bölgede bulunan Türkiye jeopolitik tartışmaların odağında laik ve demokratik yapısıyla bir denge unsuru oluşturmaktadır. Güçlü bir Türkiye bölgesinin temel dinamitlerinden biri olmaktadır. Türkiye'nin laik demokratik yapısını bozmaya yönelik son yıllarda bazı akınlar bulunmaktadır. Türkiye laik yapısı ile İslam dünyasının tek örneğidir.

Gerçekten Ortadoğu'da huzur ve barış ortamı isteniyor mu? Bunun için etkili politikalar yürütülüyor mu? Bence bu sorulara olumlu cevap verilemez. Uygulanan politikalarla istikrar sağlanabileceğine inanmıyorum. İç ve dış aktörler politikalarını değiştirmediği sürece kan ve gözyaşı akmaya devam edecektir. Gerçekçi olan gözler bu gerçeği görecektir. İlmin eriştiği noktada duygusal zeka da önemlidir. Bölgede sorunların öçözümü için duygusal zeka öne çıkarılmalıdır. Terör şiddetle kınanmalı ve yeryüzünden silinmelidir. Çağdaş bir toplum bunu görmezden geliyorsa terörün ortağı demektir. Terör siyasi amaçtan çok cinayettir."

@ Balarısı Mucizesi...

Avustralyalı, Alman ve Çinli bilimadamları, bal arılarının nasıl anlaştığını çözmek amacıyla, Çin’in Fujian eyaletindeki Da Mey kanalı kıyılarına çeşitli kovanlar kurdu. 30 milyon yıl önce birbirinden ayrılan dokuz bal arısı türünden, birbirine coğrafi olarak en uzak yerlerde yaşayan Avrupa ve Asya arıları seçildi.

Kovanların içine yerleştirilen yüksek çözünürlüklü kameralar kullanan bilimadamları, arıların, türdeşleriyle ortak bir "dans dili" sayesinde anlaştığını keşfetti. Buna göre, keşfe çıkarak çiçek özü bulan arılar, kovanlarına döndüklerinde, besin kaynağının yönünü işçi arıların anlayabildiği dans figürleriyle detaylı biçimde tarif ediyorlar. Kendisini hızla sarsan arı, kafasını yukarı kaldırıyorsa, bu figür, "Güneş yönünde uçun" anlamına geliyor. Arı kafasını hangi tarafa yöneltip "sallanma dansını" yapsa, bu kez işçi arılar bu yönde besin bulabileceklerini anlıyorlar.

Bilimadamlarına göre, arılar sadece besin kaynaklarının yönünü değil, uzaklığını da dans diliyle anlatabiliyor. Ancak bu noktada, arı ırkları arasında bir "aksan farklılığı" devreye giriyor. Örneğin Avrupa bal arıları için bir buçuk saniyelik bir dans besin kaynağının 600 metre uzaklıkta olduğu anlamına geliyor. Oysa Asya bal arıları için aynı dans, 400 metre uzaklığı ifade ediyor.

Arıların "yabancı dil" öğrenme yeteneği olup olmadığını ölçmek isteyen uzmanlar bir deney yaptı. Uzmanlar, besin kaynağının yerini öğrenen bir Avrupa bal arısını, Asya bal arılarının kovanına yerleştirdi. Avrupalı arının farklı dilinden etkilenerek ilk denemede besin kaynağının yerini bulmakta zorlanan Asyalı arılar, ikinci denemede bu yabancı arının dans dilini çözdü ve yanılmadan doğru yönde, doğru mesafeye gitmeye başladılar.

Araştırmanın sonuçlarını PLoS Dergisi’nde yayımlayan bilimadamları, "Bunun bal arılarıyla ilgili araştırmalarda önemli bir aşama olduğuna inanıyoruz. Farklı türlerden arıların yer aldığı kovan fikri, bu tür araştırmalarda heyecan verici yeni yollar açacak" ifadesini kullandılar.

Balarılarıyla ilgili detaylı bilgi almak için, Harun Yahya'nın ''Balarısı Mucizesi'' kitabını bu yazının başlığına tıklayarak okuyabilirsiniz.

@ Mesaj alındı.. adımlar atılıyor...

