27 Nisan 2009 Pazartesi

@ Hilafet, İstanbul'dan ayağa kalkacak!

İstanbul'da bulunan Güney Afrika el-Aksa Cemiyeti Başkanı İbrahim Gabriels, önemli açıklamalar yaptı:

“Hilafet İstanbul’dan düştü, yine buradan ayağa kalkacak” diyen İbrahim Gabriels, Kudüs özgürleşene kadar her perşembe oruç tutacaklarını söyledi.

Güney Afrika Müslümanları yüzde 2’lik nüfuslarına rağmen oldukça bilinçli İslâmi hareketlere sahipler. El-Aksa Cemiyeti bu hareketlerin en önemlilerinden bir tanesi. Cape Town şehrinde yaşadığım dönemde bu cemiyetin birçok faaliyetine katıldım. Dünyanın birçok bölgesinde, Kudüs için yapılan herhangi bir programdan farklı olmayan etkinlikler, Filistin hassasiyetlerini dışa vuruyordu. Ülke yönetimi ve medyası ile iyi ilişkileri olan cemiyetin genel başkanı da gerçekten çok değerli bir isim. Güney Afrika el-Aksa Cemiyeti Başkanı İbrahim Gabriels ile İHH’nın düzenlediği Kudüs Sempozyumu öncesinde görüştük. Gabriels, Cennetmekan Sultan Abdulhamid Han’ın Filistin duruşundan, Hilafet’in düştüğü yer olan İstanbul’dan kalkması gerektiğine kadar birçok net mesajı bizimle paylaştı. Buyurun;

- Peki, Güney Afrika Müslümanları Mescid-i Aksa’nın korunması ve Siyonist politikalara karşı nasıl baskı oluşturabilir? Ben bir süre Cape Town’da kaldım, biliyorum ki ülkenizin Müslümanları bu konuda oldukça bilinçliler.
- Gerçekten de Güney Afrika, Filistin meselesi konusunda önemli ve etkili rolü olan bir ülkedir. Güney Afrikalılar da 46 yıl boyunca ayrımcılık zulmü ve Beyaz Güney Afrikalıların Apartheid rejimi nedeniyle ıstırap çekmişti. Bu nedenle Güney Afrikalılar Filistin halkının çektiklerini kendilerine yakın buluyorlar.

- Güney Afrikalı Müslümanlar nüfusa oranla çok çok az bir nüfusa sahipler fakat etkinlikleri oldukça fazla…
- Evet. Güney Afrika hükümeti tarafından Filistin’e verilen destek, bazı Arap ülkelerininki de dâhil olmak üzere dünyadaki diğer pek çok hükümetin verdiği desteği bir hayli gölgede bırakmaktadır.

- Peki, Güney Afrika Müslümanları Mescid-i Aksa’nın korunmasına nasıl katkıda bulunabilirler?
- Filistin halkına yardım etmede akla en uygun yol, tabii ki Filistin liderlerinden neye ihtiyaç duydukları hakkında bilgi almaktır. Şeyh Raid Salah’ın başlattığı Filistin İslâmi Hareketi’nin Mescid-i Aksa’nın korunmasında bir ön çizgi olduğu, çok iyi ispatlanmış bir gerçektir. Şeyh Raid Salah “Mahrajaan al-Aqsa fie khatr (El-Aksa Tehlikede)” adlı bir kampanya başlatmıştı. Güney Afrikalılar olarak bizler neredeyse her sene bu Mahrajaan’a katılmak üzere temsilciler göndermekteyiz.

- Güney Afrika hükümeti bu noktada size destek veriyor mu?
- Düzenli aralıklarla Aksa ve Filistin sorununa ilişkin hükümetimizle bir araya geliyoruz. Geçtiğimiz günlerde “Filistin’deki İnsani Krizi Durdurun” başlıklı bir Filistin konferansına ev sahipliği yaptık. Bu konferansta baş konuşmacı olan Güney Afrika Devlet Başkanı Kgalema Motlanthe, Filistin davasına desteklerini sürdürdü.

- Dünya Müslümanları bu konuda neler yapabilirler?
- Öncelikle şuna kesin olar inanıyorum ak ki, uluslararası toplum için Mescid-i Aksa’yı korumanın en etkili yolu hepimizin birlik olmasıdır. Müslümanlar bugün öyle karışık ve bölünmüş durumdadırlar ki, dünyada meydana gelen büyük değişiklikleri göremez hâle gelmişlerdir.

- Çok acı gerçekler bunlar…
- Maalesef böyle. Torunlarımız bundan 100-200 yıl sonra tarih kitaplarını okuduklarında, çok büyük bir olasılıkla, dünyada bir zamanlar yaklaşık 30 milyon Yahudinin ve 1,7 milyar Müslümanın yaşadığını fark edecekler. Kutsal Mescid-i Aksa’nın 30 milyon Yahudi’nin kontrolü altında olduğunu öğrendiklerinde hiç şüphesiz şaşkına dönecekler.

- Birlik olmadan, zafer gelmiyor.
- Evet. Selahattin Eyyubi Müslümanları birleştirmek ve onlara salahiyet vermek adına kendi başına kasaba kasaba, şehir şehir, ülke ülke dolaştı. En sonunda, Aksa ve Kudüs’ü kurtaran o büyük orduyu kurup düzenledi. Ordusuna gerçek imanı anlattı. Bu ordu, uzun süredir yolunu gözledikleri gün gelip çattığında, emekleri ve fedakârlıkları karşısında Selahaddin Eyyubi’yi ödüllendirdi. Tarihte Endülüs Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve yıkılması bizler için pek çok dersler içermektedir. Ümmetin savunmasını, güvenliğini ve refahını sağlamanın modern bilgi ve beceri kazanımına bağlı olduğu gerçeğine yeterince önem vermemeleri, bu devletlerin yıkılma sebeplerinden biridir.

- Bunlar neden oldu sizce?
- Sayısını bilemediğimiz orandaki, İslâm’ı yanlış tanıtma ve yorumlama vakaları, Müslümanların bedbaht olmalarına neden olmuştur.

- Farklı çözüm yolları da aranıyor tabi…
- Evet. Müslümanlar uzun süreden beri problemlerini çözme konusunda Birleşmiş Milletler’e güvenmekte ve ondan medet ummaktadırlar. Ne yazık ki BM, boyalı İsrail Devleti’nin işlediği katliamları ve sergilediği zulmü sürekli göz ardı eden bir kuruluştur. Lakin konu Burundi, Kongo, Sudan gibi ülkelere gelince harekete geçme ve yaptırım uygulama noktasında oldukça hızlıdır. Siyonistler yarın Mescid-i Aksa’ya saldırmaya kalksalar, BM’nin bu konuda bir şey yapabileceğini mi zannediyorsunuz? Müslümanların Mescid-i Aksa’yı korumada başkalarına güvenmemesi gerektiği ortadadır.

- Mescid-i Aksa konusuna yeniden dönecek olursak…
- Öncelikli meselemiz elbette Mescid-i Aksa’dır. Siyonistler Mescid-i Aksa’yı yok etme niyetlerini saklamamaktadır. Mescid-i Aksa uluslararası toplumun yardımına ihtiyaç duymaktadır. Aksa âdeta “Ey Selahattin, yardımına ihtiyacım var! Ey Müslümanlar, yardımınıza ihtiyacım var!” diye feryat ediyor.

