29 Aralık 2008 Pazartesi

@ Ortadoğu'da gelişen olaylar ve Türkiye...

Muharrem Günay Sıddıkoğlu'nun, Ortadoğu Gazetesindeki makalesi:

Ortadoğu bölgesi de tıpkı Balkanlar gibi dünyanın en karmaşık ve en sorunlu bölgelerinden biridir. 20. yüzyılın başında bölgede zengin petrol yataklarının bulunması bölgenin ayrıca önemini artırmıştır. Bölgenin artan önemi ile birlikte, bölgede istikrarsızlık ta artmış ve Ortadoğu dünyada kan ve gözyaşının en çok aktığı bölgelerden biri haline gelmiştir.
Başta Mekke, Medine, Kudüs olmak üzere Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların kutsal saydıkları yerleri barındıran bu topraklar 1517 yılında Yavuz Sultan Selim'in fethi ile Osmanlı idaresine katılmış ve yaklaşık olarak 400 yıl süreyle Osmanlı idaresinde kalmıştır. Türk hakimiyeti ile birlikte bölgeye, huzur, barış, istikrar ve bolluk gelmiştir. Tıpkı Balkanlar'da olduğu gibi Ortadoğu'da da farklı ırk, din ve mezheplere bağlı insanlar adil Türk idaresi altında rahat ve huzur içinde yaşamışlardır.

Her üç dinin kutsal mekanı ve merkezi durumunda bulunan Kudüs, tarih boyunca en uzun istikrar ve barış dönemini Osmanlı idaresi altında yaşamıştır. Kudüs'te yaşayan Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar tüm mezhepleri ile birlikte 400 yıl boyunca kendi inançları doğrultusunda, hiç bir kimseden her hangi bir baskı görmeden dikledikleri gibi ibadetlerini yerine getirmişler; barış ve huzur içinde yaşamışlardır. Başta Avrupalıların Muhteşem Süleyman dedikleri Kanuni olmak üzere, bütün Türk sultanları Kudüs'e özel bir ilgi göstermişlerdir. Gösterilen bu yakın ilgi sayesinde hem halkın kültür durumu hem de gelir seviyesi bir hayli yükselmiştir. Bölgede köklü bir Türk-İslam medeniyeti vücuda getirilmiştir. Halen bölgedeki halk kendisini Türk kültürüne yakın hissetmekte ve adil Türk idaresini aramaktadır.

I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşından sonra imzalanan Lozan Barışı ile bölgeden kesin olarak Türklerin çekilmesi ve 1948 yılında İsrail devletinin kurulması ile birlikte Balkanlardaki sürece benzer bir süreç bu bölgede de başlamış ve bölge kan gölüne dönmüştür. Ortadoğu'daki zengin petrol yataklarının bulunması ile birlikte Ortadoğu'yu paylaşım yarışı iyice artmıştır. Özellikle de İngiltere ve Fransa'nın müdahaleleri Ortadoğu'yu bitmek bilmeyen bir istikrarsızlığın içine sürüklemiştir. Fransa ile İngiltere

arasında imzalanan gizli " Sykes-Picot " anlaşması Fransa ve İngiltere'nin gizli planlarını bütün açıklığı ile gözler önüne sermektedir.

1916'da İngiltere temsilcisi Sir Mark Sykes ile Fransa temsilcisi M.F. George Picot arasında imzalanan söz konusu anlaşma Osmanlı topraklarını İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaştırırken, Filistin için de uluslararası bir statü öngörüyordu.İşte bu ileride kurulacak olan İsrail Devleti için de ilk adımdı. Sykes-Picot anlaşmasının imzalandığı dönem, bölgede bir Yahudi Devleti kurulması için hummalı bir çabanın yürütüldüğü dönemdi aynı zamanda. 1890'ların başında aslen bir gazeteci olan Thedor Herzl'in önderliğinde kurulan " Siyonizm " hareketi, dünyaya yayılmış olan Yahudilerin tekrar Filistin'e dönmeleri ve bağımsız bir devlet kurmaları için çalışmalara başladı. Herzl, 21-31 Ağustos 1897'de Basle'de topladığı I. Siyonist Kongrede temel hedef ve yöntemleri tespit etti. Bu amaçla örgütler toplandı, fonlar oluşturuldu, günümüz deyimiyle son derece örgütlü bir " lobici "lik faaliyeti başladı.( Konu hakkında detaylı bilgi için Bkz.Yeni Masonik Düzen, Harun Yahya, Vural Yayıncılık, 3.B, Temmuz 2000)