Gectigimiz haftalarda, Bilim Araştırma Vakfı tarafından gazetelerde yayınlanan tam sayfa ''birlik'' ilanlarının akabinde, günübirlik ziyaret için Nahçıvan’a giden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile bir araya geldi. Baş başa ve heyetlerarası görüşmelerin ardından basın toplantısı düzenleyen iki lider, Ermenistan işgali altındaki Dağlık Karabağ bölgesi için birlik mesajı gönderdi. Erdoğan, “Yukarı Karabağ meselesinin Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde, uluslararası hukuk ilkelerine uygun olarak çözüme kavuşturulmasını arzuluyoruz. Bugüne kadar bu konuyu nasıl desteklediysek bundan sonra da aynı kararlılıkla desteklemeye devam edeceğiz” dedi. Türkiye ile Azerbaycan arasındaki dayanışmanın iyi bir örnek olduğunu anlatan Başbakan Erdoğan, “Dayanışmanın olmaması halinde ‘iki ayrı devlet, tek millet’ anlayışı yerine gelmez. Bunu her zaman yerine getirmemiz lazım” diye konuştu.

Başbakan Erdoğan ile İlham Aliyev’in ortak basın toplantısında gündem ikili ilişkilerdi. Türkiye’nin ihtiyacı olan doğal gazın bir bölümünün Azerbaycan’dan karşılanacağını açıklayan Erdoğan, “Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattında transit ülke konumundayız. Ama Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Hattı’ndan doğal gaz alınması konusunda da, Sayın Cumhurbaşkanımız gerekli kolaylığı bizlere gösterecek. Enerji bakanlarımız aralarında görüşerek bu miktarı belirleyecek. Buradan NABUCCO’ya da belli bir miktar doğal gaz verilecek” dedi. Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu Hattı Projesi’nin Türkiye kesiminin temel atma töreninin temmuz ayında gerçekleştirileceğini aktaran Erdoğan, iki ülke arasındaki vize uygulamasında da kolaylıklar getirileceğini söyledi. Aliyev ise, her konudaki tutumlarının tamamen örtüştüğünü vurgulayarak, “Türkiye ve Azerbaycan, stratejik müttefiktir” ifadesini kullandı.

4 Haziran 2008 Çarşamba

@ Bardakoğlu:''Atatürk'ün istediğini yerine getiriyoruz...''

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, 'Usame bin Ladin radikalizmini reddeden yeni bir vizyonun Ankara'da şekillendirildiğini iddia eden Newsweek'e cevap verdi. Bardakoğlu, reform diye bir düşüncelerinin olmadığını, yaptıkları hadis çalışmasının ise Ilımlı İslam Projesi ile ilişkilendirilmesinin yanlış olduğunu söyledi.

Milliyet Gazetesi'nden Fikret Bila'ya konuşan Bardakoğlu şunları söyledi:

"Bir hadis çalışması yapıyoruz. Daha önce de yaptık. 5-10 yılda bir bilginlerle, Kuran ve hadis çalışması yapıyoruz. İlahiyat profesörlerimiz bu çalışmaları yeniliyorlar. 70-80 profesörümüz bir araya geldi, aralarından grup oluşturuldu. Şimdi hadislere bakıyorlar. Günlük hayata ilişkin olarak yorumluyorlar. O hadisler hangi koşullarda yazıldı, o zaman günlük yaşam nasıldı, şimdi nasıl, koşullar nasıl değişti, bugüne ışık tutanlar hangileri gibi ölçülerle bir değerlendirme yapıyorlar.

Ayrıca bu Atatürk'ün projesiydi, isteğiydi. Biz onu yerine getiriyoruz. Atatürk, Kuran tefsiri çalışması yaptırmış ve 10-12 cilt olarak yayımlanmıştı. Atatürk'ün bir de hadis projesi vardı. Ama o proje gerçekleşemedi. Biz şimdi onu yapıyoruz. Atatürk'ün projesini gerçekleştiriyoruz. Bizim yaptığımız, İslamda bir revizyon, bir devrim, bir reform değil. Bizim yaptığımız, Peygamber efendimizin hadislerini anlama ve 21. yüzyıl insanıyla buluşturmadır. Türkiye'nin bu konudaki birikimini değerlendirme, hadislerin anlaşılmasına bir katkı sunmaktır. Tek İslam dini vardır."

Newsweek dergisi, son sayısında, Usame bin Ladin radikalizmini reddeden "yeni bir vizyon"un Ankara'da şekillendirildiğini, entelektüel ve teolojik olarak en iddialı çalışmaların büyük kısmının merkezi Ankara'da olan bir grup bilgin tarafından yapıldığını iddia etmişti. Newsweek, "Ankara, ne Bin Ladin'in ne de ondan önceki gelenekçilerin vizyonu olmayan İslamın yeni bir vizyonunu şekillendiriyor" ifadesini kullanmış, "Türkiye, Ladin'e alternatif bir yeni İslam vizyonu çiziyor, ılımlı İslam mesajı veriyor' yorumunda bulunmuştu.