- Kudüs’ün korunması yine Müslümanların üstüne düşen görevdir…
- Elbette. Aksa’nın korunmasında başlıca sorumlu Müslümanlardır. Hristiyanlar ve Yahudiler değildir. Tüm Müslümanların Mescid-i Aksa’nın korunmasında hiç şüphesiz sorumlu olduğunu ve mahşer günü Allah’ın huzurunda Aksa hakkında hesap vermek zorunda olacaklarını bilmek gereklidir.

- Basın bu noktada ne yapabilir?
- İnsanların hakikate ulaşma ve onu yayınlama konusunda gerekli fedakârlıkları yapmaya istekli olmalarını sağlamak için gençleri tam bir hakikat arayıcısı ve zeki gazeteciler olma yolunda teşvik etmeliyiz. Ayrıca tüm Müslüman devletlerin hükümetlerine gazetecilik alanında gelişmelerini kolaylaştıracak gerekli altyapı için yatırım yapmaları hususunda müracaat etmeliyiz. Böyle bir çalışma, gençleri gazetecilik alanında meslekler tercih etmeye teşvik eden ve bu alanda kariyer yapmayı isteyen öğrencilere burs imkânı sağlayacak daha sesli bir kampanyayı da içine alabilir.

- Vakit okurlarına neler tavsiye edersiniz?
- Sonuç olarak, hepimiz Siyonist Theodor Herzl’in Filistin topraklarını meşhur ve örnek alınacak lider Sultan II. Abdülhamit’ten satın almaya çalıştığını, Sultan’a rüşvet verme ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün borçlarını ödeme teklifinde bulunduğunu hatırlarız. Sultanın, “Filistin toprakları bana ya da bir başkasına ait değildir, orası Müslümanların ve İslâm’ın topraklarıdır ve asla satılamaz” şeklindeki cevabı hepimizin, bilhassa da liderlerimizin özümsemesi gereken bir tepkidir. Büyük Sultan’ın örnekliğinde, Türk milletinin hem Filistinlilerin hem de ümmetin sorunlarını çözmek için gayret eden liderlerine güveniyoruz.

- İstanbul’dasınız…
- Bu şehri çok seviyoruz. Hilafetin düşüşü İstanbul’da yaşandığı için yeniden ortaya çıkması da sizinle başlamalıdır. Şuna eminim ve kesin olarak inanıyorum ki, Filistin özgür olduğunda Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar burada birlikte barış ve uyum içinde yaşayacaklardır.

26 Nisan 2009 Pazar

@ 100 yıl önce Ergenekon

Hasan Celal Güzel'in Türkiye Gazetesindeki makalesi:

Sevgili okuyucular, bundan tam 100 yıl önce, 27 Nisan 1909 tarihinde Osmanlı İmpara-
toru Sultan II. Abdülhamid Han, zamanın Ergenekoncuları olan İttihatçılar tarafından hal edilerek tahttan indirildi.
Daha önce de birkaç defa yazdım; aslında
Türk Milleti için çok değerli bir destan olan ‘Ergenekon’un bu darbeci çete için kullanılmasından rahatsız oluyorum. Ancak, ne yazık ki, bu pespaye darbe çetesini kısaca anlatmanın başka yolu da yok...

Bir dâhi devlet adamı: II. Abdülhamid
Efendim, Abdülhamid Han, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim gibi büyük bir hükümdardı. Osmanlı’nın en zor zamanında 33 yıl boyunca devleti ayakta tutma başarısını göstermişti.
O, hiç şüphesiz 19. asrın en büyük devlet adamı ve diplomasi dehasıydı.
Lâkin, Abdülhamid Han’ın büyüklüğünün hâlâ tam olarak anlaşılabildiği söylenemez. Bir taraftan, imparatorluğu yıkmak ve topraklarını paylaşmak isteyen düvel-i muazzamanın tarihi saptıran tezviratı; bir taraftan Osmanlı’nın bölünmesini ve ayrı devlet kurmayı talep eden gayrimüslim azınlıkların kin ve nefret dolu iftiraları; diğer taraftan da Jön Türklerin ve bunların uzantısı olan İttihatçıların aleyhte faaliyetleri, bu büyük devlet adamının bazı kendini bilmezler tarafından ‘Kızıl Sultan’ diye anılmasına sebep olmuştur. İşin asıl üzücü
tarafı, hâlen bu propagandanın tesirinden kurtulamamış sözde tarihçilerin mevcudiyetidir.
Sultan Abdülhamid, son iki yüz yıllık tarihimizdeki en reformist devlet adamlarından biridir. Bu devirde yaşanan ilk reform hareketi Tanzimat’tır. Ancak Tanzimat, devletin merkezîleştirilmesi, katı bir bürokrasinin kurulması ve azınlıklara çeşitli imtiyazlar verilmesi şeklinde uygulanmıştır. İkinci reform ve modernleşme hareketi bizzat Abdülhamid Han tarafından gerçekleştirilmiş; bu hareket neticesinde, dağılmak üzere olan bir cemiyet ve yıkılmak üzere olan bir devlet restore edilmiştir.
Abdülhamid Reformları, başta Anadolu olmak üzere Müslüman ve Türk tebaanın yaşadığı toprakların idarî, ekonomik ve sosyal bakımdan âdeta yeniden kazanılması hareketidir. Bugün Türkiye’nin her yerinde ve Osmanlı coğrafyasındaki her ülkede onun eserlerini görebilirsiniz.
Abdülhamid Han, her alanda altyapı, ziraî üretim ve iskân faaliyetlerinin yanında, eğitim reformu, askerî reform, ulaşım ve haberleşme reformu, tarım reformu, idarî reform ve malî reformu gerçekleştirmiştir.

100 yıl öncesinin Ergenekoncuları: İttihatçılar
Efendim, Yeniçeri isyanlarını bir tarafa bırakırsak, modern Osmanlı ordusunda ilk olarak düzenlenen darbe, Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın, Midhat Paşa’nın kurgusu ve desteğiyle 30 Mayıs 1876 tarihinde, intihar süsü vererek Sultan Abdülaziz Han’ı şehit etmesidir.
Tanzimat’tan itibaren devam eden Genç Osmanlılar, Jön Türkler çizgisi, daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasıyla daha fazla örgütlü ve militarist bir mahiyete bürünmüştü. İtalyan ve Fransız Masonları’ndan ilham alan İttihatçılar, aynen bugünün ulusalcılarına benziyorlardı. Onlar da pozitivist, din aleyhtarı, milliyetçi geçinen, dayatmacı, militarist, komplocu, darbeci ve halkı hor gören kişilerdi.
Bundan tam 100 sene önce çeşitli bahaneler ve iftiralarla Abdülhamid Han’ı hal ederek tahttan indirdiler. Son derece tecrübesiz ve acemi olan İttihatçı despotlar, 1299’dan 1909’a kadar altı asır devam eden koskoca bir imparatorluğun sadece birkaç senede tasfiye edilmesine ve yıkılmasına sebep oldular.
Yıllar sonra Rıza Tevfik’in yazdığı ‘Sultan Hamid’in Ruhaniyetinden İstimdat’ adlı
şiirinden aldığım şu dörtlük, İttihatçıların pişmanlığını aksettirir:
‘Tarihler ismini andığı zaman
Sana hak verecek hey koca sultan
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasî padişahına’
***
100 yıl sonra günümüzün olaylarını yaşarken, Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin de zarar görmemesi için bu İttihatçı/Ergenekoncu çeteler karşısında ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini anlıyoruz.