Siyonistler işe topladıkları paralarla Araplardan toprak almakla başladılar. Bu yolla başarı şanslarını az gören Siyonistler Osmanlı'dan para karşılığında toprak almayı düşündüler. Bu amaçla Sultan Abdülhamit'in 19 Mayıs 1901 tarihinde huzuruna çıkan Thedor Herzl, Yaptığı görüşmede:

" Avrupa borsasını ellerinde tutan Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün borçlarını ödemesi karşılığında Filistin topraklarının onlara verilmesini " içeren bir teklifte bulundu. Ancak bu teklif Sultan tarafından " Vatanın bir karış toprağı bile satılık değildir. " tepkisiyle geri çevrildi.

1917'de ise İngiltere Dışişleri Bakanı James Balfour, Siyonistlerin önde gelen isimlerinden Edmond De Rothschild'e gönderdiği bir mektupta " Majestelerinin Hükümeti'nin Filistin'de bir Yahudi vatanı kurulmasını desteklediğini " ifade ediyordu. Böylece uluslararası arenada İsrail Devleti'nin yolu da açılmış oluyordu... Birinci Dünya savaşı sonrası 1918'de Osmanlı askerleri Filistin'den çekildi ve bölgeye İngiliz hakimiyeti girdi. Bu yeni hakimiyetle birlikte bölge yaklaşık bir asırdır süregelen bir çatışmanın da içine girmiş bulunuyordu. 1880 ile 1918 yılları arasında Filistin'de 24 bin olan Yahudi nüfusu 65 bine çıkıyor ve böylece hukuksuzca yurtlarından çıkarılan Araplarla Yahudiler arasında gerginlikler tırmanmaya başlıyordu. Bölgede düzenli olarak artan Yahudi nüfusu II. Dünya Savaşı'nda toplam nüfusun dörtte birine yükseldi. Araplar, İngilizler ve Yahudiler arasında yıllarca süren çatışmalar 1947 yılında Birleşmiş Milletler nezninde görüşülmeye başlandı ve konuyla ilgili kurulan özel komisyon Filistin'in Yahudi ve Araplar arasında ikiye bölünmesini önerdi. Ancak öneri Arap devletleri tarafından kabul edilmedi. Siyonistlerin 1948 yılında bağımsız devletlerini ilan etmeleriyle 50 yıldan fazladır süren savaşların temeli atılmış oldu. Irkçı ve işgalci bir ideoloji olan Siyonizm üzerine bina edilmiş olan İsrail, önce 1948'de, ardından da 1967'de Arap topraklarını işgal etti ve bu aşamada Filistin'in tamamını işgal etti.(C.Yalçın: 74) Böylece 3,5 milyon Filistinli kendi vatanlarında garip ve parya durumuna düştüler ve mülteci olarak yaşamlarını devam ettirmeye başladılar.

İsrail terörü bölgede halen devam etmektedir. Üstelik bu terörün ilgi alanı ve yapısı değişmiş durumdadır. Bu gün II Eylül olaylarını, terörü ve kimyasal silahları bahane ederek Irak'ı işgal eden ABD- İNGİLTERE koalisyonunun arkasındaki asıl ve entel güç İsrail ve Yahudi toplumudur. Bir diğer deyişle Siyonizm'dir. Bu günkü görüntüsüyle ABD ve İngiltere İsrail'in ve Siyonistlerin kontrolündedir. Hatta ABD ve İngiltere İsrail'in- Yahudilerin sömürgesi konumundadır.