@ Dalai Lama, Islam'ı savundu...

Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi'de "Terörizm konusunda Küresel Konferans" açılışına katılan Dalai Lama, Müslümanlara "terörist" nitelemesinin yanlış olduğunu belirterek "Bazı zararlı kişiler ve onların eylemleri bütün dini hedef haline getiriyor. Çünkü bu olaylar üzerine, Müslümanların militan oldukları ile ilgili bir intiba uyandırılmaya çalışılıyor. Bu yanlıştır. Ben Budistim ve İslam'ı savunuyorum" dedi. Dalai Lama, Pazar akşamı Yeni Delhi'de tarihi bir cami olan Jama Mescidi'ne ilk ziyaretini gerçekleştirdi. Burada yaptığı konuşmada, Dalai Lama, dünya liderlerine hoşgörü, barış ve dostluk çağrısında bulunarak toplumsal uyum konusunda Hindistan'ı örnek gösterdi. Indo Asian News Service'nin (IANS) bildirdiğine göre, Lama, terörizm karşıtı konferansta, "Bütün büyük dinlerin dünyaya barış getirmede büyük potansiyele sahip olduğunu anlayalım. İnsan değerlerine saygı duymak ve insanlık hakkında düşünmek evrensel bir sorumluluktur" dedi.

@ Ahmedinejad, Humeyni'yi, Hz. İsa ile kıyasladı.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, 1979'daki İran'ın devrim lideri Ayetullah Humeyni'yi, Hz. İsa ile kıyasladı.

Roma'daki bir BM toplantısının ardından basına konuşan Ahmedinejad, "Ayetullah Humeyni, Hz. İsa ile aynı hedefleri paylaşıyordu. Mesih İsa, savaş ve saldırıya karşı olan bir barış elçisiydi. Humeyni de sevgi ve adalet için mücadele etmiş bir şahsiyettir." dedi. İsrail'in dünya haritasından silinmesi gerektiği yönündeki açıklamalarına sahip çıkan Ahmedinejad, ABD Başkanı George Bush'u da İran'ın nükleer programını 'savaş bahanesi' olarak kullanmakla suçladı. İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ise dün yaptığı açıklamada İran'ın nükleer silahlar geliştirmesini engellemek için uluslararası toplumun güç kullanma seçeneğini açık tutması gerektiğini söyledi.

@ Radikallere karşı ılımlılar...

İngiltere hükümeti, ülkedeki Müslüman toplulukların radikalleşmelerini engellemek için yeni bir strateji benimsiyor.

Yeni stratejiye göre, radikal İslamcı örgütlerin etkisi altında kalan bireyler hakkında kovuşturma başlatmak ve onları cezalandırmak yerine bu kişilerin terapi almaları sağlanacak.

İçişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada yeni stratejinin amacı, ideolojik anlamda "kırmızı çizgi"leri aşan ancak henüz bir suç işlememiş kişilerin, tekrar "makul" görülebilir sınırlara geri çekilmesi olduğu söyleniyor.

Bu amaçla, İngiltere'de polis teşkilatı ve belediye meclislerine, halkın radikal görüşlere eğilim göstermesini önlemeye yönelik öneriler içeren yeni bir kılavuz dağıtıldı.

72 sayfalık kılavuz, "ılımlı" Müslümanlara destek vermenin ne kadar gerekli olduğuna dikkat çekiyor, ayrıca aşırılık yanlısı ideolojiye karşı "direnç" geliştirilmesine katkı sağlayacak olumlu rol modelleri teşvik ediyor.

Hükümetin terör suçu olarak tanımladığı suçlarla mücadele planı çerçevesinde, 12,5 milyon sterlinlik bir bütçeyle 'ılımlı Müslüman' gruplar desteklenerek, Müslüman gençlerin radikalleşmeleri süreci tersine çevrilmeye çalışılacak.

Yeni stratejiyi açıklayan İçişleri Bakanı Jacqui Smith, "Giderek aşırı görüşlerin etkisi altında kalıp şiddet içeren fikirleri benimseyen insanları bu yoldan geri çevirecek, onlarla bu fikirleri tartışabilecek yol göstericileri yan yana getirmek daha iyi bir sonuç verecektir," dedi.