24 Nisan 2009 Cuma

@ Türkiye ile AB daha güçlü olur!

7 Haziran'da yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerine İsveç Liberal Parti'den girecek olan Cecilia Wikström, Türkiye'nin üyeliğinin AB'yi güçlendireceğini düşünen bir politikacı.

Wikström, Türkiye'yi 'Müslüman adetleri bulunan laik bir ülke' olarak niteledi ve "O çok zengin adetlerinden bize de kazandırabilir.
Müthiş bir kültüre sahip. Farklı mimarisinden tut da, farklı bir dilin ve sanat görüşünün olması ve de küçük Asya'ya yaklaşabilmemiz açısından Türkiye'nin üyeliği gerekli. Doğu kültürü artık bizim de kültürümüz olacak." şeklinde konuştu. Fransa'nın Türkiye'nin üyeliğine karşı olduğuna ilişkin bir soru üzerine Wikström, "Sanırım korkuyor, yabancı olana duyulan korku ama aslında Türkiye AB'ye çok şeyler katacaktır." dedi. İsveçli siyasetçi, Türkiye'nin üyeliğinin ekonomik olarak da kazançlı olacağını kaydetti. Avrupa'da İslamofobi ve yabancı düşmanlığının yükselişine dikkat çeken Cecilia Wikström, bu görüşleri destekleyen partilere karşı oy kullanma çağrısı yaptı. İsveçli siyasetçi, ülkesinin 200 yıldır hiç savaş yaşamadığını ve rahat bir yaşama alıştığını belirterek, "O yüzden oy kullanmaya bile gerek duymuyoruz. Oysaki demokrasinin bir gereği oy kullanmaktır ve bu da hepimizin bir vazifesidir. Dünyanın başka yerlerindeki insanlar oy kullanabilmeyi ancak hayal edebilirken, bizim bu kadar rahatlıkta oy kullanmamamız kabul edilemez." ifadelerini kullandı. İsveç'ten ırkçı siyasilerin Avrupa Parlamentosu'na girmesi halinde bunun İsveç için olumsuz bir tanıtım olacağını söyleyen Wikström, "Bu acı olur. Bu yüzden de bu seçimlerde herkes oy kullanmalı, seçimlere ehemmiyet vermeli." diye konuştu.

@ Osmanlı Kadını

Amerikan asıllı Aslı Sancar’ın, "Osmanlı Kadını: Efsaneler ile Gerçekler" adlı kitabı, Kaynak Yayınları’ndan çıktı.
ABD’nin kitap oskarları sayılan Benjamin Franklin Ödülleri’nde 1800 yapıt arasından tarih alanında yayınlanmış "En İyi Eser" seçilen kitap, Osmanlı kadını hakkında 19. yüzyıldan itibaren oluşmuş, "fanteziye dayalı, olumsuz ve Oryantalist" görüşleri inceliyor.

Osmanlı coğrafyasında uzun süre yaşamış Lady Montague, Julia Pardoe ve Lucy Garnett gibi Batılıların yazdıklarından alıntılar da yapılan kitapta, Osmanlı kadınının "Oryantalist kaynaklarda gösterildiği gibi pasif, zayıf, Harem’de tutsak, sadece bir zevk aracı değil, aksine aktif, güçlü ve toplumda çok önemli yere sahip bir kadın olduğu" anlatılıyor. Osmanlı kadınının Harem’de hiçbir hakka sahip olmayan bir "köle" gibi sunulduğu Batılı tasvirler, Osmanlı sicil defterlerinden belgelerle çürütülüyor.

Kitabın en ilgi çekici noktası ise Osmanlı kadınlarının o dönem Avrupalı kadınlarda bile bulunmayan haklara sahip olduğunu gün ışığına çıkartıp hatırlatması...

33 yıldır Türkiye’de yaşayan ve adını değiştirerek Türk vatandaşı olmayı seçen Sancar, 1990’lı yıllarda Harem ile ilgili bir kitabın eline geçmesiyle bu konuya ilgisinin başladığını söyledi.

"Kitap çok güzeldi ama tam bir oryantalist bakış açısı vardı" diyen Sancar, bu görüşlerin doğru olup olmadığını merak ederek araştırmaya başladığını, Türkiye ve dünyadaki birçok kaynağı ulaşmaya çalıştığını anlattı. Sancar, "Çoğunlukla Avrupa seyyahlarının yazıları var ama Batıda bu konuda bir boşluk olduğunu, kaynakların eksikliklerini gördüm. O nedenle İngilizce bir kaynak oluşturmaya karar verdim" dedi.

Kaynakları inceledikçe Osmanlı kadını hakkında bilmedikleri çok şey olduğunu gördüğünü ifade eden Sancar, yabancıların gözünden Osmanlı kadını hakkındaki "efsane ve gerçekleri" şöyle dile getirdi: "Genel olarak Oryantalist bilim adamlarının sunduğu yayınlar var. Osmanlı kadını egzotik ve ezilmiş olarak gösteriliyor. Bu konudaki benim görüşlerim de araştırmalarımla çok değişti. En önemlisi Osmanlı kadının haklarını öğrendim. 1882’ye kadar bir İngiliz evli kadının mal sahibi olma veya miras hakkı yok. Malları kocasına ait, kendi adına dava açamıyor. Boşanma hakkı yok, boşandığında çocukları kocaya veriyorlar.

Halbuki Osmanlı kadınının evlilikte kontrat yapma, istediği şartları koyma, boşanma hakkı var. Mal sahibi ve izni olmadan malları kullanılamıyor, mirasa sahip. Dava açabiliyor, küçük çocuklar anneye veriliyor. Bunların farkına vardım, bunlar benim için yeni bilgilerdi. Gördüm ki bildiğimiz efsane hakikatten gerçekten çok farklı..."

Sancar, bu konuyu Türkiye de bile birçok kişinin bilmediğine dikkati çekerek, "Kitaplarda bu konudan pek bahsedilmiyor ve Türkiye’deki kitaplar da yabancı kaynaklı olduğu için onlarda da bu konu geçmiyor. Halbuki Osmanlı kadınının o dönem çok önemli hakları var ve bunu kullanıyor. Bunun bilinmemesi üzücü" diye konuştu.
Aslı Sancar, Osmanlı kadınının toplum ve aile içinde çok itibarlı bir statüye sahip, zarafet ve estetik yönünün dikkat çekici olduğunu vurguladı.

AVRUPALI KADINDAN DAHA MEDENİ...