Ayrıca bölgede, Yahudi kökenli Barzani ve Talabani liderliğindeki Kuzey Irak Kürtleri de Türkiye'ye karşı ABD, İngiltere ve İsrail'le ittifak halindedir. Bu ittifak halindeki şer ekseni bölgede Türkiye'yi etkisiz hale getirmek için var güçleriyle çaba sarf etmektedirler. Türkiye ise bütün bu olan bitenler karşısında milli çıkarlarımıza ters düşün teslimiyetçi bir politika izlemektedir. Her zaman Türkiye'nin müttefiki olduğunu iddia eden ABD'nin aslında Türkiye'nin müttefiki değil; bölgede rakibi olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Yahudilerin vaadedilmiş toprakları içerisinde Fırat ve Dicle'nin kollarını içine alan ülkemizin Güneydoğusu'nu ve Kıbrıs'ı da göstermeleri Türkiye'yi uyanık olmaya ve bölgesinde etkili bir devlet politikası uygulamaya mecbur etmektedir. Binlerce kilometrelik uzaklıktan gelip Irak'ı işgal eden ABD' karşısında Türkiye en az 900 yıl hüküm sürdüğü bu topraklar konusunda sessiz kalamaz.

Birileri gerçekte Siyonizm'in tetikçiliğini yapan ABD ve İngiltere'ye dur demek mecburiyetindedir. Çünkü Siyonizm'in hedeflediği yeni dünya düzeninde, " Bütün insanlar Yahudilerin ve birbirleri ile akrabalık ve ortaklık kurmuş 500 kadar şirket sahibinin kölesi durumuna düşecekler "dir. Zora ve güce dayalı bu haydut düzenine dur demenin öncülüğünü de mutlaka Türk milleti yapacaktır. Çünkü bu görev bize hem tarihin hem de Yüce Allah'ın yüklediği bir görevdir.

Osmanlı'yı kendi aralarında kurdukları bir ittifakla yok eden Batıl emperyalist devletler, Ortadoğu'da birbirlerinden sun'i sınırlarla ayrılmış devletçikler kurdular. Çünkü Yeni Dünya Düzeni denen Deccal'ın sistemi " Böl, parçala ve hükmet " politikası takip ediyordu. Bu politika halen Türkiye içinde uygulanmaktadır. Ortadoğu'da sun'i sınırlarla ayrılmış ve bugün ABD'nin İngiltere'nin, İsrail'in ve Haçlı Hıristiyanlık zihniyetinin insafına terkedilmiş bu insanlar ve devletçikler bir ülkü ve ideal uğrunda kendilerini birleştirecek ve bölgeye huzuru, istikrarı hakim kılacak bir gücü beklemektedirler. Daha doğrusu onlar dün kıymetini bilemedikleri ve İngilizlerle birleşip arkadan vurdukları Osmanlı'yı- Türkleri aramakta ve beklemektedirler. Bize düşün görev: " Mirasımıza sahip çıkmak ve bu davete icabet etmek" tir.

Aslında Orta Doğuda olan biten her şeyin İsrail'in " Beka Stratejisi " ( Yani baki kalmak, sonsuza değin yaşamak stratejisi) ile yakın bir alakası vardır. İsrail devleti hala daha bir " Hıttin Korkusu " ile yaşamaktadır. Hıttin, 1187 yılında büyük Türk komutanı Selahaddin-i Eyyübi'nin Haçlı ordusunu yendiği ve Kudüs'ün tekrar Müslümanların eline geçtiği zaferin adıdır. Haçlılar, bölgede Müslümanların kendi aralarında çekiştikleri, mücadele ettikleri, bölünüp parçalandıkları sürece varlıklarını sürdürebilmişlerdir. İsrail'in de bölgede varlığını sürdürebilmesi için, Müslümanlar arasında birlik ve bütünlük olmaması gerekir. Bölgede Müslümanlar dağınık ve hatta birbirleriyle ne kadar çatışma içerisinde olurlarsa İsrail o derecede rahat içerisinde olur ve hayatını devam ettirir. Bunun için bölgede Arap ve İslam dünyasının birleşmesi ve dayanışması engellenmelidir. Hatta bölgedeki İslam devletleri mümkün olduğu kadar küçük küçük parçalara devletçiklere bölünmelidir. Irak'ın bölünmesi ve bölgedeki " Kürt Devleti " senaryolarının da İsrail'in " Beka Stratejisi " ile direk olarak bir ilişkisi vardır. Bu senaryo içerisinde Türkiye'nin bölünmesi de vardır.