Hükümetin aşırı İslamcılara karşı ılımlı Müslümanları destekleme ve onlar aracılığıyla, radikalleşen gençlere bir tür terapi sağlama fikrine, eleştirel yaklaşanlar da var.

Müslümanların olumsuz bir şekilde tasvir edilmeleri aleyhine kampanya yürüten Birmingham Üniversitesi'nden Muhammed Khan bunlardan biri ve hükümetin bu planı yürütürken kullandığı dili ve koyduğu hedefleri dikkatle seçmesi gerektiğini vurguluyor.

Muhammed Khan, "Bence hükümetin genç Müslümanlarla çalışmalar yürütmek için yatırım yapması çok iyi. Ancak bu projenin başarılı olabilmesi için, neyi hedeflediğine ve nasıl bir dil kullandığına çok dikkat edilmeli. Bu projenin varlığı bile Müslüman bireylerin terör eylemlerine diğer bireylerden daha eğilimli oldukları varsayımını barındırıyor. Bence bu haksızlık." diye konuştu.

@ Türkiye Ortadoğu'daki boşluğu dolduruyor...

Türkiye'nin aracılığı ile yapılan Suriye-İsrail görüşmeleri ve Lübnan mutabakatı, Batı'da ilgi çekmeyi sürdürüyor. Financial Times gazetesi, "Bölgesel oyuncular, Washington'un bıraktığı boşluğunu doldurmayı amaçlıyor" yorumunu yaptı. Gazete, "Türkiye'nin müdahalesi, önemli ve iki düşmanın, savaş yerine barışı konuşmalarını sağladı" diye yazdı.

Financial Times'in Ortadoğu Editörü Roula Khalaf imzası ile yayınlanan analizinde Bush Yönetiminin ikinci döneminin sonuna doğru gücünün zayıfladığı, Arap-İsrail barışının şansını "öldürdüğü" yolundaki görüşlerine dikkat çekerken, "Bölgesel oyuncular, Washington'un bıraktığı boşluğu doldurmayı amaçlıyor" başlığını kullandı.

Ortadoğu'da yaratılan siyasi boşluğun, bölgedeki önümüzdeki altı aylık dönemi her zamankinden daha oynak hale getirdiğini belirten gazete, Lübnan'da sağlanan mutabakat ve Türkiye'nin aracılığı ile Suriye ile İsrail arasında yapılan dolaylı görüşmelere işaret etti.

İngiliz gazetesi, Lübnan mutabakatının açıklandığı gün "Diğer bir bölgesel oyuncunun -bu defa Türkiye- Ortadoğu barış sürecine müdahale ederek İsrail ve Suriye'yi 2000'dan beri ilk barış görüşmelerine götürdüğünün ortaya çıktığı"nı belirterek, şöyle devam etti:

"Ankara, görüşmeleri lanse etmek için iki oyuncu ile olan yakın ilişkisinden yararlandı ve ABD'nin Suriye barış yolunun canlandırılmasına tam karşı çıkmasa da pek sıcak bakmamasına rağmen harekete geçti. ABD'nin yaklaşımı, Şam'ın bölgedeki haylaz davranışının ödül değil ceza hak ettiği yönündeydi. Türk müdahalesi ise önemlidir ve iki düşmanın, savaş yerine barışı konuşmalarını sağladı."

Aynı gün yapılan Lübnan mutabakatı ve Suriye-İsrail görüşmelerine ilişkin açıklamalarının bazı ilginç soru işaretlerini yarattığını kaydeden gazete, bunların ardından İsrail ile Hizbullah arasında yapılan tutuklu değişimini anımsatarak şunları yazdı:

"Bütün bunlar, ABD'nin Suriye ile pişirdiği ve Washington'un göründüğünden çok daha aktif olduğu anlamına gelecek gizli bir pazarlığın bir parçası mıdır? Veya iki girişimin zamanlaması, Ortadoğu'nun ABD'yi görmezlikten geldiği görüşünü güçlendiren bir tesadüftür müdür?"

Financial Times, Bush Yönetiminin bölgedeki sicili dikkate alınarak bölge oyuncularının, yeni ve daha çok işbirliğini yapacak bir Amerikan yönetimini beklerken zaman kazanmak amacıyla Ortadoğu'daki çok sayıda krizi dondurmaya çalışmış olabileceği yorumunu da yaptı.