Kitapta, Osmanlı kadınının yaşadığı Harem’in, düşünülenin aksine, kadınların rahatça bulunduğu ve misafirlerini ağırladıkları, ailece güzel saatler geçirdikleri yer olduğu belirtiliyor.

Batılı seyyahlardan alıntılar yapılan kitapta, D’ohsson’un, Osmanlı kadını hakkında şu ifadeleri yer alıyor:
"Tabiat, Doğu’nun kadınına hem zarafet hem de cazibe bahşetmiş. Tavırları soylu ve zarif. Davranışları hoş, konuşması açık, saf ve incelikli. En azından Türk Haremleri’ne sıkça girip çıkmış Hristiyan kadınların hepsi bunda ittifak ediyor. Bunun böyle olmadığına inanmak için de hiçbir sebep yok. Ben şahsen pek çok ortamda Türk kadınlarıyla bir araya geldim. Konuşmalarındaki sadelik, ifadelerindeki açıklık, düşüncelerindeki incelik, ses tonlarındaki zarafet ve davranışlarındaki seçkinlik beni her zaman için çok etkiledi."

Bir Avrupalı kadın Miss Julie Pardoe’nün gözünden Osmanlı kadını ise şöyle: "Avrupa’da çok sık karşılaşabileceğiniz, o insanda konuşmaya heves bırakmayan kayıtsızlığın ya da tepeden bakan soruşturmacı tavrın Türk hanımefendilerinde de olabileceğinden korkmanıza hiç gerek yoktur. Onlarda tam tersine insana hoşnutluk veren, yürekten gelen bir medenilik vardır. Bu memleketin bütün insanlarında görebileceğiniz sezgisel nezaketlerinden doğar bu halleri..."

Osmanlı kadınının özgürlüğüne dikkat çeken Pardoe ise şaşkınlığını, "Hepimizin inanmaya yatkın olduğu üzere özgürlük mutluluksa, Türk kadınları en mutlu kadınlardır, çünkü tüm imparatorluktaki en özgür insanlar onlardır" sözleriyle dile getiriyor

@ Araplar Osmanlı’ya düşman mı?

Gerçek Hayat dergisinden Adem Özköse'nin Londra’da yayın yapan Kudüs El Arabiya Gazetesi’nin yazarlarından olan Eymen Halid ile gerçekleştirdiği röportaj:

Londra'da yayın yapan Kudüs El Arabiya Gazetesi'nin yazarlarından olan Eymen Halid, tıpkı Lübnanlı Gazeteci Muhammed Nureddin gibi Türkiye'nin Arap Dünyası'ndaki gönüllü elçilerinden. Türklerle Arapların birleşmesi fikrinin ateşli savunucularından biri olan Halid, ayrıca Osmanlı'ya büyük önem veren Arap Gazetecilerin önde gelenleri arasında sayılıyor. Eymen Halid'den hem Arapların Osmanlı hakkında ne düşündüklerini; hem de Türkiye'nin dışardan nasıl görüldüğünü dinledik. Bize son derece keyif veren bu sohbeti ilginize sunuyoruz.

- Arapların bir kısmı, özellikle de Arap Milliyetçiler Osmanlı Yönetimi'ni işgalci bir yönetim olarak görüyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Osmanlı Yönetimi hangi kavimden olursa olsun Müslümanların haklarını koruyan adil bir yönetimdi. Osmanlı Hilafeti yıkıldıktan sonra Araplar ve Müslümanlar bir daha huzur ve rahat yüzü görmedi. Bugün Osmanlı Hilafeti devam ediyor olsaydı Filistin ve Irak bu halde olur muydu? Osmanlı Hilafeti zulme uğrayanların sığınağıydı. Sadece Müslümanlar değil; kendi ülkelerinde zulüm gören Yahudi ve Hıristiyanlar bile Osmanlı Halifesi'ne sığınıyorlardı. Osmanlı kesinlikle işgalci değildir. İşgalci Yönetimler tıpkı Amerika ve İsrail gibi sadece yıkar ve öldürür. Osmanlı yıkmadı, öldürmedi; hep imar etti.

-Osmanlı Araplara ne verdi?

Bugün Arapların övündükleri bir çok tarihi çarşı, mescid, han ve saray Osmanlılar tarafından inşa edilmiştir. Osmanlı, Araplara şehir kurmayı, şehirli olmayı öğretti. Dedelerimiz Osmanlı Halifesini hep kendi halifeleri olarak gördüler ve halifeye itaat ettiler. Osmanlı Halifesi Müslümanların babasıydı. Hilafet yıkılınca Müslümanlar babalarını kaybettiler ve yetim kaldılar. Biz ilkokulda okurken tarih derslerinde Osmanlıdan işgalci olarak bahsedilirdi. Çünkü Arap Ülkelerinde ilkokullarda okutulan tarih kitaplarının bir çoğu İngiliz ve Fransız Tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır. İlkokuldaki derslerimiz bitince camiye ders okumaya giderdik. Camideki hocamız ise Osmanlının asla işgalci olmadığını, Osmanlı Hilafetinin Müslümanları koruyan adil bir yönetim olduğunu söylerdi. Hocalarımız özellikle Sultan Muhammed Fatih ve Abdülhamid Han'dan övgüyle bahsederler ve Halifeye sevgi beslemenin İslam'ın şiarlarından olduğunu söylerlerdi.

-Türkiye'deki resmi tarih kitaplarında da Arapların Osmanlıyı arkadan vurduklarından bahsediliyor. Araplar bu suçlama hakkında ne diyorlar?
Osmanlı, Arap topraklarını 400 yıla yakın yönetti. Bu süre zarfında Araplar Osmanlı ile hep iyi geçindiler ve Osmanlı Halifesini kendi Halifeleri olarak gördüler. Araplarla Osmanlının arası İttihak ve Terakkicilerin yüzünden bozuldu. İttihak ve Terakkiciler İslam'dan uzaklaştılar ve Arapları aşağıladılar. Özellikle Cemal Paşa Arapları Osmanlıya düşman etmek için büyük çaba harcadı ve yüzlerce Arap yazar, şair ve âlimi astırdı. Bugün her Arap başkentinde Cemal Paşa'nın astırdığı Arapları temsil eden şehitlikler vardır. Geçenlerde bir kitapta Cemal Paşa'nın eşinin Mason olduğu yönünde bir bilgiye rastladım.

“ŞERİF HÜSEYİN ARAPLARI TEMSİL ETMİYOR”

- Arap Milliyetçiler Osmanlıyı sadece Cemal Paşa'dan ibaret olarak göstermeye çalışıyorlar.

Bu çaba kötü niyetli ve insafsız bir çaba. Cemal Paşa nasıl Osmanlıyı temsil etmiyorsa, Şerif Hüseyin de Arapları temsil etmiyor. Şerif Hüseyin Osmanlıya isyan ederek büyük bir hata yapmıştır. Fakat Türkler ve Araplar Cemal Paşa ve Şerif Hüseyin'e takılıp kalmamalılar. Şerif Hüseyin de daha sonraki yıllar yaptığı hatanın farkına vardı; fakat iş işten geçmişti.

-Arap Halklarının Türklere ve Osmanlıya olan ilgisi özellikle son dönemlerde bir hayli arttı. Hatta son aylarda Arap Dünyasında yoğun bir şekilde Türkiye ve Abdülhamid Han ile ilgili kitaplar yayınlanmaya başladı. Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?
Arap Dünyasında alttan alta yeni bir Osmanlıcılık akımı oluşuyor. Bir çok Arap mütefekkir başta Filistin olmak üzere İslam Dünyasında yaşanan sorunların Osmanlı Hilafetinin tekrar dirilmesiyle çözüleceğini düşünüyor. Bu mütefekkirler; “Filistin, Osmanlı Hilafeti yıkılınca işgale uğradı; Arap Yöneticileri Filistin'i asla kurtaramayacaklar. Filistin ancak halifenin geri dönmesiyle kurtulur” fikrini savunuyor. Türkiye Halkının ve Başbakan Erdoğan'ın Gazze Saldırısı esnasında gösterdiği tavır bu düşüncenin daha da güçlenmesine neden oldu. Türkler Filistin meselesine sahip çıktıkları sürece Arapların Türklere olan sevgisi daha da artacak. Türk Hükümeti Batıya yönelmek yerine Arap Dünyasına yönelmelidir. Türkler Arapları arkalarına alırlarsa Batı'nın Türk Hükümetine olan saygısı daha da artacaktır. Türklerle Arapların ittifak kurmaları için şu an psikolojik ortam tamamen hazır.

-Nasıl yani?
Ortadoğu'da her hangi bir Arap'ın kapısını çalın ve Türk olduğunuzu söyleyin; büyük bir ilgi ve sevgi ile karşılaşacaksınız. Bu tarihi fırsatı Türkler çok iyi kullanmalılar ve Araplarla olan ilişkilerini geliştirmeliler.
Arapların Abdülhamid Han'a olan sevginin sebebi ise O'nun Filistin meselesinde göstermiş olduğu duyarlılıktır. Abdülhamid Han sadece bir Osmanlı Halifesi değil; zeki bir diplomat ve devlet adamı, Ümmeti Muhammed'in birliği için mücadele eden samimi bir İslam Komutanıdır.

“ERBAKAN İSLAMCILIĞIN BABASIDIR”

-Arapların gözüyle Türkiye'yi konuşmaya devam edeceğiz. Fakat bana okuyucularımız tarafından sıklıkla sorulan bir soruyu size yönelteceğim. Arap bir gazeteci olarak Necmeddin Erbakan Hoca ile Başbakan Erdoğan arasında ne tür farklar görüyorsunuz? Arapların bu iki lidere bakışları nasıldır?

Araplar Erbakan'ı da, Erdoğan'ı da çok seviyorlar. Erbakan, Araplara göre Türkiye'deki İslamcılığın babasıdır ve Türklerin İslam'a ve Arap Dünyası'na tekrar dönmesinde en büyük etki Erbakan'ın çabalarıdır. Fakat Erbakan Hoca tıpkı bazı Arap İslami Hareketler gibi yönetimi ele geçirme noktasında aceleci davrandı. Erdoğan ise adımlarını daha dikkatli atıyor. Arap Dünyası Erbakan Hoca'yı ve Başbakan Erdoğan'ı Türkiye'deki İslami Hareketin temsilcileri olarak görüyor. Türkiye'deki İslami Hareketin geçirdiği evreler ve yaşadığı tecrübeler bence çok önemlidir. Arap Dünyası'ndaki İslami Hareketler Türkiye'deki İslami Hareketin tecrübelerinden faydalanmalıdır.

-Bu konuyu biraz daha açalım. Tam olarak kastınız nedir?
Türkiye'deki İslami Hareketler geçmişte bir an önce yönetimi ele geçirme çabası içindeydiler. Devleti ele geçirip devletin imkânlarıyla halkı dönüştürmeyi düşünüyorlardı. Arap İslami Hareketler de dün olduğu gibi bugün de aynı hedef doğrultusunda çalışıyorlar; fakat bir türlü başarılı olamıyorlar. Türkiye'deki İslami Hareketler ise bu kısır döngüyü aştılar ve devleti ele geçirme yerine önce halka yönelme kararı aldılar. Fakirlere yardım ve halkın sıkıntılarını gidermek için bir çok yardım kuruluşu kuruldu. Türkiyeli İslamcılar bugün bu yardım kuruluşları aracılığıyla insanların gönüllerini kazanıyorlar. Arap Dünyası bu tür çalışmalar noktasında çok zayıf. İslami Hareketler halka yönelebilirlerse ancak başarılı olabilirler. Arap Dünyası'nda sivil toplumculuk ve yardım organizasyonları daha da gelişmeli. İslamcılar bu alanlar da güzel çalışmalar yapabilirlerse, uzun vadede bu çalışmaların sonuçlarını alabilirler.

“AVRUPA OSMANLIYI UNUTMAZ”

-Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girme çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkler Müslüman Kimliklerini korudukları sürece Avrupa Birliği'ne asla giremeyecekler. Avrupa Devletleri Osmanlıyı asla unutmazlar. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girdiğini varsayalım. Ne olacak? Türkiye Avrupa Birliği'nin etkisiz bir parçası olacak. Fakat Türkiye, Arap ve İslam Dünyası'na yönelirse Arap ve İslam Dünyası'nın lideri konumuna gelecek. Türkiye'nin dostu Amerika, İsrail, İngiltere değildir. Türkiye'nin dostu Araplar ve Ortadoğu Halklarıdır. Türk Hükümeti Batı yerine Doğuya yönelirse Türkiye ülke olarak büyük bir atılım gerçekleştirir ve İslam Dünyası'nın bir çok sorunu da çözüme kavuşur.

-Türkiyeli bazı yazar ve aktivistler Türkiye ile Suriye arasındaki sınırların kaldırılması gerektiğini ve böyle bir girişimin İslam Birliği'nin nüvesini oluşturacağını savunuyorlar. Arap Dünyası bu düşünceye nasıl bakıyor?

Biz bu düşünceyi bütün kalbimizle destekliyoruz. Bu düşünceyi gerçekleştirecek devlet adamları tarihe geçeceklerdir. Zaten Türkiye Halkı ile Suriye Halkının zihninde herhangi bir sınır yok. Suriye Halkı Türklere büyük önem veriyor ve Türkleri çok seviyor. Türk Dizilerinin Arap Dünyası'nda bu kadar büyük bir çapta ilgi görmesinin sebebi de Arapların Türkiye Halkına duyduğu sevgidir. Türkiye Milli Takımı Avrupa Kupası'na katıldığında Arapların hepsi Türkiye Milli Takımını destekliyorlar. Çünkü Türkler ve Araplar aynı dine ve kültüre sahip olan aynı toprakların çocuklarıdır. Suriye bana göre Mısırla birlikte Arap Dünyası'nın en önemli ülkesi. Ayrıca Suriye Yönetimi Türkiye ile olan ilişkilerini daha da geliştirmek ve Türkiye ile kardeş ülke olmak istiyor. Türkiye Suriye'nin kalbini kazanırsa bütün Arap Dünyası'nın kalbini kazanır. Çünkü Suriye Türkiye için Arap Dünyası'na açılan kapıdır. Türk Hükümeti bu kapıyı daha da aralamalı ve Suriye ile Türkiye arasındaki sınırlar bir an önce kalkmalıdır.

-Eymen Bey! Siz Türkiye'yi yakından takip eden birisiniz. Dışardan bakıldığında Türkiye'de yaşanan sorunların kaynağı kim olarak görülüyor?
Türkiye'de yaşanan sorunların temelinde İttihak ve Terakki geleneğini savunan Batıcılar var. Abdülhamid Han ile İttihak ve Terakki'nin savaşı bugün de sürüyor. Türk Halkı ve Hükümeti bugün Abdülhamid Han'ı temsil ederken, İslam'a, Türk Halkının kültür ve geleneklerine karşı gelenler İttihak ve Terakki'yi temsil ediyorlar. Türk Halkı ısrarla İslam Dünyası'na yaklaşmak isterken, İttihak ve Terakkici kanat Türkiye'yi İslam Dünyası'ndan koparmak istiyor. Umut ediyorum ki bu mücadeleyi Türkiye Halkı ve Hükümeti kazanır.

23 Nisan 2009 Perşembe

@ Türkiye'nin Osmanlı hayali ABD'ye yarıyor!


MUHAMMED SADIK MÜCEYYİD 'in, Londra’da Arapça yayımlanan El Arap gazetesindeki yazısı:

Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ve halkının, diplomatik başarılarını kullanmaya hakkı var. Türkiye’nin Ortadoğu krizi için kaçınılmaz durak olduğunu kanıtlamaları, ülkelerini uluslararası denklemlerde önemli yere getirmeleri sonrası övünmeye de hakları var.
ABD Başkanı Barack Obama’nın ziyareti bölgedeki bu Türk rolü gerçeğini ve bu rolün yeni başkanın gündemindeki önemini teyit etti. Türkiye’nin Amerikan stratejisinde Doğu’yla Batı arasındaki uzun tahrik ve kavgalar dönemi buzları eriten köprü olduğu görüldü.
Erdoğan’ın Türkiye’si bölgedeki her hassas dosyaya el atıyor. Suriye’yle İsrail, İran’la ABD arasında arabulucu; Afganistan kumlarının temel koridoru;
kendi kasasında Kürt dosyası duruyor. Rüzgârı daima kendi gemilerine hizmet edecek şekilde yönlendirmek isteyen ABD Türkiye’nin vazgeçilmez bir müttefik olduğundan emin. ABD ayrıca, Erdoğan’ın İslam dünyasında sevilen bir şahsiyete dönüştüğünü ve bu durumun onu Araplarla İsrailliler, ABD’yle oe İran arasında arabuluculuk yapmaya ehil kıldığını düşünüyor.
O halde Obama Türkiye’yi uluslararası siyaset oyununda kullanacağı bir ‘bahis atı’ olarak seçti. Diğer yandan, Türkiye’yi Arap ve İslam dünyasının güvenlik kapısı olarak seçen Amerikan deviyle Avrupa devi arasında bir siyasi kriz yaşandı. ABD özellikle Fransa ve Almanya’yı tahrik edeceğinden emin olmasına rağmen, Türkiye’nin AB üyeliğine desteğini yineledi.
Böylelikle Türkiye Avrupa’da fitne ateşinin meşalesine de dönüştü. Bu durum Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin hareketlenmesine ve Almanya’nın da desteğini alarak bu üyeliğin AB’nin iç meselesi olduğunu açıklamasına yol açtı. ABD’nin niyeti, oyunun halatlarına tutunmaya devam etmesi ve yaşlı kıtanın tökezlemesinin garantisi olması için Türklerin AB’nin avantajlarından yararlanma hayalini
kullanmaktı. George W. Bush ve önceki yönetimler döneminde ABD, birleşik ancak Amerikan gölgesi altında güçlü bir Avrupa’nın yanındaydı. Acaba yeni ABD, Türklerin Osmanlı’ya dönme hayalini de kullanmak mı istiyor? Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa’nın kontrol edilemez bir rakibe dönüşmesinin önlenmesi için bir Amerikan baskı kartı haline mi geldi?

@ Gülümseyen örümcek!


1993'ten beri, nesli tükenmek üzere olan örümcekleri yakından inceleyen İngiliz bilim adamı Geoff Oxford "Pasifik kıyısındaki, Havaii ormanlarını gezerken başka örümcekler görebilir miyim diye bir bitkinin yaprağını çevirince işte bununla karşılaştım. Gülümseyen yüzü görünce gülümsemekten kendimi alamadım. Çok şaşırdım çünkü bu türde böyle bir şeyle ilk kez karşılaştım" dedi.

Örümceğin sırtında böyle bir desenin gelişmesinin nedenini araştıran bilim adamları, Havaii ormanlarında yaşayan ve Theridion grallator olarak bilinen bu örümcek türünün giderek daha fazla bireyinde bu işareti görmeye başladı. Sırtında böyle bir desenin neden geliştiği konusunda ise çeşitli teoriler üretildi. Ama en fazla üzerinde durulan teori, bu örümceklerin, kendilerini korumak için bir çeşit kamuflaj geliştirdikleri yönünde.

Prof. Geoff Oxford "Kuşlar onlarla besleniyor. Ama bir kuş, daha önce hiç görmediği bir işaret ya da bir renk gördüğünde birkaç saniye durup bakar. Bu örümcekler de böylelikle kaçmak için zaman kazanabiliyor. Ancak bu şimdiye kadar ilk kez rastladığımız bir gelişme." dedi.

@ İran ve İsrail için örnek ülke Türkiye!

Londra’da Arapça yayımlanan Hayat gazetesinde, 21 Nisan 2009'de yayınlanan, Hazım Sagiye'nin yazısı:

Türkiye’ye yönelik Amerikan övgüleri Başkan Barack Obama’nın ziyaretinde doruk noktasına çıktı; övgüler, bu ülkede zıt kutupların birlikte yaşadığı düşüncesini tekrarlıyordu. Zira Türkiye Müslüman ve laik, İslamcı ve Batıcı, ordunun siyasetin ‘bekçiliğini’ üstlendiği bir demokrasi, NATO üyesi; Irak savaşına karşı çıkmış, Filistin-İsrail ve Arap-İsrail çekişmesinin çözümüyle ilgilenen, AB üyeliği çabası içindeki, İslam dünyasındaki konumunu da güçlendirmek isteyen bir ülke.
Bu değerlendirmenin doğru olması bir yana, Mahmud Ahmedinecad’ın gölgesindeki İran ve Binyamin Netanyahu’yla Avigdor Lieberman’ın gölgesindeki İsrail, Türkiye’nin başrol oynadığı modele karşıt iki geçersiz model. İkisi de uçta duran zıt devletler. ABD’nin İran’la ilişkilerinin yeni yönetimle birlikte iyileştiği doğru. ABD’nin İsrail’le de ilişkileri kötüleşiyor. En azından Ortadoğu özel temsilcisi
George Mitchell’ın iki devletli çözüm ilkesi ve Annapolis konferansının sonuçlarına yoğunlaşan sunumuyla, bu ilkeyi ve söz konusu sonuçları reddeden İsrail resmi sunumu arasındaki farkın netleşmesi buna işaret.
Göstergeler, ABD yönetiminin İran ve İsrail’in Türkiye’ninkine benzer tavır sergilemelerini sağlamaya çalıştığı mesajı veriyor. Böylelikle İran düşman mertebesinden ‘rakip’ mertebesine yükselirken, İsrail özdeş konumdan ortak derecesine düşüyor. İbrani devletinde Netanyahu Mitchell’in uçağı kalkmak üzereyken, müzakerelerin önşartı olarak ‘İsrail’in Yahudi devleti olarak tanınması’ talebinden geri adım attı ve talebi nihai müzakerelere erteledi. İsrail basını da Netanyahu-Lieberman-Ehud Barak hükümetinde anlaşmazlık olduğunu yazıyor. Barak İzhak Rabin gibi Amerikan dalgasına kapılma arzusunda ve bu yaklaşım İşçi Partisi’ni kurtarabilir.
Ahmedinecad’ın da ABD’yle diyalog konusunda gelgitli açıklamalar yapması dikkat çekici. Casusluk suçlamasıyla tutuklanan Amerikalı-İranlı gazetecinin kendisini savunma hakkını kullanması gerektiği yönündeki açıklaması birçoklarını şaşırttı. Görünen o ki, İran ve İsrail politikalarının ‘Türkleşmesi’ ABD’yi kışkırtıyor. Sadece bu bile bölgede siyasetin doğru yolda olduğu mesajı veriyor. Irak ve Afganistan savaşları sonrası savaş uzak ihtimal haline geldi...

20 Nisan 2009 Pazartesi

@ Türkiye o zaman süper güç olur!

Times gazetesi "Ağrı'nın gölgesinde barış umudu" başlıklı haberinde Türkiye Ermenistan sınırının açılması için yürütülen diplomatik çabaları analiz etti.

Türkiye'nin Ermenistan'la sınırları açması yönündeki haberlerini artıran İngiliz The Times gazetesi, "Bu sorun çözülürse Türkiye'nin Karadeniz'deki süper güç statüsü teyit edilmiş

Yazıda dikkat çeken satırlar şöyle: "Sınırın açılmasından her iki taraf da büyük ekonomik kazanç sağlayacak. Ancak bu adım aynı zamanda, Avrupa'nın arka bahçesindeki son 'dondurulmuş sorun' olan Ermenistan - Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ meselesinin çözümüne de yardımcı olacaktır. Ayrıca Rusya'nın çalkantılı Kafkaslar coğrafyasında dengesini yeniden bulmasına ve Türkiye'nin de nüfuzunu Orta Asya'ya doğru genişletmesine imkan tanıyacaktır."

Times, Türkiye - Ermenistan sınırının açılmasının yakın olduğu yolundaki haberlerin Azerbaycan'da yarattığı rahatsızlığa değindi. Bakü'nün petrol kartını oynamasının ardından Türkiye'nin geri adım attığını, Başbakan Erdoğan'ın, "Dağlık Karabağ çözülmeden sınır açılmaz." dediğini hatırlatan gazete şu yorumu yaptı:

"İslamcı Başbakan, Müslüman komşusunu yüzüstü bırakır görünmek istemedi. Türkiye uzun süredir, nüfuzunu Azerbaycan'ın ötesine, Türkçe konuşan, teknoloji ve yatırıma aç Orta Asya'ya doğru genişletmek istiyor. 1990'larda boşa çıkan umutlar şimdi yeniden canlanıyor. Dolayısıyla Ankara Azerileri hayal kırıklığına uğratmak istemedi. Ne var ki Ermenistan ile uzlaşma ve Kafkaslar'daki çıkmazın aşılması, herkesin çıkarına."

Times Türkiye'den başlayarak, sorunun çözümünden kimin ne çıkar elde edeceğini de şöyle sıraladı.

- Türkiye'nin Karadeniz'deki süper güç statüsü teyit edilmiş olacak. Türkiye Avrupa Birliği'nin kapısında bekliyor olabilir ama, komşularının gözünde dev bir ekonomidir.

- Kuzeyi Gürcistan'daki istikrarsızlık nedeniyle kapanmış ve Rusya'ya fazla bağımlı olmaktan korkan Ermenistan ise, dünyaya Türkiye üzerinden açılma alternatifine kavuşacaktır. Ekonomik işbirliği, tarihi husumetlerin yumuşatılmasına da yardımcı olabilir.

- Rusya'nın da bu işten çıkarı olacaktır. Rusların Türklerle ilişkileri hiç şimdiki kadar iyi olmadı. Bu, iki ülke arasındaki devasa ticaret hacmi, Türkiye'ye akın eden Rus turistler ve sınırındaki NATO üyesi Türkiye'nin Rusya'ya artık tehdit oluşturmamasından kaynaklanıyor.

- Ancak bu iyi ilişkiler kırılgan. Bölgesel nüfuz ve enerji kaynaklarının hakimiyeti konusundaki rekabet her an yeniden alevlenebilir. (BBC)

13 Nisan 2009 Pazartesi

@ Evrimciliğin sonuçları ve/veya sebepleri-2

Zaman Gazetesinden, Ali Ünal Bey'in bugünkü makalesini aşağıda okuyabilirsiniz:

Önceleri katıksız Darwinist olan ama araştırmaları kendisini evrimin bilinen iddialarının yanlışlığına götüren ABD Lehigh Üniversitesi'nden biyokimyacı Michael Behe, 1996'da "Darwin's Black Box"ını yayınladı.
Bu kitabında, bir hücrenin varlığı ve fonksiyonu için mutlak gerekli çok sayıda kompleks unsurun aynı anda bulunması gerektiğini izah etti ve buna "indirgenemez komplekslilik" adını verdi. Bu, "Bir bütünün varlığı, tüm parçalarının aynı anda ve tam fonksiyon görür şekilde bir arada bulunmasını gerektirir; yokluğu ise, bir parçanın yokluğu ile mümkündür." küllî kaidesinin ifadesiydi. Evrim faraziyesine göre ise böyle bir oluşum, yüz milyonlarca yıl alan tesadüfî mutasyon, varyasyon (çeşitlenme) ve tabiî ayıklanma yoluyla gerçekleşmişti. Bu durumda, milyonlarca yıl bütünü meydana getirecek unsurların rastgele ve hiçbir fonksiyon görmesi mümkün olmayacak şekilde yığılması gerekiyordu. Bu ise evrim adına hiçbir seçilim avantajı sağlamayacağı gibi, Behe, "Bilimsel literatürde herhangi bir gerçek ve kompleks biyokimyevî sistemin moleküler evrimle nasıl meydana geldiği veya gelebileceği üzerinde tek bir yayın yoktur." diyordu.

Bu gerçek, mahut ateist Richard Dawkins'e soruldu. Cevap şu oldu: "O konuda düşünmekle mücehhez en iyi kişi değilim, çünkü biyokimyacı değilim. Ama Behe tembelliği bırakmalı ve kamçının (flagellum) nasıl evrimleştiğini düşünmeli." Yani, önce evrime inanacağız, sonra da araştırmalarımızı bu inancımızı doğrulama istikametinde yapacağız. O gün bu gündür Dawkins ve bir diğer ünlü evrimci Stephen J. Gould, klasik evrimci taktiği olarak, sadece Behe'yi "yaratıcılık taraftarı" olmakla suçlayageldiler.

Geçen yıl eylül ayında ABD'de televizyon kanalı Public Broadcastig Service, Bill Gates'in ortağı mültimilyarder Paul G. Allen'in 15 milyon dolarla finanse ettiği sekiz saatlik bir evrimi "ispatlama" kampanyası yaptı. Sekiz saat, Miller-Urey deneyi, Haeckel'in embriyosu, kuşların kemiklerinin, atın bacaklarının ve insanın ellerinin birbirine ne kadar benzediği, İngiltere'deki koyu renkli kelebekler ve ispinozun gagası gibi evrime delil oldukları çürütülmüş iddialar dışında, lezbiyen ilişki, AIDS, feminizm, eşcinsellik, yağmur ormanları ve insanların tür çeşitlenmesine tehditleri gibi konularla dolduruldu.

Nedir bunların sebebi ve evrim iddiasının arkasındaki gerçekler?

Bilimler, varlığını kâinattaki "kanun" denilen değişmez genel prensiplere borçludur. Bu ise varlıktaki muhteşem ve sarsılmaz düzeni, varlıklar arasındaki kopmaz bağları ve münasebetleri; düzen, varlıktaki gaye ve hedefi, bütün bunlar, mutlak bir iradeyi ve tek tek her varlıkla birlikte bütün varlıkları aynı anda kuşatan bir ilmi gerektirir. Bir çay kaşığına sığabilecek boyuttaki bir DNA zincirinin, bugüne kadar dünya üzerinde basılmış bütün kitaplardaki bilgiyi ihtiva edebilecek kapasitede olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, matematik ilmi, "500 aminoasitten oluşan bir proteinin aminoasit diziliminin tesadüfen doğru çıkması, 10950 (10 üzeri 950), yani 0'dır." der. Bütün bunlar, Allah'ın varlığına açık delildir. Oysa R. Dawkins, "Darwin Türlerin Kökeni'ni yazmadan önce dünyaya gelseydim, ateist olabileceğimi hayal bile edemezdim. Ateizm, Darwinizm'in mantıkî sonucudur." derken, bir diğer evrimci Michael Walker, "Kabul etmeliyiz ki, birçok bilim adamının Darwin'in teorisini kabul etmesinin tek sebebi, bu teorinin bir Yaratıcı'nın varlığını reddetmesidir." itirafında bulunur. Batı'da asırlar süren din-bilim kavgasında inkârcılığı devralan evrimcilik, Allah'ı ve dini inkâr adına Allah'ın en önemli sıfatı, dinin temeli yaratıcılığı reddetme esası üzerine oturur.

Allah'ı ve dini inkârın ve dolayısıyla evrimciliğin diğer sonuçları olarak, Cornell Üniversitesi'nden meşhur biyoloji tarihçisi William Provine, şunları zikreder: 1) Ölümden sonra hayat yoktur. 2) Ahlâkî değerler, nihaî olarak her türlü kesin temelden yoksundur. 3) Hayatın nihaî olarak hiçbir anlamı ve gayesi yoktur. 4) İnsan için özgür irade diye bir şey söz konusu değildir. Evrimcilik, budur.

6 Nisan 2009 Pazartesi

@ ''Dinlerarası Barış'' açıklaması...

Birleşmiş Milletler’e bağlı “Dinlerarası Barış” organizasyonu, dünya liderlerine yönelik 5 maddelik bir deklarasyon yayımladı. Deklarasyonda “Dini liderler politikacı değildir, ancak, barış arayışında dini liderlerin katkısı sağlanmalıdır” denildi

Birleşmiş Milletler’e bağlı “Dinlerarası Barış” (Religions for Peace) organizasyonu, Medeniyetler İttifakı 2. Forumu’na katılacak liderlere yönelik 5 maddelik bir deklarasyon yayımladı. Deklarasyonda, “Dini liderler politikacı değildir, ancak, barış arayışında dini liderlerin katkısı sağlanmalıdır” denildi ve dini liderlerin barış sürecine dahil edilmesi gerektiğinin altı çizildi.

‘Diyanet de katkı verdi'
Dünyanın en büyük çok dinli organizasyonu olarak 1970 yılından bu yana faaliyette bulunan “Dinlerarası Barış”ın Genel Sekreteri Willam Vindley, Four Seasons Bosphorus Otel’de düzenlediği basın toplantısında, Medeniyetler İttifakı 2. Forumu’nda bir araya gelecek ülke liderlerine yönelik hazırlanan deklarasyonu açıkladı. Aynı zamanda ABD Başkanı Barack Obama’nın “Dinlerarası Diyalog Danışma Grubu”na atandığı belirtilen Vindley, deklarasyonun İstanbul’da Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ve İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı’nın da katılımıyla sürdürülen çalışmaların sonunda hazırlandığını belirtti. Vindley, dini liderlerin, çözümün bir parçası haline getirilmesi gerektiğini ifade etti.
Dini liderlerin barış süreciyle ilgili görüş ve beklentileri, bildirgede şu şekilde sıralandı:

‘Politikacı değiliz ama..’
1 Barış süreci yeniden ve etkin biçimde başlatılmalı. (Dini liderler) Özellikle, BM destekli Arap Barış Girişimi’nin gayretleri ve yeni Amerikan yönetiminin yaratacağı fırsatları not ediyor. Ciddi ve sürdürülebilir bir barış sürecinin başlatılması için tüm imkânlar kullanılmalı.

2 Dini liderler politikacı değildir, ancak barış arayışında dini liderlerin katkısı sağlanmalıdır. (Dini liderler) adalet içinde bir barışa erişmek için, ciddi ve ilkeli siyasi gayretlerin gösterilmesini bekliyor. Mukaddes topraklarda, dini liderlerin katılımı olmadan gerçek bir barış süreci olamaz. Bu nedenle din, mukaddes alanlar ve ibadet özgürlüğü konusunda, kendilerine danışılmasını ve sürece hak ettikleri ölçüde katılımlarının sağlanmasını bekliyor.

3 Gazze halkının insani ihtiyaçları karşılanmalı ve kuşatma kaldırılmalı.

4 Tüm taraflar ve uluslararası toplum, bölgedeki demokratik süreçlere saygı göstermeli ve sonuçlarını kabul etmeli.

‘Kudüs’ün statüsü korunmalı’
5 Kudüs’ün statüsü mukaddes bir şehir olarak korunmalı ve tüm inanç sahiplerinin, özellikle de mukaddes topraklarda yaşayanların erişimine açılmalı. Kudüs’ün nihai statüsü uluslararası hukuk ve ilgili BM kararlarına uygun şekilde belirlenmelidir. İşgal tedbirleri (Arap evlerinin yıkılması, şehrin ayırıcı bir duvarla izolasyonu, Arap yerleşimcilerin sürülmesi...) hemen sona erdirilmelidir.